Mafyayı kahraman, homoları şöhret, pezoları jüri üyesi ilan ettik mi? Ettik.
Orospular zaten manşet…
Yılmaz Özdil. O bir hain. Ama şerefli bir hain. Çünkü haklı bir ihanet onunkisi. Doğrudan ve iyiden yana. Medyaya karşı. Medya haini o. Çünkü kendisi de içinde olmasına rağmen medyayı ve medyacıları en sert o eleştiriyor. Kimine göre bindiği dalı kesiyor, kimine göre takiyye yapıyor, bize göreyse işini yapıyor. Hem de iyi yapıyor. Ama başka bir hain var ki, işini yapmayan. Onu yazının sonuna sakladım.
(Mayıs 2007)
Biz ise örgü nakış kitabı veriyoruz.
Oya gibi işliyoruz haberleri maşallah, oya…
Entel veriyoruz, 500 bin satıyor.
Dantel veriyoruz, 1 milyon satıyor.
Yukarıdaki satırlar Yılmaz Özdil’e ait. Özdil, ofisboyluktan sayfa sekreterliğine, polis muhabirliğinden gece amirliğine gazetecilik mutfağının her kademesinde çalışmış 23 yıllık bir gazeteci. Yeni Asır, Milliyet, Star, ATV ve son olarak Sabah gazetesinde (artık o bir Hürriyet gazetesi yazarı) devam eden onurlu bir gazetecilik geçmişi var. Buna rağmen Türkiye onu daha yeni yeni tanıyor. Çünkü Sabah gazetesinin üçüncü sayfasında yazmaya başladığından beri gazetenin en çok okunan köşe yazarlarından biri oldu.
Gazeteci deyince bizim insanlarımızın aklına yalnızca köşe yazarları gelir. Ama aslında gazeteleri gazete yapan mutfaktakilerdir. Ben ancak köşe yazarı olunca, fotoğrafım sayfada çıkınca tanınır oldum. Oysa ben yıllardan beri gazetecilik yapıyorum.
Gazetedeki fotoğrafına çok aldanmayın. Orada biraz tonton, kilolu çıkmış, oysa filinta gibi adam. (Hürriyet’teki fotoğrafı artık öyle değil.) “Niye, bu fotoğraf,” diye soruyorum. “Benzemiyor size.” Fotoğrafı da o vermemiş zaten. Israrla istemişler, o da ısrarla vermemiş. “Bana çok saçma geliyor yazılarda fotoğraf olması,” diyor. Ama sonunda yazı işleri ne yapmış ne etmiş bulmuş bir fotoğraf köşeye yerleştirmiş. “Özel olarak oraya konsun diye verilmiş bir fotoğraf değildir yani o,” diyor Özdil.
Yılmaz Özdil’in odasına girince ilk dikkatimi çeken bir aralar çok gündemde olan, tartışmalara yol açan, vatan millet Sakarya ruhuyla camekanlara asılan bir fotoğraf oluyor. Çanakkale Savaşı sırasında çekilmiş, bir uçağın önünde poz veren, üzerinde üniforma yerine çul çaput taşıyan sözde iki Türk askerinin fotoğrafı.
“Yılmaz Bey, bildiğim kadarıyla bu resmin iddia edildiği gibi Türk askerlerine ait olmadığı ispatlandı. Niye sizin baş köşenizde hala?” diye soruyorum. Gülümseyerek yanıt veriyor: “Özellikle tutuyorum o resmi orada. Medyanın insanları nasıl yanıltabileceğini, yönlendirebileceğini hatırlatsın diye…
Yılmaz Özdil’in pek çok yazısı Sabah gazetesinin üçüncü sayfasındaki köşesinde kalmıyor ve internette dolaşıp duruyor. Kişisel izlenimim özellikle genç ve otuzlu yaşlarını sürenler tarafından sevilip beğenildiği yönünde. Sevmeyenleri de bir hayli fazla elbette.
Sizi kimler sevmiyor?
Şu sıralar iktidar partisinin yandaşları sevmiyor. Onlara göre sürekli CHP ve MHP’yi övüyorum, AKP’ye ise saldırıyorum. İşin garibi Star gazetesinde yazarken de bu durumun tam tersi söz konusuydu. O zaman da CHP ve MHP yandaşları beni sevmez, AKP milletvekilleri teşekkür notları yollarlardı. O günlerde gelen kimi imzalı notları hala saklıyorum. O zamanlar teşekkür edip şimdi kalayı basan pek çok AKP milletvekili var. Artık taraf tutar gibi parti desteklemeyi bırakmalıyız. En büyük zararı bu veriyor. Partilerini eleştirenlere ne söylendiğine bakmaksızın tepki koyan bir kitle var.
Partilerin birleşmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Partilerdeki birleşmenin uzun vadeli olduğunu düşünmüyorum ben. Bunlar her seçim zamanı tekrarlanan taktikler. Ben partilerin yeni yüzlerle değil de, programları ve söylemleriyle oy talep etmesini istiyorum. Örneğin karakterine ve insanlığına lafım olamaz, ama Hakan Şükür milletvekili olarak ne kadar katkı sağlayabilir. IMF antlaşmalarında hangi birikimlerine dayanarak oy kullanabilir. E, ne yapar o zaman? Genel Başkanı ne istiyorsa, o yönde kullanır oyunu.
(Şükür’ü bilmem ama Olimpiyat ve Dünya Şampiyonu milli güreşçi Hamza Yerlikaya, AKP’den milletvekili aday adayı oldu gerçekten. Seçilirse Türkiye’nin önümüzdeki on yıllık ekonomik ve siyasi politikalarının şekillenmesinde onun da katkıları olacak. Umarız TBMM’de minderde yaptığı gibi “grekoromen” değil, “serbest” güreşir.)
Yine de bu birleşmeler sevindirici. Bir birleşme rüzgarı esiyor şu an Tükiye’de. Bakın İzmir’de, İstanbul’da, Ankara’da meydanları dolduran binlerce kişiyi de motive eden aynı rüzgar. Burada her görüşten, her yaştan insanlar vardı. CHP’liler de, MHP’li gençler de oradaydı. Çünkü iktidara karşı tepkililer. İktidar Türkiye’nin genel duruşunu zedeliyor. Bir ülkenin onuru her şeyin önündedir. AB’ye gireceğiz diye bu onuru ayaklar altına almaya hiçbir hükümetin hakkı yoktur. Ya da bir ülkenin tarımını tamamen yok edemezsiniz.
Cumhuriyetine Sahip Çık mitinglerinden umutlusunuz o zaman. Biz kolay galeyana gelen ama aynı zamanda balık hafızalı bir halkız. Bu mitinglerin önceki eylemlerden (tencere kapaklarını vurma, ışık söndürme gibi) farklı olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Evet, çünkü bu mitingler medyaya rağmen bu kadar topluluk topladılar. Bu mitingler gazetelerde haber olmadı. Gazeteler insanları meydanlara çağırmadı. Aksine medya bunu görmezden gelip yok saymaya çalıştı. Kulaktan kulağa yayılarak, sivil toplum örgütlerinin desteğiyle ama çoğunlukla da kendi kendine gerçekleşti her şey. Bu yüzden bunların farklı olduğunu düşünüyorum.
Medyayı sizin kadar sert eleştiren bir yazar daha yok. Geçmişte önemli görevlerde yer aldınız. Siz eleştirdiğiniz şeyleri değiştirmek için ne yaptınız?
Bu soruyu sorduğunuz için teşekkür ederim. Ben Star gazetesini yaparken promosyonsuz gazete için büyük savaş verdim. Gazeteyi promosyonsuz 1 milyon 200 bin tiraja ulaştırdım. ATV Haber’in başına geçtiğimde tüm ekibi gerçek haber muhabirlerinden kurdum. Manken spikerlere yüz vermedim. Yanında çalışan stajyer kıza asılanı barındırmadım. Torpille kimseyi almadım, daha önce alınanları yolladım.
Sistem size karşı koymadı mı?
Bakın, gazete patronlarına derdinizi iyi anlattığınızda sizi destekliyorlar. Medyanın bu hale gelmesinin baş sorumlusu gazete patronları değil, profesyonel gazeteci yöneticilerdir. Olumsuzlukların kaynağı bunlardır. Yoksa o kadar patronla çalıştım, ben elemanın az para almasını isteyen bir gazete patronu görmedim daha. O düşük ücretleri verdiren profesyonel gazeteci yöneticiler. Bugün kendi yirmi bin dolar maaş alırken yanındaki personele 300 YTL maaş veren gazeteciler var. İyi şeyler yapmaya çalıştığınızda patronlar sizi destekliyor. ATV Haber’de yaptıklarıma hep destek aldım. Benim kızım var. O da bu işi yapsın istiyorum. Ama düzgün bir medyada çalışsın istiyorum.
Kızım var dediniz de aklıma geldi. Torpille bir yere gelmek medyamızda çok rastlanan bir şey. İslam Çupi’nin bir zaman dediği gibi gazetecilik zengin çocuklarının hobisi olma yolunda ilerliyor. Bu durum yukarıdan destek görüyor. Çünkü paraya ihtiyacı olmadığından zengin çocukları az paraya çalışabiliyorlar. Yeter ki onlar da abileri, ablaları gibi bir köşecik kapabilsinler…
İlginçtir, bana gazetecilik hayatımda hiç torpilli biri önerilmedi. Herhalde kabul etmeyeceğimi bildiklerinden bana gelmediler. Bakın, ben bana şahsen maille başvurup gazeteci olmak istediğini söyleyen pek çok genci bu mesleğe kazandırdım. Bu torpil olayı var, doğru. Ama ben zaten torpille bir yerlere getirilenlerin zamanla eleneceğine inanıyorum. Bunun dışında bizim yapabileceğimiz tek şey onları dışlamaktır.
Sizin maillere şahsen yanıt veren nadir köşe yazarlarından olduğunuz söyleniyor zaten.
Elimden geldiğince. Ama bazen altı yedi bin mail geliyor günde.
Kısa yazıyorsunuz diye eleştirenler de var…
Bana teşekkür etmeleri gerek aslında. Diyeceğimi uzun yazılarla anlatıp zamanlarını çalmıyorum. Mühim olan uzun yazmak değil, derdini anlatabilmektir. Ben de derdimi anlatabildiğimi düşünüyorum. Zaten köşe yazılarına fazla önem veriliyor. Gazeteler için köşe yazıları o kadar önemli değildir. Bir insanın bir gazete için ayıracağı vakit 20 dakikayken, bir gazeteyi uzun uzun köşe yazılarıyla doldurmak geri zekalılıktır. Ama bugün gazeteleri yapanların da yüzde sekseni geri zekalı zaten. Bugün dünyada ekmekten daha çabuk ömrünü tamamlayan tek ürün gazetedir. Gazete sabah dokuzda ömrünü tamamlamıştır. Hal böyleyken uzun yazmak niye? Ben şöyle derim hep. Zamanım çoksa, kısa yazarım. Zamanım azsa, uzun…
İnsanlar yazılarınız kısa olunca sizin yazıyı beş dakikada yazdığınızı düşünüyorlar… Sizin yazılarınızı kurgulamaktaki ustalığınızı gözden kaçırıyorlar… Akıcı bir metin ve çarpıcı bir final… İyi bir filmin kurgusu gibi…
Aslında benim köşe yazımı oluşturma sürem, metni yazma sürem kadardır. Yazıyı oturduğumda yazmam çünkü. Yazı çoktan bitmiştir oturduğumda. Ama tabi başında bunun bir de araştırma süresi vardır.
Sizin yazım şeklinizi Bekir Coşkun’a benzetiyorlar.
Bundan gurur duyarım. Şahsen tanışmıyoruz ama basındaki en değerli kalemlerden biridir Bekir Coşkun. Ama belki de ikimiz de gazetelerimizin üçüncü sayfasında yazdığımız için bir paralellik kuruluyor olabilir. Kısa ve vurucu yazmak deyince benim aklıma gelen ilk isim Rauf Tamer.
Bazen ağzınızı bozuyorsunuz, bu yönden de Engin Ardıç’ı hatırlatıyorsunuz.
Bence hakarete varmadıktan sonra her şey yazılabilir. Dilimize yerleşen her kelime yeterince elit demektir, yazıda yer alabilir.
Hıyarağası dediniz bir keresinde…
Adam hıyarağasıysa başka ne diyeceğim…
Engin Ardıç da aynen böyle demişti.
Engin Ağabey ile Star’da birlikte çalıştık. O da saydığım, sevdiğim bir yazardır.
Birkaç isim daha verseniz sevdiğiniz yazarlardan…
Rauf Tamer, Umur Talu, Uğur Dündar ve Emin Çölaşan da benim için çok değerlidirler.
Yurtsever olmanın kıstası nedir sizin için? Bir sınırı var mıdır bunun?
Bana göre yurtsever olmak işini iyi yapmaktır. Ben İzmirliyim. Onun için pek çok Levanten, Rum, Ermeni dostum, arkadaşım oldu benim. Bana göre bazıları en yurtseverden daha yurtseverdi. İşlerini iyi yapıyorlardı ve bu ülkeye herkesten daha faydalı oluyorlardı.
Sizinle konuştukça bir Yılmaz Özdil portresi şekilleniyor kafamda. Güçlünün yanında güçsüzü, patronun yanında işçiyi, zenginin yanında fakiri, elitin yanında sokaktaki adamı savunuyorsunuz. Bu portreye uymayan tek şey, egemen bir takımı tutmanız. Galatasaraylısınız.
Dersini iyi çalışmamışsın. Ben Göztepeliyim. Dedim ya insanlar yazdıklarımıza bakıp hakkımızda fikir yürütüyorlar. Bugün CHP ile ilgili iyi bir şey yazıyorum. Hemen CHP’li yapıyorlar beni. Galatasaray’ın iyi olduğu dönemlerde onların lehine yazmış olabilirim. Şampiyonlar Ligi’ndeki maçların hepsine gitmiştim mesela. Ama bu Galatasaraylı olduğum anlamına gelmez.
Bunu öğrendim ya, ben bu mahcubiyete razıyım. O zaman geçmiş olsun diyeyim. Göztepe artık amatör kümede. İzmir’in Süper Lig’de hiç takımı olmaması da cabası…
Bunun nedeni İzmir’i yönetenlerdir. İzmir’i yıllardır çok kötü yönettiler. İzmir’in ülkenin üçüncü büyük kenti olması artık yalnızca lafta kaldı. İzmir bütün şanslarını kötü değerlendirdi. Parasını hep yanlış harcadı. Bir kez para aldı. Yazlıklarına rahat gitsinler diye Çeşme yolunu yaptılar. Bir diğerinde ise Aydın-İzmir otoyolunu yaptılar. Aydın’dan İzmir’e ancak kamyonda karpuz gelir. Sanayicileri bile ellerindeki fabrikaları İstanbullulara kaptırdılar. Şimdi yavaş yavaş evler de, yazlıklarda satılıyor İstanbullulara. Ben de İzmirliyim, para kazanmak için İstanbul’a geldim. Çünkü İzmir’de 300 lira maaş alıyorsanız, İstanbul’da aynı işe 1300 lira maaş alıyorsunuz.
Yılmaz Özdil ve güleryüzlü sekreteri bizi asansöre kadar geçiriyor. İki taraf da sohbetten oldukça memnun. Göztepeli olduğunu öğrenince dayanamayıp e-kolay’ın yeni spor sitesindeki köşe yazımı gösteriyorum Özdil’e: daha önce bu derginin sayfalarında da yer bulan Anadolu Taraftarı Olmak adlı yazı. Küçük bütçeli, büyük yürekli iki farklı Anadolu takımının taraftarı olarak aynı duyguda buluşacağımıza inanıyorum çünkü. Tabi, aklımda bir şüphe de yok değil. Koskoca köşe yazarı işi gücü yok, senin yazını mı okuyacak be adam. Paranoyak yarıma, iyimser yanım “Oğlum, bu Yılmaz Özdil. Öbür köşecilere benzemiyor. Okur o.”
Eve geldiğimde biri güzel bir berbat iki sürpriz bekliyor beni. İnternet’teki yazıma yorum yapanların arasında tanıdık biri isim: Yılmaz Özdil. “Eline sağlık” demiş. “Vay,” diyorum, “helal Olsun.” Sonra dijital ses kaydedicimdeki röportajın ses kaydını (yaklaşık bir buçuk saat) bilgisayara atıyorum. Dinlemek için basıyorum. Bir hışırtı. Bir buçuk boyunca süren bir hışırtı. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Yıllardır yapılan onlarca röportaj ve başıma ilk kez gelen bir hadise. Hain ses kaydedici bana bu mahcubiyeti bana en olmadık röportajda yaşatıyor. Kendime örnek alabileceğim bir insanın, rol model seçebileceğim çok usta bir gazeteciyle yaptığım bir röportajda. Teybi bir daha kontrol ediyorum. Sorunsuz çalışıyor. İyi de niye etti bu hainliği bana o zaman? Aklımda kalanları yazıyorum, neyse ki can kulağıyla dinlemişim. Bir yandan kaydedicime küfürler savuruyorum. Ve kendime…