Ertekin Akpınar imzalı 10 Yönetmen ve Türk Sineması adlı kitapta yer alan bu röportaj görüşme 8 Ağustos 2004 tarihinde Yeşim Ustaoğlu’nun evinde gerçekleştirilmiştir.
İsterseniz öğrenim hayatınızdan başlayalım….
Ben bütün öğrenimimi Trabzon’da tamamladım. Orta öğrenimimden sonra Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’ne devam ettim. Bu bölümü bitirdikten sonra Yıldız Üniversitesi’nde restorasyon eğitim mastırı yaptım.
Öğrenim hayatınız boyunca sinemayla nasıl bir ilişki içindeydiniz?
Trabzon’da çok renkli bir sinema hayatı vardı. Birkaç tane unut¬madığım sinema vardı. Anadolu’da kurulan ilk sinemalardan biri Trabzon’daymış, ama benim çocukluğumda o yıkılmıştı. Mesela, her Salı ve Cuma ailece sinemaya giderdik. Hatta sinemada oturacağımız yerler bile belliydi. Çok iyi filmler gelirdi. Bu süreç üniversite yıllarıma kadar devam etti. Bergman‘ı izlediğimde çok etkilenmiştim. Bir yandan da evde Sovyet televizyonunu izlerdim. Orada da dilini anlamadan, görüntüleri yorumlayarak film izlerdim. Radyonun da hayatımızda etkileyici bir rolü vardı.
Peki, edebiyat? Neleri okurdunuz o dönemlerde?
Edebiyatçı bir aileden geldiğim için her şeyi okurdum aslında. İyi bir kitaplığımız vardı. O dönemde klasikleri okudum. Daha sonra kendi tercihlerimi yapmaya başladım; çağdaş dünya edebiyatını, Türk edebiyatını…
Ama bu arada üniversite seçiminizde mimarlık tercihinizi kullanıyorsunuz…
Bir şekilde sinemanın eğitimi olabileceği açıkçası aklıma gelmedi. Mimarlık okumayı da istiyordum, o yaşlarda doktor olmayı da istemiştim. Sanata, edebiyata eğilimim olduğunu biliyordum ama onu nasıl biçimlendirebileceğimi açıkçası bilemiyordum. Tıp Fakültesi’ni kazanamadım ama ikinci tercihim mimarlığı kazandım. Eğitimim sırasında aslında mimarlığı sevdim, yine de eğitim sonrasının öğrenciliğim kadar özgür olamayacağını biliyordum. Böylelikle kendimi farklı alanlara kaydırmaya başlamıştım.
Daha sonra İstanbul’a geliyorsunuz?
Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde okuduğum sırada, bir dönem mimarlıkla ilgili burs alarak Avusturya’ya gittim. Orada sahne sanatlarıyla ilgili çalışmalar yürütüm. Sahnenin tasarım ve ışıklandırılmasıyla ilgili mimarinin de başka alanlara kayabileceğini görmeye başladım. Okulu bitirip hayatıma yön vermeye karar verince Trabzon’un benim için yeterli olmayacağını anlayıp, İstanbul’a geldim. Bir taraftan da çalışıyordum. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde restorasyon mastırına da başladım. Aynı dönemde İFSAK’la tanıştım. Burada sinema etkinliklerine katılmaya başladım. Dört-beş kişilik bir gruptuk. Kısa film yarışmaları düzenlemek, sinema üzerine bir dergi çıkarıp orada yazılar yazmak gibi faaliyetler yürütüyorduk.
Hangi dergilerdi bunlar?
Ben o sıralar Hürriyet Gösteri dergisine yazıyordum, Bizden daha önce çıkmış, Yeni Sinema gibi dergilere de alternatif çalışmalar yapmak istiyorduk. Bunu da yapmayı başardık ama ekip dağıldı bu defa…
Kimler vardı?
Hilmi Etikan vardı mesela. Hem okuduğum üniversiteden hem de dergi çevresinden arkadaşlarım vardı. Uğur (İçbak) vardı. O dönem, İFSAK’ın en parlak olduğu yıllardı.
Bir taraftan mastır yapıyorsunuz, bir taraftan çalışarak hayatınızı kazanıyorsunuz. Diğer taraftan da İFSAK’ın içerisinde film atölyesinde çalışmalar yapıyorsunuz. Peki mimar olmayacağınıza, bu alanda çalışmayacağınıza nasıl karar verdiniz?
O kadar çabuk karar vermedim ama sinema yapacağıma karar vermiştim. “Ben sinemacı olacağım,” dedim. Uzun metraj filmleri izlerken, “Ben de bunlar gibi yapabilirim” derdim. Kısa filmleri izlerken de, bunlardan daha iyisini yapabilirim düşüncesi vardı. Bu arada söyleyeyim, çok iyi bir fotoğrafçıydım. Fotoğrafla çok haşır neşirdim. Daha önce bütün bunlar olmadan 8 mm. kameram vardı. Onunla birtakım deneyimlerim olmuştu.
1984 yılından itibaren kısa filmler çektiniz. Bir Anı Yakalamak, Magnafantagna, Düet ve Otel… Kısa filme ilgi duymanız İFSAK’la başlıyor…
Evet. Orada çalışma yaparken izlediğim filmlerden daha iyi filmler yapacağımı biliyordum. Bir Anı Yakalamak’ı öyle çektim. Senaryosunu bir gecede yazmıştım. Bu film, çok içimden gelen ve dışa vurmak istediğim bir filmdi. O zamanki arkadaşlarımdan -özellikle de Uğur‘dan (İçbak)- destek alarak yaptığım bir filmdi. Bu arada çok yoğun olarak film izlerdim.
Daha çok neleri izlerdiniz?
Yeni Gerçekçiler, Yeni Dalga, Alman Dışavurumcu sinema örnekleri, o dönemde ulaşacağımız ne varsa onları izlerdim. Bu arada Sinema-Televizyon Merkezi’nde öğrencilere filmler gösterilirdi ve ben onların hiç birini kaçırmazdım. Oradaki öğrencilerle de arkadaşlığım böyle gelişti. Film yapmak istediğim zaman da destek aldığım kişiler onlar oldu. Deneyip yanılarak çalışmalar yapmaya başladım.
Neler öğrendiniz o kısa film çalışmalarında?
Her aşamasında bulunuyorsunuz. Dolayısıyla bir önceki film, bir sonraki çalışmada insana ne yapmaması gerektiğini öğretiyor. Doğru kararlar vermeyi, oyuncuyla nasıl iletişim kurulması gerektiğini, kadrajı, kompozisyon kurmayı, dil oluşturmayı, yani söyleyeceğinizi bir üslûp içerisinde anlatmayı öğreniyorsunuz. Kısacası bu çalışmalar, kendinize olan güveni ve bir bakışı sağlıyor. Bir süre sonra zaten bütün bunların içerisinde hareket etmeye başlıyorsunuz.
Bir hikâyenin film olup olmamasına nasıl karar verirsiniz? Sizi orada kendinize çeken şeyler neler olur?
Tabii, yaşadığınız dönemin bunda etkileri oluyor. O zamanki ilgi alanlarınız bir parça etkili oluyor. insana dair hemen her şey aslında bir filme dönüşebilir. Bu durum dünya görüşünüze de bağlı.
Kısa film çekerken, “Bir gün uzun metraja geçeceğim,” gibi bir düşünceniz var mıydı? Mesela, kısa filmlerinizden sonra, ilk uzun metrajlı filminiz İz‘i yapmaya nasıl karar verdiniz?
Bir süre sonra belirgin bir olgunluğa erişiyorsunuz. Kısa film yaparken, bir gün uzun bir film yapacağım düşüncesi yoktu. Zaten kısa film bir stil’dir, biçim’dir. Kısa filmde, belirli bir sürede düşüncelerinizi anlatırsınız. Kısa filmlerimin bana tecrübe kazandıracağını biliyordum. Beni bir olgunluğa ulaştıracağını biliyordum. Tabii ki ilk kısa filminde oluşturmaya çalıştığım tarz ile şimdi ulaştığım tarz arasında belirgin bir fark var. Bir şekilde tecrübe kazanıyorsunuz.
Otel‘de bunu hissetmiş miydiniz?
Otel, çok doygun bir filmdir. Gerek hikayesiyle gerekse biçimiyle. Üstelik çok ödül almıştır.
Kafkaesk bir hava var o filmde…
Evet, o havanın devamı, İz‘de kendini sürdürdü.
Otel filmini tasarlarken, ileride İz’i yapmak için birtakım ip uçları var mıydı?
Yok, daha sonra gelişti. İz‘i yapmakla, o dönemle ilgili -Kafkaesk, soyut-doygunluğumu da bitirdim. Güneşe Yolculuk filmiyle yeni bir dönem başladı benim için. İlk filmlerimi yaptığım dönemle ilgili ilişkimi yeniden gözden geçirme imkânı buldum.
İz, psikolojik, polisiye ağırlıklı bir film. Kafkaesk mekân tasarımları, soyutlama, vs. şimdi polisiye roman okumak ne kadar keyifliyse, polisiye film izlemek o kadar keyifli olmayabiliyor. Ya da bunun tam tersi,ilk filminizi çekerken, bu durum sizi tedirgin etti mi?
Genelde o tedirginliği hissetmiyorum. Birçok arkadaşımda olan şey bende yok! Garip bir soğukkanlılığım var. Çok müthiş bir tutku, istek var içimde. Bir yandan da garip bir hâkimiyet duygusu. Her filmimde bunu hissediyorum. Sette panikleyen ve sıkıntı veren biri değilim. Çekime karar vermişsem, ister bir hafta ister beş hafta olsun, mekânlarımla, kadrajlarımla, içimdeki hesaplaşmayı da bitirmiş olarak çekime girerim. Tabii ki bazı fikirlere açık oluyorum. Genel olarak, filmin hâkimiyetini elime alıyor ve bunu sonuna kadar götürüyorum. Programım dışına hiç çıkmıyorum. Hatta daha erken bile bitirdiğim oluyor.
[tab:Bölüm 2]
“Her filmin mutlaka bir handikabı vardır”
İz’i bitirdiğiniz zaman nasıl bir ruh hali içindeydiniz?
İz, izleyiciyle çok zor ilişki kuran bir film olmasına rağmen, bana büyük cesaret verdi. Kendi yarattığım bir filmdi. Yapısı çok zordu. Film bittikten sonra, onun çözümlemelerinin doğru ve yerinde yapılmış gördüm. Bir bütün olarak, estetik olarak, tarzıyla, atmosferiyle, ışığıyla, rengiyle, kompozisyonuyla, bütün iç dinamiğiyle çok doğru bir film olduğunu hissettim ve böyle bir şeyin altından kalkmak beni gururlandırdı. Her filmin mutlaka handikabı vardır. Bir bütün olarak çok zor bir işin altından kalktığımı gördüm. Bu filmden sonra, hayata ilişkin mücadelem, hayata dair bakışım beni o soyut dünyadan kopardı. Hayatın daha fazla içinde olmak, onu birebir hissetmek ve onu ifade etmek benim odak noktam oldu. O zaman, o soyut dünyadan koptuğumu hissettim. Estetik bir bütün olarak baktığımda, İz‘in çok doğru bir film olduğuna inanıyorum.
Bir sahneyi çekerken neleri düşünürsünüz? 0 sahneyi çekme kıstaslarınız neler? Sete dekupaj yaparak mı gelirsiniz, yoksa sette mi karar verirsiniz?
Filmin bütün anlatım tarzını birinci derecede önemserim. O yüzden ön hazırlık sürecini çok uzun tutarım ben. Daha senaryo aşamasında mekânları, o mekânlar içerisindeki oyuncularımla ilişkilerimi çok uzun tutuyorum. Onlarla birlikte vakit geçiriyorum. Senaryo yazarken, bildiğim mekânlar üzerine tasarımlar yapıyorum. Onları etüd etmeye başlıyorum. Mesela, bir sahneyi sabaha karşı hayal etmişsem, sabaha karşı o mekânı gidip orada yaşıyorum. Çekeceğim an’ı gidip orada gözlemliyorum. Üstelik bunları birkaç defa tekrar ediyorum. Işığın rengini, güneşi, mekânın sakinliğini de görüp tekrar yeni bir tasarım yapabiliyorum. Filmin estetiği nasıl olacaksa, o estetik bütünlük içerisinde o sahneyi şekillendiriyorum. Genel olarak bir story-board ya da dekupaj hazır oluyor. Mimarlıktan gelen bir alışkanlıkla çeşitli çizimler de yapmış oluyorum.
Peki, değiştirdiğiniz oluyor mu?
Evet, oluyor. Öyle sürprizlerle karşılaşıyorsunuz ki, ne kadar etüd etmiş olursanız olun, değiştirmek zorunda kalıyorsunuz. Provalarımı da kaydediyorum. Provalar sırasında, tasarladığım sahneye göre oyuncularımı devindiriyorum. Sonra çektikten sonra bir bakıyorum, provalarda kullandığım açıyı, ölçeği ve oyunu kurmuşum. Işığın tarzını bile…
Oyuncu seçimine gelmek istiyorum. Bir oyuncunun, senaryonuzdaki o role uygun olup olmadığına nasıl karar veriyorsunuz? Buradaki kıstaslarınızı merak ediyorum.
Yoğun bir oyuncu taraması yapıyorum. Hangi yaş kuşağından, hangi kültürden, hangi sınıf- tansa, hangi etnik kimlikten… Nerede film çekeceksem oraya gider, oradaki insanlarla haşır neşir olurum. Gezip, tarama yapıyorum. Onların içerisinden bir ayıklama yapabilmeyi, ona en uygun olabilmeyi…. biçimlendirdiğim insanı karakter olarak orada yakalıyorum. Sonra, onların içerisinden eleme de yapabiliyorum. Hatta filimin içerisinde çok yakın karakterleri biraraya getirip onların arasında nasıl bir ilişki biçimi varsa o yakınlığı bana en iyi verebilecek, o kimyayı en iyi hissedebileceğim kişileri bir araya getiriyorum. En sonunda en uygun olanı seçiyorum. Güneşe Yolculuk‘ta Newroz‘la (Baz) Nazmi (Kırık) ve Mizgin (Kapazan), böyle bir araştırma yöntemiyle bulduğum oyunculardı, Yeni filmimde de böyle oldu.
Bu oyuncular tecrübeleri olmamasına karşılık baş rol oynuyorlar. Bir endişe taşımıyor musunuz? Mutlaka oyuncularına hâkim olursunuz ama bunu filmin bütününe yaydığımızda filminizi çok başka taraflara da taşıyabilirler…
Nadiren de olsa o endişeyi yaşıyorum. Seçtiğiniz insanların içinde daha başlarken, beni tedirgin eden ve devam edemeyeceğimi anladığımda o oyuncuyu değiştirdiğim de oluyor. Ama genel olarak yanılmıyorum.
Filmi çekerken aralarda iş kopyasını izlemeye gider misiniz? Yoksa izlemelerinizi filmin sonuna mı saklarsınız?
Çekildikçe izlerim. Daha ziyade bir tedirginlik olursa buna dikkat ediyorum. Mesela, provalarda oyuncu çok iyi oluyor. Daha sonra sete geldiğinde gergin görüyorsam, bu izlemelerden sonra sonuna kadar gidemeyeceğime ikna olursam, o zaman o oyuncuyu değiştiriyorum. Bu değişimler çok nadirdir. Oyuncuyu yönlendirmek hem çok zor, hem de çok kolay. Kendi kendinize, onun içerisinde var olan, hem çok doğal, çok içsel, hem çok sezgisel duygulan dışarı alabilmenin yöntemlerini geliştiriyorsunuz. Bazen çok inanılmaz olabiliyorlar. Keyifle çalışıyorum onlarla.
Oyuncularınızı bir kalıbın içerisine çekmeye mi çalışırsınız, yoksa özgür mü bırakırsınız?
Çok özgür bırakırım ama istediğimi de alırım onlardan.
1998 yılında Güneşe Yolculuk‘u çektiniz. Bu filmi çekmek sizi ürkütmedi mi? Çünkü çok farklı noktalara çekilebilecek bir film yaptınız. Bu gerginliğin ortasında bu filmi yapma fikri nasıl oluştu? “Ben böyle bir film yapmak istiyorum,” cümlesini nasıl söylediniz?
Başlangıçta, bir gazete haberinden yola çıkıldı aslında. Çok başka yerlere çekilebilirdi. Daha soyut gidilebilirdi mesela. Filmin hassasiyeti, bendeki etkileri, araştırma yaparken o yoğunluk, karşılaştığım sorunlar, bir bütün olarak Güneşe Yolculuk‘u doğurdu. Çok yoğun ve uzun bir çalışmaydı aslında. 1995’in sonunda inanılmaz bir maceraya girişmiştim. Bütün yoğunluğumu ona verdim. Birçok yolculuğa çıktım, insanlarla görüştüm. Bütün tecrübelerimi bu filme aktardım.
Bütün bunları yaparken ne tür tepkiler alıyordunuz?
Bana inanan birçok arkadaşımdan destek gördüm. Basının mesafeli davranışı sonucunda, yaptığım çalışmadan rahatsızlık duyan insanlara da rastladım. Güneşe Yolculuk, hazmı çok kolay bir film değil. Herkesin anlayabileceği bir film de değil. Ama dünyanın her yerinde seyircisinin hem sahiplendiği hem de defalarca izlediği bir film haline geldiğini biliyorum. O filmde kendimi hiç kısıtlamadım. Ne söylemek istedimse hepsini söyledim. Çünkü herkes, görmüyor ya da görmezlikten geliyordu. Film zaten onun üzerinedir. Film bir işaretlenme, daha soyut bir kavram üzerine başlamıştı. İşaretlenme, dışa itilme gibi ana temayı, ben, görmezlik ve değişim üzerine, birbirinin dünyasını anlaması, algılaması ve içine girmesi, onun bir parçası haline gelmesi gibi bir eksenin üzerine oturttum. Filmimin ana teması budur aslında. Mehmet’in (Newroz Baz) değişim geçirdiği bir hikâye. Dolayısıyla, o değişimi yaşayacak karakterleri geliştirdim. Kim ne diyorsa kulak asmadım. Ne biliyorsam, ne istiyorsam, onu yaptım.
[tab:Bölüm 3]
“Bulutları Beklerken, benim eve dönüş filmimdir”
Son filminiz Bulutları Beklerken’den biraz bahseder misiniz?
Bulutlan Beklerken bir anlamda, Güneşe Yolculuk filmimin devamıdır. Bir anlamda da doğduğum yere geri dönüşüm. Beni çok etkileyen şeyler var bu filmde. Bütün çocukluğumu, beni yapan, var eden bölgeye geri dönüş gibi. Uzunca bir süre, özellikle babamı kaybettikten sonra, Karadeniz’le bağlarımı koparmıştım. Oraya dönmek çok zor geliyordu benim için. Fakat bu projeyle geri dönme arzusu duydum. Okuduğum bir kitabın, çocukluğumdan beri dinlediğim çok aşina olduğum konular, hikâyeler, özellikle göçle ilgili olarak beni yeniden çekmeye başladı ve yeniden Karadeniz’e gitmeye başladım. Soluk almaya başladım. Yolculuklarımda ve araştırmalarımda senaryo ortaya çıkmaya başladı. Film, Rum göçünü anlatır. Daha doğrusu, onun izlerini anlatır. Sır saklamayı anlatır…. Hayatı elinden alınmış birinin, yıllar sonra geçmişindeki etkilerini, izlerini anlatır. Bu filmin Güneşe Yolculuk’tan farkı, birisinin geçmişine bakarak dolaşır. Ama bunu yaparken de, çocukluğumdaki hikâyelerle bağ kurmaya başladım. Hatta kulağımın arkasında sakladığım bu hikâyeler, bir anlamda orada yaşadığım, benim kendi çocukluğum. Bu bir karakter olarak oluştu, yaşlı bir kadının üzerindeki izleri anlatmaya çalışırken ona sürekli bakan ve onun hayatına giren bir çocuk oluşmaya başladı. O bir parça benim bakışım olmaya başladı. Aslında, Güneşe Yolculuk’taki denklemi kurmuş oldum orada.
Yine amatör oyuncular var…
Olmaz olur mu…
Bundan sonraki filmlerinizde yine bu yolda mı devam etmeyi düşünüyorsunuz?
Burada iki-üç tane profesyonel oyuncum da var. Bunlardan bir tanesi, Rüçhan Çalışkur; bir açıdan bakarsanız iyi bir tiyatro oyuncusu ama sinemada ilk. Bir anlamda o da sinemada amatördü. Oradaki diğer amatörlerden daha heyecanlıydı.
Bu durum sizi besleyen bir olgu mu?
Dediğim gibi, en uygun insanı bulmaya çalışırken, o insanların birtakım standartlarla gelmelerini istemiyorum. Hiçbir şeyi iplemeyen, hiçbir şeyi umursamayan, kendi dünyasıyla, kendi deneyimleriyle, kendi zenginliğiyle ve yetenekleriyle akıl almayacağınız insanlar buldum.
Bu biraz da hiçbir şeyi sınırlamamak gibi bir durum…
Evet. Sınırladığımız zaman, daha tedirgin hale geliyoruz, korkularımız artıyor. Birçok oyuncuda gözlemlediğim bir şey, korku içerisinde “olur mu? olmaz mı?” Öğrendiği bütün kalıpları çekip atarsınız… Amatör oyuncu bu kalıpların hiç birini aklına getirmez. Haberi bile olmaz böyle şeylerden. O bildiği gibi olmak ister. Zaten o haline çok yatkındır. Öyle bir konuşur ki, öyle bir diyalog yaratır ki, şaşırır kalırsınız. Amatörlerle çalışırken, çok doğal, çok içten, çok sıcak bir duygu çıkar. Profesyonellerin böyle tecrübeleri olmaz. Onlar yönlendirilmeye daha açıktır.
Bu üç filminizden sonra genel hatlarıyla bir yönetmen sizce nelere dikkat etmeli?
Bana göre, Türk sinemasında iki temel sorun var. İçtenliği. Bakışlarıyla, sezgileriyle daha yeni sesler var bu alanda ama nadiren, senaryo yazımı da halen bir sorun, iyi senaryo yazmak, karakterlerin çözümü hâlâ sorun. Oyunculuk yönetimi de öyle.
Birçok uluslar arası film fesivaline katıldınız? Size göre Türk sinemasının nasıl bir gelişim çizgisi var? Hem içeriden hem dışarıdan bakan bir göz olarak bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Yeni bir hareketlilik var. Bu hareketliliğin içerisinde ilginç sesler de var. Ama bu kalıcılığına çok bağlı.
Bu iyi mi, kötü mü?
Tazelenmek, yenilenmek, her zaman her yerde iyidir. Yeni bir kuşak, yeni bir ses, yeni bir anlayış, mutlaka kendi farklılığını da getirecektir. Ama bu yenilik bir önceki kuşağa öykünerek geliyorsa bunun bir farklılık olacağını düşünmüyorum. Farklılaştırmak ve o farklılığın içerisine kendi bakışınızı yerleştirmektir önemli olan. Hem dünyada hem de Türkiye’de böyle bir yenilik var. Ben bunu gözlemliyorum. Kalıcı olmak önemli. O filmlerin etkisinin sürmesi çok önemli. Tabii yeni şeyler de üretilmeli.
Sizin filmlerinizde dikkat çeken bir unsur da teknik kalitesinin çokyüksek olması.
Benim ilk kısa filmim Bir Anı Yakalamak‘ı 16 mm.’yle çekmiştim. Film hemen ödüller aldı. Ve bana yeni bir film yapma şansı sundu. Oradaki senaryo bütünlüğü, ışık ve anlatım tekniği bana yeni bir adım attırdı. Fotoğraf, ışık ve kadraj bilgimi bir anlamıyla sınamıştım. Ben aslında yazarken sezgilerime fazlasıyla açığım. Mimarlıktan gelen bir anlayışla tekniği çok çabuk kavramanın ve uygulamanın da faydalarını gördüm, Görsellikle beraber ses unsuru da çok önemli. Nasıl bir aydınlatmayı, nasıl bir kompozisyon yaratacağınızı illa ki bilmek zorundasınız. Bir parça objektifleri, vs.. Sesi kullanma biçimi benim için çok önemli. Türk sineması sesli film çekmeyi bir parça İz’in varlığıyla fark etti. Sesi düşünmeye başladığımda, onu kafama takıp sonuna kadar öğrenmeye çalışıyorum. Öğreniyorum da. “Şu nedir? Bu ne işe yarar?” gibi soruların karşılığını arıyorum. Sese sadece kayıt olarak bakılmamalı. Görselliğin en önemli unsurlarından biri olarak ele alınmalı ve düzenlenmeli. Yaratırsınız, hayal edersiniz, tasarlarsınız, bunun sonrasında kurgusunu yaparsınız. Hatta senaryoyu onun üzerine bile oluşturabilirsiniz. Duyulma üzerine, ses üzerine, sessizlik üzerine… Bulutları Beklerken‘de bu vardır. Bütün bunlar benim merak ettiğim şeylerdi ve çok çabuk öğrendim. Teknik çok hızlı gelişiyor. Bunlar benim sinemanın takip ettiğim alanları. Elektronik dünya çok çabuk ve hızlı değişiyor. Post prodüksiyonda çok hızlı bir değişim süreci var.
Yurt içi ve yurtdışında ödüller aldığınız zaman neler hissediyorsunuz?
Tabii, bu iyi bir destek. İnsan gurur duyuyor. Ama, filminizi ilk defa seyrettiğinizde onunla doğru bir ilişki kurabiliyorsanız en büyük ödül budur. Seyircinin içtenliğini görmek bambaşka bir şey. Onu yoğun olarak Güneşe Yolculuk‘ta yaşadım. İnanılmaz güzel bir duygu. Hâlâ da yaşıyorum. Bir Japon’a o duyguyu geçiriyorsunuz, Diyarbakır’da Berzan’ın dramını yaşayan kişiye de bu duyguyu geçiriyorsunuz. Bu müthiş bir şey tabii ki.
Müzik seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz?
Senaryoyu yazarken filmin müziğinin rengi, tınısı, teması, hatta enstrümanlarına kadar bende bir ses olarak ortaya çıkıyor. O müziği yapacak en uygun kişiyle çalışmayı uygun buluyorum. Mesela, Güneşe Yolculuk için Vlatko‘nun (Stefanovski) eserleri dinleyince, düşündüğüme çok yakın bir müzik yaptığını gördüm. Filmin tema müziğini ve diğer parçaları sekanslarını izleyerek, düşünerek ve hissederek yaptı. Ve filmin hassasiyetine çok uygun bir müzik ortaya çıktı. Bulutları Beklerken‘de Michael Bladzo‘yla çalıştık. Burada çok minimal bir müziğe ihtiyacım vardı. Ayşe’nin iç sıkıntısını anlatan bir müzik olmalıydı. Ve o anlamda hoş bir tema oluşturduk. Bunlar çok ölçülü kullanıldı, Filmin ana üslûbu ses üzerine kuruluydu.
Bu filmi de sayarsak, üç film sonrasında ne hissediyorsunuz?
Bir parçanız gibi onlar. Ne atabilirsiniz, ne de unutabilirsiniz onları. Onlar unutulmadığı sürece hâlâ insanların o filmlerle yoğunlaşabildiğini gördükçe zaman içerisinde zaten sizi takip ediyorlar, sizinle var oluyorlar. Yaşıyorum hissine kapılıyorsunuz onlarla. Onlar benim parçalarım.
Filmlerinizde ‘kimlik’ kavramı üzerinde duruyorsunuz. Bu sizi çok etkiyen bir olgu olmalı?
Türkiye ilginç bir coğrafya tabii ki. Aldığım yoğun eğitim boyunca, geçmiş kültürler, neye sahibiz, neyin üzerinde oturuyoruz, kimiz, neyiz… Neye sahipleniliyor, ne öğretiliyor, ne dikte ediliyor, bütün bu karmaşa, bütün geçmişimiz Doğu’ya ve Batı’ya bakarken nasıl şekilleniyor. Yıllardır çok gözlemlediğim ve içinde yaşadığım şeyler bunlar. Çok sorduğum sorular. Sahiplenilmiş ve sahiplenilmemiş bir tarihe bakarken sorduğum sorular. Bize ait olan ve olmayana sorduğum sorular. Şöyle bir etrafınıza bakın, dünyanın en müthiş sebillerine sahibiz, kimsenin umurunda değil. O kadar kopmuşuz ki yaşamdan, ama bir o kadar da kopmamış gibi davranıyoruz. Bilbordlara bir bakın, çok garip bir kimliksizlik içerisindeyiz aslında.
Filmlerinizle mi yüzlesirsiniz, kendinizle mi? Bu soruyu kimlik sorununu dert etmiş bir yönetmen olarak nasıl yanıtlarsınız?
Zor bir soru bu. Kendi kendimle de yüzleşiyorum tabii ki.
Filmlerinizi izlerken peki…
Geriye dönüp birçok ana şaşırarak baktığım oluyor. Geçmişimdeki filmlerimin hepsi mükemmel olsaydı bir sonraki filmimi yapamazdım. Mükemmel olan bir şeyin ismini ne koyacaksınız ki. Yapma arzusu bile duymazsınız. Tabii ki filmlerinizle yüzleşirsiniz. Filmleri yaparken de kendinizle yüzleşirsiniz, Çünkü onlar sizin kendi kopuşunuzun bir parçası olmaya başlıyorlar. Hatta belgeselimde bile. Ondan söz etmedik ama…
Bulutları Beklerken filminin belgeseli mi?
Bu filmin belgeseli değil. O da yoğun bir şekilde Karadeniz insanını anlatan… Tamamen orada yapılan araştırmam sırasında, kadınların sıkıntılarını, mücadelelerini, doğayla olan var olma çabasını, özellikle de orada var olan Laz kültürünü anlatan çok ilginç bir belgesel. Severek yaptığım belgesel bir film oldu.
Bunu özellikle planlamış mıydınız? Yoksa filminizin araştırmalarını yaparken birden mi ortaya çıktı?
Araştırmalarım sırasında dağlarda, yaylalarda o kadar yoğun bir duygu yaşıyordum ki… Zamanla hayatlarına dahil oldum, ben de onların sorunlarıyla uğraşmaya başlamıştım. Zaten bildiğim bir şey-di, ama onu tekrar yaşamak beni çok etkilemişti. Bu belgeseli yapabilmek için, çekeceğim filmimi erteledim. Üç-dört kişi bir dijital kamerayla çok güzel bir iş yaptık. Buradan 40 dakikalık bir belgesel film çıktı, ama 25 saatlik de inanılmaz bir görsel malzeme. Şimdi, Karadeniz’de yaylalarda bir şenlik yapıyorlar, orada gösterecekler Benim açımdan bu çok önemli.
*Bu görüşme 8 Ağustos 2004 tarihinde Yeşim Ustaoğlu’nun evinde gerçekleştirilmiştir.
[tab:END]