Not: Yavuz Özkan’ın bütün filmlerini izlememiş olanlar bu kişisel yazıyı okumasalar da olur.
Siz rahat yataklarınızda uyurken belki de Yavuz Özkan; senaryosuna sihirli bir cümle daha ekliyor, çekeceği öldüresiye lirik bir sahnenin planlarını kafasında kurguluyor, ya da ‘bellek ve zaman’ diye iki parçaya bölünmüş ve şimdi birer üvey kardeş gibi duran açmazı düelloya davet ediyor.
Ertekin Akpınar
“Hayatımın toplamının ne anlama geldiğini bilmek isterdim.”
Yengeç Sepeti filminden – Yavuz Özkan
12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra TÖB-DER’li Erdoğan abim tutuklanmıştı. Kendisi, İngilizce öğretmeniydi. 1984 yılında tahliye olacağı gün okula gitmemiştim. Metris’in önünde o günü unutamam; abim gördüğü işkencelerden tanınmayacak haldeydi. İşte o gün, bu ülkeye olan inancımı kaybettim. [Yıllar sonra -öğrenciyken- İzmir’den, Sivas’a kadim dostum yönetmen Yüksel Aksu’yla ve Ankara Can Şenliği Oyuncuları’yla bir festivale gitmiştik. Ertesi gün -2 Temmuz 1993- Sivas’ta o ateşin içinden çıktıktan sonra bu ülkenin vahşetiyle yüzleşmiştim. O süreçten sonra, kendime hep şu soruyu sordum. Hala da soruyorum: Âşık Veysel’i, Mevlana’yı, Yaşar Kemal’i, Lütfi Ö. Akad’ı, Neşet Ertaş’ı, büyütmüş bu bereketli topraklar ne zaman bu kadar zalim oldu?]
Bilinen beylik bir laftır, “Bu ülke ya insanı yola getirir ya da yoldan çıkarır.” Resmi tarih yola giren insanların hikâyelerini anla(tmış)tır. Üstelik -hiçbir- hataları olmadan! Resmi tarihin sayfaları saçma-sapan kahramanlarıyla doludur. Eğitim müfredatları durmadan onları kutsar durur. Onlar, tek doğrularıyla yaşarlar ve ona tapınıp dururlar. Yalanlarıyla kurdukları dünya da yaşarlar. Gör(e)medikleri değil, gör(me)mezden geldikleri dünyayı severler, o dünyada yaşarlar. Dillerini ustalıkla kullanmak yerine kaba akıllarıyla hayata tutunmaya çalışırlar ve hayatlarına öyle devam ederler. Fikir üret(e)meyen bu sağ ve sığ kafaların tek sığınağı olan ‘yüce ülkü’leri vardır. Bu ülkenin her alanda gözlerimizin içine bakarak zalimce kayırma, bilerek görmezden gelme, isteyerek affetme kontenjanının kimlere nasıl kullanıldığını biliyoruz. Evet biliyoruz. Ülkenin darbeci faşist generallerinden, işkenceci polislerinden, aşağılık tecavüzcülerinden, siyasi cinayet işlemiş katillerine kadar hepsini biliyoruz. İşte o sağ, sığ ve fikir üretmekten yoksun kafaların gazetelerde, dergilerde, TV’lerde çarşaf çarşaf söyledikleri zaten büyük puntolarla manşetlerden hiç düşmüyor. Onları bağışla(ma)yan, kayıran ve affeden resmi tarihin ve siyasilerin bunu ‘vatan’ görevi bilip nutuk atmalarından da fazlasıyla sıkılmış biri olarak diyorum ki; bu ülkeyi işte böyle böyle tımarhaneye çevirdiler.
Murat Belge’nin deyimiyle, “Darbelerle milyonlarca insanın zihnini betonlaştırdılar.”
Âşık Veysel’in türkülerini söylediği bu topraklar, zalimlerin zulmüyle ve muktedirlerin hırs’ıyla beton gibi soğudu.
Geçmişin Huzursuzluğu
Erdoğan abim, bir gün mahallede en yakın arkadaşlarım Devrim, Ergün ve bana, “çocuklar festivalde gösterilecek bir filmi izlemeye gidiyoruz” dedi. Adapazarı’nda Yıldız Sinema’na gittik. Filmin adı: Maden’di. Lise de okuyordum. Film bitti, dışarı çıktık. O gün; “yeryüzünde başka şeyler oluyor” diye düşünmüştüm. Yürürken ne Ersin, ne Devrim, ne ben, ne de Erdoğan abim o filmi izledikten sonra yürürken tek kelime konuşmadık. Film sonrasında sessizce geldiğimiz mahalleden yine sessizce evlerimize dağıldık. Sonrasında Erdoğan abim film için, “pimi çekilmiş bir bomba” ifadesini kullandığını hatırlıyorum. Maden filmi, hayatıma sarsıcı bir sessizlikle girmişti o gün. Sarsıcı bir şekilde diyorum; ‘sarsıcı’ ne güzel bir kelime.
1990 yılında, Erdoğan abim mahkeme kararıyla öğretmenliğine geri döndü. İngilizce öğretmeni olmasına karşı faşist cunta, O’nu Anadolu’nun ücra bir köyüne -intikam alır gibi- Türkçe öğretmeni olarak atadı. O sürgün, Erdoğan abim için, sonun başlangıcıydı. Orada hayat, O’nu kanser yaptı. O süreçte karşılıklı yazdığımız mektuplar hala o kirli ve faşist bir tarihin tanığı olarak kütüphanemdeki kilitli bir çekmece de duruyor.
Velhasıl kimseye yük olmayı sevmeyen Erdoğan abim, kanserin pençesinde kıvranırken sürgünde Türkçe öğretmeni olduğu Anadolu’nun ücra köyünde karlı bir kış gecesi yazdığı son iki mektuptan sonra dağlara doğru yürüdü. Birini bana diğerini de (şu an yurtdışında yaşayan) sevdiği bir kadına bıraktığı iki mektup kaldı geride. Maden filmindeki sarsıcı bir inançtan söz ediyordu bana yazdığı son mektubunda. Maden filmi, Erdoğan abimin, benim, Ersin’in ve Devrim’in beraber izlediğimiz ilk ve tek filmi olarak kişisel tarihimde, “sarsılmaz bir inanç” olarak kaldı.
Yıl, 1989: Dokuz Eylül Sinema-Tv Bölümü’nde okumaya başlamıştım. Yıl, 1991; Yavuz Özkan, Antalya Film Festivali sonrasında, Film Bitti filmiyle okulumuza gelmişti. Filmde bütün karakterler -isimsiz olması- çok ilgimi çekmişti. (Daha sonra çekilen, İki Kadın filminde karakterlerin ismi yoktur. Kaldı ki olmasına da hiç gerek yoktur.)
Güzel Sanatlar Fakültesi Suat Taşer Salonu’nda, filmi izleyen bir öğrenci olarak soru sormuştum: “Daha önce politik filmler yapıyordunuz. Evet bu filminizde politik bir film. Ama bu değişimi görünce sanki Yavuz Özkan sineması devrimden vazgeçmiş gibi” dediğimde, Yavuz Özkan, “Hala politik filmler yapıyorum. Film Bitti, benim politik filmlerimden biridir” dedikten sonra söylediği şu cümleyi hiç unutamam:
“BİR DÖNÜŞÜMDEN DEĞİL, DEĞİŞİMDEN SÖZ EDEBİLİRİM. DEVRİM EN BÜYÜK HAYALİMDİ. HALA DA EN BÜYÜK HAYALİM. BEN DEĞİL, ŞİMDİLİK DEVRİM GERİYE ÇEKİLDİ. ”
Yavuz Özkan: Hayatı Hesaba Katan Sinema
Peşin fikrim: Filmleriyle -adeletsiz ve eşitsiz- hayata itiraz eden bir yönetmendir Yavuz Özkan. Tanığıyım, çünkü Yengeç Sepeti filminde asistanlığını yaptım. Yavuz Özkan -bütün- filmleriyle hayatla, insan arasındaki, o ‘büyü’lü ve olağanüstü ilişkinin peşindedir. Bazen o filmler, hayatın korkunç bir ıssızlığının eşiğinde durur. Jameson ve Lyotard ‘geçmiş’i bir nostalji öğesinin dışında, ‘bir savaş durumu’ şeklinde bir tanım yapar ya benim Yavuz Özkan filmleriyle ilişkim şu; aramızda hep bir ‘gergin bir savaş hali’ var. Buna kıskanmayı da ekleyebiliriz.
Yavuz Özkan filmleri, her türlü baskıya maruz kaldığı dönemlerde -12 Eylül 1980 faşist darbesi bunlardan biridir- mutlu olmak için yalanlarla kurulu bir hayata göz yummak istemez. Hakikatin peşindedir, hayatın daha adil olmasını isteyen, zekâ ile tedavi olmanın filmlerdir. Onun içindir ki, Yavuz Özkan’ın bütün filmleri filmlerindeki kahramanlar yaşadıkları hayatın, vicdanını sarsarak onun kendisine gelmesini ister. Hayattan intikam almak için değil, hayatı yüceltmek için… Örnek mi? Bakınız: (Demiryol (1979), Yağmur Kaçakları (1987), Umut Yarına Kaldı (1988), Büyük Yalnızlık (1989), Film Bitti (1989), Ateş Üstünde Yürümek (1991), İki Kadın (1992), Bir Sonbahar Hikayesi (1994), Yengeç Sepeti (1994), Bir Kadının Anatomisi (1995), Bir Erkeğin Anatomisi (1996), Hayal Kurma Oyunları (1999)
Film Bitti ve Ateş Üstünde Yürümek’te (1991) iki yönetmenin (Halil Ergün-Yılmaz Zafer) yalnızlığını düşünün, İki Kadın’da evlat edinilen görme özürlü o küçük kıza göl kenarında renkleri anlatma çalışan fahişe kadını (Zuhal Olcay), Yengeç Sepeti’nde babasına, “hayatımın toplamının ne anlama geldiğini bilmek isterdim” diyen kocasından ayrılmış o kadını (Şahika Tekand) yine aynı filmde avukat (Sedef Ecer) ile abisi faşist polis (Mehmet Aslantuğ) ilişkisine, Bir Sonbahar Hikayesi’nde tren yolcuğunda –Kaan Girgin’in okuduğu- Nazım Hikmet şiiri, “Sende; ben, kutba giden bir geminin sergüzeştini, sende; ben, kumarbaz macerasını keşiflerin, sende uzaklığı, sende; ben, imkansızlığı seviyorum” diye devam ederek şiiri hatırlayın. Bu sahneler size neyi hatırlatıyor? Söyleyeyim: Bu ülkenin hiçbir zaman yola getiremediğin kahramanların özgürlüğünü… İşte Yavuz Özkan sinemasının, ‘sırrı’ budur; yola gelmemek.
Yavuz Özkan’ın filmleri gündelik hayatın, ‘aynı’laşma süreci içerisinde farklı kılan birçok yanı vardır. En önemlisi de şudur; gelecek üzerine ‘umut vaat’ etmesi. Vaat edilen hayat yalnızlıkla beslenen ve varlığımıza bir anlam katma arayışını da içine alan önemli bir ‘arayış’ olarak gözükür. O arayış, yalnızlıkla baş edilme çabasının hayattaki karşılığıdır. Kahramanlar hep kendisinin fark edilmesini hissettir Yavuz Özkan sinemasında. Var olduğunun fark edilmesini istemek, yaşanılan hayatı anlamlı kılabilmek, hayatın insana sunulmuş en güzel armağan olduğunun söz’ünü söyleyebilme iddiasını taşıyabilmektir. Yavuz Özkan, bu duygunun, bu duyguların peşindedir. İzlediğimiz o filmlerden görüyoruz ki; yaşadığı hayat, filmlerindeki kahramanlar gibi Yavuz Özkan’ı, sarsmış ve yaralamıştır. Hayat, zaten yaşadığın çağ’a tanıklık etmek değil midir? Yavuz Özkan tam da bu arada -ya da bu aralıkta- filmlerinde kahramanlarını hayatla karşı karşıya getirir: Yanıt aramaz, soru sorarlar.
[Az önce Film Bitti filmiyle gösterim sonrasında, sorduğum bir sorduğumu yazmıştım. O soruyu sorma gerekçelerimden biri şuydu: Hürriyet Gösteri dergisinde Hami Çağdaş ile yaptığı röportajda Yavuz Özkan yıllar sonra Fransa’dan dönüşünde, “bu ülkeyi sevgisizlik teslim almış” diyordu. Bu noktadan devam edersem şu tespiti yapmak benim için de zor olmayacak: Bugünün Türkiye’sinde devam eden bir olgu bu. Demek ki toplumun zihni hala beton gibi!]
İnsan -ruh- haliyle yaşadığı topraklara benzermiş. Umutları, sevinçleri, isyanlarıyla. Benim için Yavuz Özkan filmleri böyle bir şey. Yavuz Özkan sineması -kişisel düşüncem- hayata tanıklık etmenin üç aşamasını hesaba katıyor: Hayatı okuma / yorumlama / aktarma süreci. Bu olgu Yavuz Özkan sinemasının mihenk taşıdır. Onun içindir ki Yavuz Özkan sinemasının her karesi hayatı hesaba katar. Hesaba kattığı için, HAYATA TANIKLIK EDER ve yaşam(a) bilincinin, hayata müdahale etme serüveninde hayatı hesaba katar.
Unutmayalım; -bir dönem- Yavuz Özkan filmleri, umudun ve insani değerlerin saldırıya uğradığı bir dönemde filmleriyle hayata ‘ses’ verirken, 12 Eylül faşist darbesiyle yasaklanmıştı. “Durup, ince şeyleri anlamak” isteyenlerin hayatında Yavuz Özkan filmleri istisnasız hep vardır.
Sıradanlaşan bir dünyada, söz’ün değerini kaybettiği ama görüntüye fazlasıyla aşina bir kuşağın çağ’ında yaşıyoruz. Hayat sıradanlaşıyor. Marshall McLuhan’ın Global Köy, Guy Debord’ın Gösteri Toplumu, Jean Baudrillard’ın Tüketim Toplumu’nda gittikçe vahşileşen, vahşileştikçe dizginlenemez bir hal alan kapitalizm dünyası anlatılır. O dünya satır aralarında, insanın kendi elleriyle yarattığı kapitalizm canavarının daha da vahşileştiğini anlatmasının yanında dünyanın gittikçe sıradanlaşmasının hikayesini anlatır.
Sıradanlaşan, ‘aynı’laşmanın içinde bir çok sanat eskizi hayatı açıklamakta yetersiz olduğunu görüyoruz. Böyle bir sürecin en temel sorunu şudur; gündelik hayatın gerisinde kalmak. Yavuz Özkan sinemasının kıymeti burada devreye giriyor.
Yönetmenin Hayat(la) Muhasebesi ya da Bir Asistanı Olarak Yönetmen Yavuz Özkan
1- Yavuz Özkan filmleri, bedeli ödenmiş bir hayatın belgesidir.
2- Yavuz Özkan filmleri, ‘bize ne oldu’ sorusundan yola çıkar. Hayatın sarsıntısından sinemanın sessizliğine doğru yol alır.
3- Forster’ın dediği gibi yeryüzünde 26 konu, 32 tema, 8 nota etrafında dönüyoruz. Ama Yavuz Özkan filmlerin sadece bir tek odak noktası yoktur. Yavuz Özkan’ın, filmleriyle insan ruhuna yaptığı kötülükler vardır!
4- Yavuz Özkan filmleri, izleyicileri için derin bir girdaptır.
5- Klasik ve klişe bir söylemle söylemek gerekirse, toplumların ve toplulukların ‘ortak hafıza’sı vardır. ‘Ortak hafıza’ ve ‘ortak kod’lar o toplumların aslında o toplulukların ‘ruh kimlik’lerini yansıtır. O kimlik, o toplumların kendilerini bir düşünce etrafında var eden sessiz bir toplanma biçimidir aslında. Bütün bunlar alışkanlıkları, gündelik hayatı, beden dilini, jestleri, jargon’ları ifade eder. Yavuz Özkan filmleri gündelik hayatın dil’ini, geçmişin ortak hafızasında duran ortak kodlarla -mekânlarla- tuhaf, acayip, şaşırtıcı bir kurguyla izleyicisinin karşısına çıkar. Hemen içine doğru çeker. Nedeni şudur; filmlerinin anlam yapısı, anlamı ‘sahici’likle yol alan bir duygunun iz’ini surer.
6- Yavuz Özkan filmleri masumiyetin yitirilişidir.
7- Yavuz Özkan filmleri, merhametin kaybolduğu bir dünya da, kapitalizmin, birey’i -nasıl- mahvettiğinin belgesidir.
8- Yavuz Özkan filmleri klişelere yüz vermez.
9- Yavuz Özkan filmleri, kurallara bağlı kalmaz.
10- Yavuz Özkan filmleri, hayatın acımasızlığını gösterir. Ama hayatın acımasızlığına göz yummaz.
11- Yavuz Özkan sineması her zaman -ama her zaman- hayata müdahale etme bilincinin inancını taşır.
12- Yavuz Özkan sinemasının -bana göre en güzel tarafı- bütün filmlerinin zekâsı yakışıklıdır. Hem de çok. İyi ki tanığıyım.