Giancarlo Berardi ve Ivo Milazzo‘nun yarattığı Ken Parker gelmiş geçmiş en iyi çizgi romanlardan biri olmasının yanı sıra beni filmler dışında ağlatabilen (evet, filmler söz konusu olduğunda oldukça sulugözlüyümdür) yegane şeydir. Öyle hüngür hüngür değil ama pek çok macerasının sonunda bir iki damla yaş sızmıştır gözümden.
Onu en iyilerden biri yapan hikayelerinin ve karakterlerinin sahiciliğidir öncelikle. Ardından o inanılmaz karelemeler gelir. Kadrajından gölgelemelerine ve arka planlarına her sinema yönetmeninin filmine taşımak isteyeceği karelerdir bunlar.
Ülkemizde bir süre önce yayınlanan son sayısındaki (39) macera Geçmişten Gelen Nefret adını taşıyor. Ken Parker, şerif seçiminin arefesini yaşayan bir kasabaya gelir. Son yirmi yıldır Vahşi Batı’ya uygun metodlarla kasabayı başarıyla kollayan Şerif Dunn’ın karşısında, hukuk mezunu, politik kariyer peşinde ve sorunları çözmek için artık silaha değil modern yaklaşımlara ihtiyaç olduğuna inanan genç bir rakip vardır. Tahminen 60’lı yaşlardaki Şerif Dunn seçimi kaybeder. Kasaba halkı yenilikten yana kullanmıştır tercihini. Ama yalnızca kaba kuvvetten anlayan bir grup haydut kasabayı haraca kesmeye başladığında yeniden Şerif Dunn’ın kapısını çalacaklardır.
Ken Parker hikayelerinde aksiyon dozu kimi zaman yükselse de, genellikle bir romanın içinde kullanılan unsurlardan biri olmaktan ileri gitmez. Aşk, gizem, yaşam üstüne düşünceler en az aksiyon kadar yer tutar. Finalindeki High Noon-vari düello dışında aksiyonun iyiden iyiye geriye atıldığı Geçmişten Gelen Nefret adlı macera farklı karakterlere ait pek çok yan hikayenin bir araya gelmesiyle oluşmuş. Ortaya çıkan bütünün anafikri ise çok açık: yaşlılık onu yaşayanlar için belki ateşten bir ok ama an gelir bir yaşlı diğerleri için tecrübe ve sığınılacak bir liman anlamına gelebilir.
Bu kadar Ken Parker muhabeti yapmam boşa değil. bu kitabı okumam ve Deep Purple konserine gitmem aynı güne denk geldi. İkisi de bittiğinde yaşlılık düşüncesi vardı kafamda. ( Bu arada bendeki bu şaşırtıcı konser motivasyonun ardında yatan ne bu aralar? Belki de Numan Serteli’nin “bir” caz konserine gidip sonra da bu deneyimini allayıp pullayıp Ters Ninja’ya aktarmasını kıskanmıştım. En acı intikam onun çok sevdiğini düşündüğüm bir grubun konserine gitmekti. “Kendisinin yaşıtı olan müzisyenlere müzisyenlere muhabbet besliyordur” tezinden hareketle Deep Purple’ı seçtim. Numan Serteli’nin yaşıyla karşılaştırınca grubun elemanları Ian Gillan, Steve Morse, Roger Glover, Don Airey, Ian Paice epey genç kalıyor aslında. Ama elimden gelen bu, yaşıtını bulacağım diye ne Safiye Ayla‘yı, ne de Edith Piaf‘ı diriltebilirim.
Peşin peşin söyleyeyim… Deep Purple konserini yarısında terk ettim. Yüreğim onları daha fazla seyretmeyi, dinlemeyi kaldıramayacaktı. Gittiğime pişmanım konsere. Hayalimdeki görüntüleriyle yetinmeyi tercih ederdim.
Çılgın Motorcular (Wild Hogs) filmini bilirsiniz mutlaka. Hani John Travolta, Tim Allen, Martin Lawrence ve William H. Macy yaşını başını almış dört arkadaştırlar. Ama biraz da andropozun etkisiyle köt göbeklerine bakmadan gençlik günlerindeki gibi Harley Davidson’larına atlayıp kendilerini yollara vururlar. Deep Purple sahneye çıkınca aklıma bu film geldi işte.
Saygısızlık etmek istemem. Çok büyük bir gruptan söz ediyoruz burada. Ama Ian Gillan sahneye deri pantolanla değil, kot pantolonla değil, bol bir dede eşofmanıyla çıktı sayın ninjalar. O eşofmanı gördüğüm anda bir terslik olduğunu anlamıştım zaten. Şarkı söylemeye başladığında Ian Gillan, sorunun ne olduğu anlaşıldı: Yaşlılık. Artık sesi yetmiyordu. (Ses sisteminin de ona yardımı olduğu söylenemezdi!) Ama onu kim suçlayabilir 65’ine merdiven dayamış bir dede o. Herkes Mick Jagger olmak durumunda değil tabi. Ama David Coverdale, Klaus Maine‘nin de sahne performansını izledim. Onların enerjisinin ve sesinin yarısı yoktu Gillan’da. Ve gri bir eşofmanla çıktı diyorum abi ya. Ayrıyeten şarkılarla gita soloların yarı yarıya gittiği bir rock konseri de biraz seyirciyi uyutmaya yöneliktir kanımca.
Highway Star‘da iyice belirginleşti gırtlak zafiyeti. Perfect Stranger‘ı söylemeye başlarken çıktım konserden. Adımlarımı hızlandırdım. Sweet Child in Time‘ı söylemeye felan kalkarlardı mazallah… Ne onlar için, ne benim için hayırlı olmazdı… BlackNight ve Smoke on the Water‘a da denk gelmedim ben.
En son Duran Duran‘ın televizyondan yayınlanan yardım konserinde böyle kötü olmuştum. Gençliğimizin ilahı Simon Le Bon, Elvis Presley‘in son günlerini andıran bir güreşçi fiziğiyle şarkı söylemeye çabalıyor… ve giderek batıyordu.
Tekrar edeyim tüm bu yazdıklarım Deep Purple’ın çok ama çok büyük bir grup olduğu gerçeğini değiştirmez. Ölümcül ve çaresiz bir hastalık olan yaşlılığın er geç hepimizi ele geçireceğini bir kez daha hatırlatır olsa olsa. Ve belki de o zaman geldiğinde üç beş kuruş için geçmişimize halel verecek işlere kalkışmamız gerektiğini…
Not: Eğlenenler, şarkılara eşlik edenler vardı tabi. Ama onlar da daha çok Deep Purple ile kesişen kendi geçmişlerinenümayiş yapıyorlardı sanki. Ufak bir azınlık da “bu para verildi madem öyle ya da böyle eğlenilecek” düsturuyla hareket ediyorlardı.