Macar Yönetmen Zoltan Fabri’nin Türkiye’de “Cehennemde İki Devre” olarak bilinen 1963 yapımı filminin Futbol-sinema ilişkisi ele alındığında bu alanın en klasik eseri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Filmde bir futbol maçı ve maça hazırlık süreci etrafında insan psikolojisinin yaşama tutunma boyutuna yönelik oldukça önemli tespitlerde bulunulmakta…
Memet Zencirkıran
Yıl 1944. İkinci Dünya Savaşı zamanında Macaristan’da bir çalışma kampı. Güneş ilk ışıklarını yansıtırken, kamera çalışma kampındaki baraka içerisinde yavaş yavaş dolaşmaya başlar. Otoriterizmin bütün ağırlığının çöktüğü yorgun ve yıpranmış yüzlerle başlayan film, izleyicilerine yoğun bir insanlık sorgulaması da yaptıracaktır…
Çavuş: Tekmil ver!
Mahkum: 306 / Özel Hizmet Birliği. Mevcut 98, Hasta 2. 96 kişi yürüyüşe hazırdır, Çavuşum.
Çavuş: Ölü dışında, burada kimse hasta olmaz… Herkes uygun adım yürüyüşe hazır olsun!
Diyalog sarsıcıdır. Ayakta kal, ya da öl… Ve ayakta kalmak için her şeyi yap… Kamp, hayatta kalmak için mahkumların birbirleriyle de mücadele ettiği bir arenayı hatırlatmaktadır…
Filmin ana temasını bir futbol karşılaşması ve karşılaşmaya hazırlık sürecinde yaşananlar oluşturur. Hitler’in doğum günü yaklaşmaktadır. Alman komutanlar kamp hayatının sıkıcılığı ve rutinliği karşısında askerleri de eğlendirecek farklı bir kutlama yapmak amacıyla Alman askerler ve kamplardaki mahkumlar arasında bir futbol maçı düzenlenmesine karar verir.
Yaklaşık 2 hafta sonra oynanacak maç için takımı organize etme görevi kampta bulunan Macarların ünlü futbolcusu Onodi’ye verilir. Çalışmaktan zayıf düşmüş bedenler için takıma seçilmek, kısa bir süreliğine de olsa çalışmaktan kurtulmak, dinlenmek ve ekstra yiyecek anlamına gelmektedir. Onodin, diğer kampları da dolaşarak kurabileceği en iyi takımı oluşturmaya çalışır…
Filmde en öne çıkan karakterlerden birisi çelimsiz Yahudi tiplemesi Steiner’dir. Kampında ezilen ve küçümsenen, ölüme en yakın isim olan Steiner için takıma seçilmek yaşama tutunmak anlamına da gelmektedir. Yalan söyleyenin öldürüleceği vurgusuyla sorulan “kim futbol oynamayı biliyor” sorusuna grubunda futboldan anlamasa da tek olumlu yanıt veren kişidir. Kaybedecek bir şeyi yoktur, tek bir vuruş kaderini çizecektir ve takıma seçilir.
Yapılan ilk antrenmanda, Steiner’in futbol ile uzaktan yakından ilgisi olmadığı ortaya çıktığında, Onadin’in büyük bir öfkeyle sorduğu soruya verdiği cevap, bir insanın yaşama arzusunu yansıtması açısından önemlidir:
Onodin: Bana yalan söyledin, Steiner.
Steiner: Evet, söyledim.
Onodin: Neden?
Steiner: Çünkü. Bu kadar erken ölmek istemiyorum, Bay Onodi. Eğer bir yolu varsa eve gitmek istiyorum…
Tek bir asker gözetiminde, rahat bir ortamda yapılan antrenmanlar sırasında maç sonrasında tekrar çalışma kampının ağır koşullarına dönmek istemeyen mahkumlar arasında kamptan kaçma fikri öne çıkar… Onodin, başta bu düşünceye karşı çıksa da, çalışma kampının acımasızlığı, fikrinin değişmesine de neden olur…
Antrenmanlar süresince kendilerini izleyen askeri saf dışı bırakarak kaçan takımın bu girişimi, kaçışın üzerinden bir gün bile geçmeden başarısızlıkla sonuçlanır… Savaş döneminde böyle bir girişimin bedeli açıktır: Askeri mahkemede yargılanma ve idam… Bunun yanında önceden planlanan doğum günü de gelmiştir. Ve kutlamaların planlandığı gibi devam etmesi önemlidir… Maçın ertesi gün askeri mahkemeye çıkarılıp idam edeceklerini öğrenen ve kaybedecek bir şeyleri kalmayan mahkumlar maça çıkmayı reddeder… Çavuşun, güzel bir maç geçmesi halinde yaşananları göz ardı edeceği sözü –gerçeği yansıtmasa da- takımdakilere az da olsa hayata tutunma umudu sağlar…
Küçük bir tepenin altına kurulan futbol sahası ve ölüme karşı oynanan bir maç… Onodin’in maç sonrasında öldürüleceklerini düşünmesi nedeniyle hiçbir şey yapmadığı ilk yarıyı Alman gardiyanları 3-1 önde bitirir. Sonrası klasik spor karşılaşmalarında aşina olduğumuz sahneler… Alman askerleri ve seyircilerinin küçümseyici/aşağılayıcı tavırları, mahkumların maçı onur ve gurur meselesi yapmaları, Onodin’in harika performansı, her gelen gol ile birlikte çalışma kampındaki mahkum seyircilerin coşkusunun, Alman asker ve seyircilerin öfkesinin artması… Skor ikinci yarıda mahkumlar lehine 4-3’e geldiğinde ise işler rayından çıkar… Mahkumların gol sonrası yaptıkları aşırı sevince müdahale edilmesini isteyen Alman Albay’ın yanındaki rütbelinin “bu sadece bir oyun” sözlerine verdiği “bu bir isyan sözleri” aslında yaşanacakları da gösterir: “İsyanı bastırın”. İlk kurşunu sıkan albayı, makineli tüfek sesleri izler… Bir sabah vakti yorgun ve yıpranmış yüzlerle başlayan film, bütün bir filmi özetleyen bir sonla noktalanır… Kamera önce yavaş yavaş sahada yatan mahkumlardan oluşan bedenler ve yüzler etrafında dolaşır, Nazi bayrağı ve futbol topu görüntüsü ile sonlanır….
Filmdeki çarpıcı bir vurguya da değinmek gerekiyor. En umutsuz zamanlarda, çalışma kampının ağır koşullarında bile insan olunduğunu hatırlatan en önemli unsurlardan birisi müziğin duyulduğu, şarkının söylendiği o kısacak anların verdiği rahatlama… Bir çantadan, teneke kutulardan, eşyalardan oluşturulmuş enstrümanlarla kısacık bir parçanın çalındığı an mahkumların özgürlük ve insanlık hissine en yakın oldukları nokta…
Filmde çaldırmamak için botlarıyla uyuyan mahkumun sabah kalktığında botlarının çalınması karşısında düştüğü durum, futboldan hiç anlamayan mahkumların biraz daha iyi yaşam koşulu nedeniyle takıma seçilmek için gösterdikleri duygu sömürüsünü de kapsayan çabalar, mahkumların hayatlarının birkaç insanın dudakları arasında olmasının verdiği çaresizlik duygusu başarılı bir şekilde yansıtılıyor. Film, izleyicilere otoriteryen yönetimlerin acımasızlığı ve insanın kaderinin başka bir insanın insafına bırakıldığı hallerde olabilecekleri çok net olarak gösteriyor ve sadece bu yönüyle bile önemli bir işleve sahip…
Genelde geçmişe yönelik iyimserlikle çok sayıda kişi tarafından başyapıt olarak değerlendirilen film, abartılı oyunculukları ve zaman zaman çok belirgin bir şekilde ortaya çıkan teknik eksiklikler –vurulan askerlerin üzerinde kurşun izi olmaması, tek bir yumrukla abartılı düşme ve bayılma sahneleri vb.-, hızlı senaryo geçişlerine rağmen rağmen iyi bir film ve bu alandaki ilklerden biri olması nedeniyle saygıyı da hak ediyor…
Değerlendirmemizi takıma seçilip daha iyi beslenme ve dinlenme imkanına sahip mahkumlarla, bu eşitsizlikten dolayı takıma seçilenlere öfke duyan mahkumlar arasında yatakhanede çıkan kavgaya noktayı koyan bir sözle bitirelim: “İnsan olduğumuzu hatırlamaya çalışın”. Evet, en kötü zamanda bile yapılması gereken bu: “İnsan olduğumuzu hatırlamak”. Başka da bir söze gerek yok…
NOT DEFTERİNDEN:
Filmde kampın sert Alman Çavuşu ile Onodi arasında geçen diyalog son derece önemli bir sosyolojik gerçekliğe vurgu yapıyor. Çavuşun “O kadar kötü biri değilim inan bana. Buradaki herkesin benden nefret ettiğini biliyorum. İnsanlara işkence etmekten hoşlanmıyorum. Ama ne yapabilirim ki. Emir emirdir” sözleri modern toplumlardaki bürokratik yapılanmaların suçu nasıl gayrişahsileştirdiğini göstermesi açısından son derece önemli. “Ben emir kuluyum ve sadece bana söyleneni yapıyorum. Ben yapmasam nasıl olsa başkası yapacak” söylemi, modern toplumda baskı ve işkenceden başlayıp, soykırıma kadar uzanan eylemlerinin meşrulaştırıcısı işlevini görmekte…