Nedensizce gelir; yakar-yıkar, yok etmeye çalışırlar… Hemen her seferinde ABD gibi bir kurtarıcı tarafından hüsrana uğratılsalar da bu sevdadan vazgeçemez; bir yolunu bulup güllük gülistanlık dünyamızı (!) cehenneme çevirirler. İşte; neredeyse sinema tarihiyle yaşıt olan dünya dışı varlıkların insan ırkıyla bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesi…
Aslında bu süreci başlatan, sinemanın ilk büyücüsü olarak da anılan George Melies’ten başkası değildi. Houdini’nin öğrencisi ve ilk gerçek öykü anlatıcısı da olan sanatçı; H.G. Wells ve özellikle Jules Verne’den yola çıkarak hazırladığı 14 dakikalık Aya Yolculuk’ta sevimli uydumuzun sakinleri tarafından hiç de dostça karşılanmayacak, tutsak düşecek; ancak bir yolunu bulup dünyamıza dönmeyi başaracak astronotların öyküsünü konu alıyordu. Ay’daki karşılaşma bölümünün Fransa’nın sömürge ülkelerinde karşılaştığı hoşnutsuz tavırlara yapılan bir gönderme olduğu iddiaları bir yana, 1902 yapımı bu klasik uzaylıları düşman olarak görme anlayışının ilk sinemasal ayağını oluşturma bakımından önemliydi.
Aleksei Tolstoy’dan uyarlanan ve Jakov Protozanov imzasını taşıyan Aelita ise ilk Sovyet bilimkurgusu olmanın dışında, konuya siyasi yaklaşımıyla dikkat çekiyordu. Filmde, Mars’taki totaliter sistemin lideri olan Tuskub’un kızı Aelita, dünyaya gizemli bir radyo mesajı yollayıp yardım çağrısında bulunuyordu. Bir teleskopla gözlediği Los adlı genç tarafından çağrısına yanıt bulan genç kız, bir süre sonra Los ve devrimci Gusev’i gezegenine davet edecek ve kahramanlarımız Mars’a vardıklarında Aelita’nın, babası tarafından tutuklandığını öğrenip duruma müdahale edeceklerdi.
Dünyada ve Mars’ta geçen birbirine bağlantılı iki ayrı öykü sunan Protozanov, siyasi çürüme ve faşizm eleştirisini oldukça ilginç mekanlara taşımıştı. Fütüristik setlerin göz kamaştırdığı yapım, gerçekdışı bir ortamda geçen politik bir serüven olarak da nitelendirilmişti.
Yedinci Sanat’ın sessiz dönemlerinden gelen bu iki örnek, uzaylılar temasının sonraki yıllarda nasıl işleneceğinin habercisi olması bakımından dikkat çekiciydi. Ülkeler, “yabancı” figürünü, tehdit olarak gördükleri unsurlar ya da ideolojik duruşlarına göre konumlandırıyor ve tamamen sübjektif bir bakış açısının ürünü olarak ele alıyorlardı.
Soğuk Savaş’ın Tanığı
Bu bakış açısının ürünü olarak; neredeyse tüm 30’ları tesir altına alan Büyük Bunalım ve 2. Savaş’ın ayak sesleri, ardından da insanlık tarihinin en büyük hesaplaşmalarından birine tanık olunması, kameralarını uzaylılara çevirmeye heveslenen yapımcı ve yönetmenlerin uzunca bir süre beklemelerine yol açacaktı.
Nihayetinde dünyalıların çok daha ciddi sorunlarla yüz yüze geldikleri dönemlerin, 50’lerin başlangıcında bir süreliğine de olsa sonu gelmiş görünüyordu. Her ne kadar Soğuk Savaş bütün gerilimiyle yeni sürecin baş aktörü olarak ortaya çıksa da, bu durum, dünya dışı varlıkların ideolojik olarak temsilinde ilginç bir tablonun ortaya çıkmasına yol açacaktı.
Harry Bates’in Farewell to the Master adlı öyküsünden uyarlanan The Day Earth Stood Still / Uçan Dairenin Esrarı, 50’lerde çokça konuşulan uzaylı kavramını ele almakla beraber, tür bu varlıkları ‘canavar’ ve ‘yok edici’ olarak tasvir eden örneklerinden ayrılmasıyla önem kazanmaktaydı. Washington yakınlarına inen bir uçan daireden dünyamıza konuk olan –ve sinemada rastladığımız ilk önemli uzaylı figürünü temsil eden- Klaatu’nun tek amacı insanlığı tehdit eder boyutlara ulaşmış nükleer tehlikeye dikkat çekmekti. Başlangıçta kimliğini gizleyerek bir anne ve oğlunun yaşadıkları eve sığınan kahramanımız, mesajını algılamak yerine ona düşmanca tavırlar sergileyen dünyalılarla karşılaşacak; hatta bu yüzden akıl hastanesine bile gönderilecekti!
İçerdiği barışçıl mesajlarıyla türe yeni bir soluk kazandıran film, dönemini aşan bir dekor ve efekt anlayışıyla da öne çıkmaktaydı. ‘Sevimli’ Gort karakteriyle de hatırlanan ve kendisine zaman içinde geniş bir hayran kitlesi edinen Uçan Dairenin Esrarı, daha çok Batı Yakasının Hikayesi ile tanınan Robert Wise’ın erken dönemine damgasını vuran bir tür klasiğiydi.
Anılan filmin istisna düzeyinde kaldığının kanıtı, kısa sürede birbiri ardına gösterime giren filmlerin sonucunda açığa çıkacaktı. 1951 yapımı bir başka yapım; John W. Campbell’ın 1938 yılında yazdığı Who’s Goes There? adlı kısa öyküden uyarlanan Başka Bir Dünyadan Gelen Şey (The Thing From Another World) bilim-kurgu / gerilim sinemasının öncü örneklerindendi. Hollywood stüdyo sisteminin en yaratıcı yönetmenlerinden Howard Hawks’un (Christian Nyby ile birlikte) türdeki tek denemesi, ordu pilotu yüzbaşı Patrick Hendry ve baş araştırmacı Dr. Carrington’un önderliğini yaptığı bir grup bilim adamının öyküsünü konu almaktaydı. Filmde, Kuzey Kutbu’ndaki bir üste çalışmalar yapan ekip, araştırma istasyonunda buza gömülü bir uzay aracına rastlamışltı. Daha kapsamlı bir araştırma yaptıklarında donmuş pilotu farkedip onu istasyona taşımaları korkunç olaylara neden olacaktı.
80’lerde öne çıkan Alien ve benzeri filmlerin öncülü olan yapım, soğuk savaşa dair gerici bir altmetne sahip olmasına karşın, içerdiği gerilim unsurlarıyla klasikleşmişti. Bir muhabirin radyo yayınından yaptığı son uyarıdan yaratıkla son mücadeleye kadar bir çok ölümsüz sahneyi barındıran yapımın, 1982 yılında John Carpenter imzalı ve oldukça başarılı bir yeniden çevriminin olduğunu da hatırlatalım.
H.G. Welles’in tüm zamanların en başarılı bilimkurgu romanları arasında gösterilen eserinden 1953’te uyarlanan War of the Worlds / Dünyalar Savaşı, gündeme ilk olarak Orson Welles’in ünlü radyo uyarlamasıyla gelmişti. Byron Haskin’in 50’lerin soğuk savaş paranoyasını kusursuzca betimleyen klasiği, bir meteorun yeryüzüne düşmesiyle açılıyordu. Açılan kraterden fırlayan uçan daireler bir süre sonra dünyayı istila etmek için harekete geçip insanlara korku dolu saatler yaşatacaklardı.
B filmi kategorisinde değerlendirilmesine karşın uzay gemilerinin harika tasarımı, mükemmel ses efektleri ve canlı renk kullanımıyla dikkat çeken film, Spielberg’ün 2005 yapımı dev bütçeli filminde yeniden ele alınmıştı.
(Bu noktada; çoğunlukla büyük bütçelerin söz konusu olmasından dolayı, Hollywood dışında pek rağbet edil(e)meyen uzay / bilim kurgu filmlerine farklı bir örneğin, 1954 yılında Japonya’dan geldiğini belirtmek gerekir. Her ne kadar yazımızın çatısını oluşturan “uzay istilası” kategorisine girmese de, Ishiro Honda imzalı Gojira / Godzilla’nın adı geçen yapımlarla bir akrabalık bağı bulunmaktadır. Felaket ya da canavar temalı filmler arasında özel bir yere sahip olan ve sayısız tekrarı çekilen film, daha çok Hiroşima ve Nagazaki’de yaşanan büyük atom felaketinin yansımaları üzerine şekillenen temasıyla dikkat çekmektedir. Film, pervasızca hız kazanan nükleer testlerin sonucunda, denizdeki ölü uykusundan uyandırılan dev bir canavarı konu alır. Dinozoru andıran bedeni ve büyük yıkımlara yol açan nükleer nefesiyle önüne çıkan her şeyi yok eden Godzilla’nın son hedefi Tokyo’dur. Japonların bilinçaltını resmeden Kayama’nın eşsiz öyküsünden uyarlanan film, felaketleri sonlandırmak için kendisini feda eden profesörün kimliğinde nükleer tehdite işaret etmektedir. Tsuburaya’nın döneminin oldukça ilerisinde olan efektlerinden de güç alan Godzilla, sonraki yıllarda –toplumsal bellek kaybına ve düzelen Japon – Amerikan ilişkilerine işaret etmek istercesine- eleştirel kimliğinden soyutlanarak King-Kong’vari bir canavara dönüştürülmüştür.)
1956 Bereketi
Freudyen göndermelerle dolu ve –Wise’ın ‘Gort’ karakteri gibi- döneminin çok sevilen uzaylı robotu ‘Robby’ tiplemesiyle anımsanan Forbidden Planet / Yasak Gezegen (1956), janrın sanatsal tasarım anlamında da özgün eserleri arasında yer almaktaydı. Uzayda keşfe çıkmış John Adams komutasındaki bir gemi, bir süredir sinyal almakta oldukları bir koloniyle iletişimlerinin kesilmesi üzerine gezegene doğru yöneliyordu. Dünyamızdan yaklaşık 17 ışık yılı uzaktaki bu yerleşim merkezi bir canavarın saldırısına uğradığını farkeden ve yalnızca Morbius adlı bir bilim adamıyla kızının sağ kaldığı olayı inceleyen ekip, bölgede güvenliği sağlayan tek unsur olan Robby ile tanışıp olayların içine doğru hızla çekilecekti.
Özellikle Krell laboratuarı tasarımı ve canavarın saldırı sahneleriyle unutulmaz bir fantastik ortam yaratan Yasak Gezegen, aynı zamanda elektronik yöntemlerle değiştirilen ve 50’ler sinemasında devrim niteliğinde olan ses ve müzik efektleriyle de büyük başarı kazanmıştı. Filmin Arnold Gillespie, Irving Ries ve Wesley Miller imzalı görsel efektlerinin ise Oscar’a aday gösterilmişti.
Tabakların ‘UFO’lara dönüştüğü, kağıttan yapılmış kayıkların devasa gemilerin yerini tuttuğu, ilkel ötesi bir makyajın sirk gösterisini andırdığı bir uzay filmi olan Plan 9 from Outer Space / Uzaylıların 9 No’lu Planı (1956), janrın üzerine en çok konuşulmuş filmlerinin başında yer alıyordu. Filmde, uçan dairelerle geldikleri dünyamızı ele geçirmek adına gizli faaliyetlerde bulunan uzaylılar, işe ölüleri diriltmekle başlamışlardı. Gizli yetkililerin farkına vardıkları; ama açığa çıkarmadıkları durumu çözmek için bir araya gelen eski bir hava pilotu ve dedektifin işi hiç de kolay olmayacaktı.
Biraz da bütçesinin inanılmaz oranda düşük olmasından kaynaklanarak ‘dünyanın en kötü filmi’ olarak lanse edilen yapım, ölümünden sonra ünü kat kat artan Ed Wood’a da ‘en kötü yönetmen’ ünvanı kazandırmıştı. Gözde oyuncusu Lugosi’nin ölümünden sonra çekilen eser, sanatçının eski görüntülerinden yararlanılarak filme dahil edilmişti. Hepsi bir yana, -ortaya çıkan tabloyu görmezden gelerek- Tim Burton’ın ünlü filmine de adını veren ilginç yönetmenin sinema tutkusuna hayran olmamak elde değildi.
56’da gösterime giren bir başka dikkate değer bilimkurgu klasiği olan Invasion of the Body Snatchers / Beden Yiyenlerin İstilası, son derece ilginç bir öyküyü, döneminin politik olgularına gönderme yapmayı ihmal etmeden ele almaktaydı. Jack Finney’in seri romanından uyarlanan yapım, California’nın Santa Mira kasabasını fon alıyordu. Bölgede olağan biçimde süren hayat, bir süre sonra insanların garipleşmeye başlamalarıyla bambaşka bir boyuta taşınmıştı. Durumu araştıran doktor Miles Bennell’ın bulguları çarpıcı bir gerçeği gözler önüne seriyordu. Uykuya daldıkları anda uzaylılar tarafından bedenleri ele geçirilen insanlar, tıpkı dünyaya düşman olan bu varlıklar gibi hareket etmekteydiler. Miles ve kız arkadaşı Becky Driscoll, bir yandan uyanık kalmaya ve uzaylıların onları yakalama çabalarına karşı mücadele etmeye çalışırken, bir yandan da olayların ülke geneline yayılmasını önlemek zorundaydılar.
Canavar ve dünyayı ele geçirmeye çalışan uzaylılar olgusunun arka planında ‘soğuk savaş’ ve ‘komünizm’ tehditinin yol açtığı paranoyaya yer veren bu karamsar ancak türde fantastik yenilikler içeren film, son derece düşük bütçesiyle elde ettiği büyük başarı bir yana, sonraki döneme damgasını vuran kimi bilimkurgu yapımlarını da derinden etkilemişti.
50’lerin, yani sinema tarihinde (son dönemde birbiri ardına gündeme gelen üstün yapımlar sayılmazsa) konunun en çok ele alınıp, toplumsal korkuların dışavurumuna olanak tanındığı yılların kapanış perdesi, 1958 yapımı The Blob’la gerçekleşecek ve bu seferki düşman uzaydan gelen bir sıvı olacaktı!
Değişim Rüzgârları
Ana akım sinemanın büyük değişime uğradığı ve toplumsal bilinçlenmenin eleştirel ve toplumsal içerikli filmlerde vücut bulduğu 60’larda nadiren gündeme gelen bilim kurguların en başarılı örneği sayılabilecek Planet of the Apes / Maymunlar Cehennemi (1968), usta yazar Pierre Boulle’un aynı adlı eserinden beyazperdeye yansımış ve kısa sürede türün klasikleri arasında girmişti. Yapımda, astronot Taylor, yanındaki iki arkadaşıyla birlikte bir gezegene zorunlu iniş yapmak zorunda kalıyordu. Bir süre sonra gezegene ilişkin korkutucu bir gerçek açığa çıkacaktı. Burada bütün kontrol maymunların elindeydi. Başka bir deyişle maymun ve insanların yer değiştirdiği gezegende insanlar ilkel köleler olarak görülürken, maymunlar ileri teknolojik gelişmenin sahibi, akıl ve mantık dolu canlılar olarak karşımızdaydı! Özellikle kimi maymunların insan ırkına zalimce bir yaşamı reva gördüğü bu ortamda tutsak düşen Taylor, gezegenin efendilerinin kafasını oldukça karıştıracak ve dostlarının sayesinde gezegenden kurtulmanın yollarını arayacaktı.
Kısa sürelerde gündeme gelen devam filmleriyle fenomene dönüşen eser, son olarak Tim Burton yönetiminde seyircinin karşısına çıkmış ancak hiçbir yapım Schaffner’ın ilk eserinin yerini dolduramamıştı. Gösterime girdiği dönemde en çok seyircilerin kanını donduran sürpriz finaliyle dikkat çeken yapım, bugün de fantastik sinemanın doruk noktalarından biri kabul edilmekte.
70’lerde ise türün ilk dikkat çeken yapımının Nicolas Rorg imzalı The Man Who Fell the Earth / Dünyaya Düşen Adam (1976) olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Psikolojik bir bilimkurgu olarak da nitelendirilebilecek film, Walter Tevis’in susuzluk yüzünden yok olmak üzere olan gezegenini kurtarmak üzere dünyaya yollanan bir uzaylıyı konu aldığı romanından uyarlanmıştı. İşe insan suretine bürünüp gezegenimizdeki yaşam olanaklarını araştırmakla başlayan ve Thomas Newton adını alan uzaylı, üstün zekası ve teknolojik bilgisiyle görevini sürdürecekti. Ne var ki kısa zamanda ‘dünyalı’ olma dürtüleri ağır basan, yaptığı icatlar sonucu elde ettiği para ve içine girdiği bir aşk ilişkisi ile dünyadaki varlık nedenini unutan kahramanımızın önlenemez yükselişi olayların akışını değiştirecekti. İlginç bir senaryoya sahip olan film, ‘dost olmayan uzaylı’dan geri kalmayan ‘dünyalı’ karşılaştırmasıyla dikkat çekiyordu. Sinema klasikleri arasına girmiş kimi filmlerin usta sinematografı Roeg, Dünyaya Düşen Adam’da görsel mükemmeliyetçiliği ve kurgu başarısını yinelemiş ve film, Bowie’nin şaşırtıcı performansıyla da akılda kalmıştı. (Bu filmle birlikte temaya eğilimde yaşanan farklılaşmanın kökenlerine inmek için Kubrick’in 2001’i ve Tarkovski’nin Solaris’i incelenebilir.)
Sadece bir yıl sonra, benzer filmlerin karikatürize yapısını tamamen değiştirip, sinemanın yeni teknolojik olanaklarının da yardımıyla bambaşka bir evrenin varlığına işaret eden George Lucas’ın Star Wars’u bilim kurguda önemli değişikliklerin gündeme geleceğini haber veriyordu. Bu bağlamda, 1977 yılında sinemanın harika çocuğu olarak nitelendirilen Spielberg’ün uzaylılar temasına ilk kez eğilmesi tesadüf sayılmazdı. Close Encounters of the Third Kind / Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, UFO ve dünya dışı varlıkların gizemlerini konu alıyordu. Bir kamu kuruluşunda elektrik teknisyeni olarak çalışan Roy Near, bir kesintiyi araştırmak üzere gittiği terkedilmiş bölgede hayatının akışını değiştirecek bir tecrübe yaşayacak ve bir UFO’yla ‘yakın ilişki’ kuracaktı. Eve döndüğünde garip şekillere ve beş notalık bir müziğe karşı geliştirdiği tutkuyla ailesini endişelendiren kahramanımız, daha sonra dünyanın bir çok yerinde kendisiyle benzer yazgıyı paylaşan insanların varlığından haberdar olacaktı.
‘Görüntü’ ve ‘Ses’ dallarında Oscar alan film, en çok Wyoming’de yaşanan görkemli ‘değiş-tokuş’ sekansıyla hatırlanmaktaydı. Yönetmen tarafından 1980’de yeniden kurgulanan eser, E.T.’nin öncülü olması açısından da önem taşımaktaydı. Truffaut’nun Fransız araştırmacı Lacombe rolünü üstlendiği yapım, Douglas Trumbull ve arkadaşları tarafından hazırlanan görsel efektleriyle büyük beğeni toplamıştı.
En dost dünya dışı yaratık anlamına gelen Superman’ın (1978) dev bir bütçe ile seyirciyi selamlaması, uzaylılarla aramızdaki barışı perçinlediğimizi gösteriyor gibi görünse de kazın ayağı öyle değildi! Kendisine düşman yaratmada doğadaki tüm canlıları sollayan insanoğlu, onyılın sonunda gerçekten de etkileyici bir yapımla canavar uzaylı anlayışına keskin bir dönüş yapıyordu.
80’lerden Günümüze
Bilimkurgu ve gerilimin iç içe geçtiği ve devam filmleriyle de kendisine geniş bir hayran kitlesi yaratan Alien / Yaratık serisinin ilk filmi (1979), uzayda seyreden ticari bir geminin yedi kişilik mürettebatının yaşadığı korkunç olayları perdeye taşıyordu. Dünyaya dönüşlerine 10 ay kala uyandıkları gemide, yakınlardaki bir gezegenden yardım çağrısı alan personel, kısa bir tartışmanın ardından –sözleşmelerindeki bir madde uyarınca- gezegene yöneliyorlardı. Kaptan Dallas, Lambert ve Kane, burada oldukça ilginç bir manzarayla karşılaşacaklardı; çünkü gezegende her yer yumurtayla doluydu. İnceleme sırasında Kane’in suratına yapışan bir ‘yaratık’ bir süre sonra korkunç olaylar yaşanmasına neden olacaktı. Dönemin en popüler filmlerinden olan Yaratık, zekice işlenmiş karakterleri, klostrofobik ‘Nostromo’ gemisi, H.R. Riger’ın elinden çıkma muhteşem setleri ve Oscar’lı görsel efektleriyle türün başyapıtları arasında girmişti.
1982’de gündeme gelen E.T. ile milyonları etkileyen bir başka projeye adını yazdıran Spielberg’ün sempatik yaklaşımı bir yana, bu döneme damgasını vuran filmlerdeki uzaylı figürlerinin hemen hepsi yıkıcı ve yok edici özellikler taşıyordu. Korkunun en revaçta olduğu süreçlerden birini temsil eden 80’li yıllar; The Thing, Gremlins, They Live, Aliens gibi filmler aracılığıyla benzer bir bakışı, kuşkusuz bu kez çok daha başarılı görsel efektler aracılığıyla izleyiciye yansıttılar.
Sonraki onyıl ise, korku-gerilim ve felaket temalarıyla bağlar kurarak alt bir türe dönüşen filmlerin parodiye dönüşmesine tanık olmamız açısından önemliydi. Tim Burton’ın Mars Attacks (1996) ve Barry Sonnenfeld’in Men in Black (1997) bu kapsamın içinde değerlendirilebilecekken, görsel açıdan o zamana kadarki en dikkat çeken yapım ise 1996 yılında The Independence Day ile karşımıza çıkıyordu. Günümüzdeki bir çok yapımı (özellikle büyük gişe başarısıyla) ilk elden etkileyen ve bir formül oluşmasına yol açan yapımın Skyline ya da Battle: Los Angeles’in ağabeyi olduğunu iddia etmek sanırız yanlış olmaz.
Bütün bu örneklerde de görülebileceği gibi, kimi zaman ülkelerin iç işleyişlerinin ya da dış tehdit algılarının, kimi zaman da (soğuk veya sıcak) savaş korkularımızın yansıması olarak okunabilecek bu filmlerin son dönemlerde büyük bir yaygınlık kazandığı bir gerçektir. Sinema teknolojisindeki büyük değişimlerin felaket ve istila gibi görkemli tabloların yaratılmasında sağladığı olanakların bu yoğunlukta payı olması muhtemeldir; ancak olguyu yalnızca teknik imkânlarla açıklamaya çalışmak, 21. yüzyılın (dolayısıyla ABD’nin) kendisine özgü sosyal ve siyasal ortamını ve konjonktürel gelişmeleri gözden kaçırmakla eş anlamlı olacaktır. (District 9 )
*** SON ***