Naçizane olarak- benim ‘Kolay Psikologculuk’ adını verdiğim, alaylı ve harcıâlem takıldığı halde canla başla ruhsal çözümcülük yapan arkadaşlarla yıldızım hiç barışmamıştır..
İnsana dair her türlü yanlış seçimlerin, kötü karakter gelişimlerinin ve sapkın kişiliklerin kökeninde -mutlaka ama mutlaka- o kişinin çocukluğuna kadar giden eski bir yaşanmışlığı yakalayarak kıskıvrak bağlamanın peşindedir bu tipler.. Aradığını bulduklarında artık çok rahatlamışlardır..
(Israrla aranırsa eğer, istisnasız olarak herkesin geçmişinde saklı duran bir falso bulunabilir.)
Tamam.. Saygımız sonsuz Sigmund Freud ağbimizin de bu hususta çalışmaları olmuştur, ama o bile her olan biteni bunlar gibi geçmişe bağlama kolaycılığına kaçmamış; zamandan ve dış dünyadan kopuk faktörlerin bireye kalıtımla aktarılmasının da kişiliğin oluşmasındaki önemine özellikle dikkat çekmiştir..
Tam da burada: “Hayrola Numan Bey, nedir bu toplumsal, psikolojik çözümlemeler falan?” diye soracak olursanız eğer; gereken yanıtı, gereğinden de fazla uzunlukta bir cümleyle almayı da haliyle hak etmiş olursunuz.. Buyurunuz:
Guy Ritchie‘nin savruk ama çarpıcı üslubunu kendine şiar edinmiş görünen, bugünkü yazımızın konusu olan Vay Arkadaş‘ın sayın yönetmeni, polisiye ve komedi ağırlıklı hikayesinin kahramanlarını bize bir bir tanıtırken, yine aynı üsluba uygun biçimde, görüntüyü dondurarak ve akabinde de flaşbek yöntemini kullanarak, o kahramanın bugünkü mevcut karakter yapısını, direkt çocukluğunda yaşadıklarına bağlıyor da; işte ben buna takıldım.. Ve bu teze yönelik, antitezvari bir girizgâhla da yazıma başlayayım dedim.. Başka da bir niyetim de yoktur sayın jüri üyeleri!
Yine de hızımı alamayarak, kendi çocukluğuma -yanımda psikiyatrist olmadan- dönecek olursam: Bu anlayışa göre, baba korkusu zirvede bir çocukluk yaşamış ve -yeri geldiğinde- o babasından eşek sudan gelinceye kadar dayak da yemiş biri olarak, şu anda en azından Kadıköy ve havalisini haraca bağlayan, özellikle Osmanlı tokadıyla vurduğu yerden ses getiren bir mafya babası falan olmam kesin gibi görünmektedir ki yok böyle bi şey tabii..
Ya filmdeki Dildo misali, yeni yetmelik yıllarımın Yeşilçam’ın seks filmleri furyasının en ‘civciv çıkacak kuş çıkacak’ devrine denk gelmesine ne buyuracaksınız?
Yıllar önce aldığım o erotik gazla, bırakın filmdeki Dildo gibi uçanı-kaçanı falan kovalamayı; an itibariyle dede kıvamına gelmiş bir adam olduğum halde -kemiğime kadar işlemiş mahcubiyetimden- yolda giderken karşıma çıkan nisa taifesinin yüzüne açıkça bakamadığımı dahi itiraf edebilirim.. Daha da kötüsü, yüzüme bakmakta ısrarlı olacak bir hatun kişiyle karşılaşmışsam eğer; yanaklarımın o dakika al al olduğundan ve başımı hemen öne eğerek, mevcut ‘dişisel tehlike’nin geçmesini sabırla beklediğimden, emin olabilirsiniz..
Bu devasa girizgâhı görecek olan Tersninja Yüksek Editoryal Kurulu‘ndan yeni bir uyarı alacağım kesin ama onlar da artık şunu kabul etsinler: ‘Geçmişi görkemli’ Numan Serteli, kendi özel tarihinden bahsetme olanağı yakaladığında, önüne çıkarılacak engelleri ne zaman takmıştır ki şimdi imana gelip de kendini frenleye..
Üç Arkadaş : Manik, Tik, Dildo
Geçelim bunları da, yazımızın has kahramanı olan filmimizin kısa hikayesiyle -çoktan başladığımız- haftalık ‘kelime israfı’ eylemime bi güzel devam edeyim..
Yakışıklılığının yanı sıra, kadınlar karşısındaki rahatlığıyla ve iş bitirici çapkınlığıyla da nice erkeği kıskandıracak meziyetlere sahip bulunan Dildo (Mete Horozoğlu); mani’si fazlasıyla depreşik, taşkınlıkta aşkınlık yaşayan bir potansiyel bela olarak Manik (Ali Atay) ve son olarak, diğerlerine nazaran fazlasıyla muhafazakâr, kadınlarla ilişkileri başta olmak üzere, hayat karşısındaki çekingenliği hareketlerine de yansıyan, bol tikli Tik (Fırat Tanış), hep birlikte hareket eden, üç yakın arkadaştır..
Tek başlarına bi işe yaramayacakları pek de aşikar olan bu üç kafadar luzırın birlikte hareket etmelerinde elbette yarar vardır.. Paraya ihtiyaç halinde giriştikleri yasa dışı faaliyetlerden elde ettikleri ganimeti üleşerek hayatlarını idame ettirdikleri anlaşılan elemanların, bu kez, çok kısa zamanda, çok fazla paraya ihtiyaçları hasıl olmuştur.. Dildo’nun -eski bir sinema makinisti olan- babası (Rasim Öztekin), acilen hastaneye yatırılmış olup, bir kitle tespit edilen akciğerinden önemli bir ameliyat olması gerekmektedir. Ki bunun için de oldukça yüklü bir paraya ihtiyaç vardır..
Diğerlerinin de babaları olarak gördüğü ve sevdiği bu yaşlı adamın hayatını kurtaracak parayı bulmak, üç ahbap çavuşun ilk hedefidir.. Normal yollardan bulmaları mümkün olmayan ameliyat parasını denkleştirmek için verdikleri karar -bu işte gayet usta oldukları anlaşılan- araba hırsızlığıdır..
Her biri, gözüne kestirdiği arabayı araklayarak bir araya geldiklerinde görürler ki en lüks otomobillerden birinin bagajından bir erkek cesedi, diğerinden mebzul miktarda eroin; Tik’in getirdiği kıtipiyoz arabadan ise bir kadının ‘boru dansı’ yaparken çekilmiş video sidisi çıkar..
Bu durumda yapılacak şey bellidir: Ganimetin en işe yarayacak malzemesi olan eroin -bi şekilde- satılacak ve böylece aranan para, fazlasıyla toparlanmış olacaktır..
Bu işlemin kolayca gerçekleşmeyeceğini hissetmenin yanı sıra, resmen başa bela olacağını da kestirmek için işbu filmi izlemenin şart olmadığının, sanırım farkındasınızdır..
New York’ta Beş Minare, İstanbul’da Boru Dansı
Vay Arkadaş‘ın, en başta değindiğim ve eleştirdiğim ‘Psikologcu’ tavrına ve de doğrudan ithal edilmek suretiyle, pek de içselleştirilememiş estetik üslubuna -hemen her komedi filmine tanındığı üzre- belli bi hoşgörüyle bakmak mümkün tabii.. Lakin, Ata Demirer‘li Eyvah Eyvah‘ın neredeyse yüzde yüz yerli denebilecek sıcacık tarzına, fazla da uzak olmayan bir tarihte tanık olan biri olarak, bu hoşgörü hususuna -en azından kendi açımdan- soğuk bakmak durumundayım..
Hâl böyle olunca da, polisiye-komedilerin en başta gelen klişelerinden olan, uyanık geçindiği halde aslında saftirik ve parasız kahramanların, bir anda çanta dolusu para veya uyuşturucuyla ya da hiç tanımadıkları cesetlerle burun buruna gelmeleri mevzusu, bir senaryo zorlaması olarak daha da bi göze batıyor sanki..
Öte yandan, seyirciyi -doğrusu- hiç etkilemeyen, bir ‘para bulma bahanesi’ olarak hikayeye eklendiği de bariz olan ‘hasta baba’ dramının, genel olarak keyifle ve kahkahalarla izlenen filme tam bir ayak bağı olduğu fikrindeyim.. Bu arada, bu hüzünlü ayrıntının, filmin -eksikliğine vurgu yapmaya çalıştığım- ‘yerli’ özelliğini desteklemeye yönelik nafile bir çaba olduğu da aşikâr..
Aldığı derslerin hakkını verecek güzellikte bir dans performansı sunarken, sempatik oyunculuğuyla de ‘görevini’ yaptığına tanık olduğumuz Demet Evgar ile Tik rolüyle, bundan böyle alacağı her rolün altından başarıyla kalkacağını artık herkesin kesinlikle anladığını sandığım Fırat Tanış‘ın oyunculukları -iyi anlamda- göze batanlardı.. Öte yandan, Rasim Öztekin‘in dişsiz ve huysuz bir ihtiyardan çok, resmen körkütük sarhoş biri gibi oynayıp, konuşmasına ise hiçbir anlam veremedim.. Tamam, adam hem dişsiz, hem de sarhoş olabilir, lakin konuştuğu mahal de yattığı hastanenin yoğun bakımıdır..
Tam bir ‘etkisiz eleman’ olarak, kadroda hiç bulunmasa filmin zerre etkilenmeyeceği bir rolü oynamaya çabalayan Pamela Spence‘ın, afişi falan protesto ederek galaya gelmemesine ise sadece pes diyorum.. Ve onu da, Mahsun‘un hemen arkasından, haftanın ikinci ‘ezik’ boykotçusu ilan ediyorum..
Yeri geldiğine göre hemen açıklayayım ki, ‘dünyaca ünlü’ yönetmeninin, anlamsız ve kimselere faydası olmayacak bir ön gösterim boykotu uygulamasına konu olan New York’ta Beş Minare‘nin galasına -özel olarak davet edildiğim halde- gitmiş değilim.. Siz de, galaya katılan sanatçılardan Orhan Gencebay misali: “Mahsun’un önünü açsınlar.” diyerek coşmak; Yılmaz Erdoğan misali hüngür hüngür ağlayarak New York’ta minare saymak istemiyorsanız eğer, haftanın biricik seçeneği elbette belli: Vay Arkadaş – Manik, Tik, Dildo..