BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Önemli tarihi kişilikler çoğu kez yaşadıkları dönemde de sonraki dönemlerde de tartışmalı kimliklere dönüşürler. Bu sinema ve tiyatro tarihimizin önemli adı Muhsin Ertuğrul için de böyle olmuştur. Sinema, Avrupa’da ve Amerika’daki seyircili sinema gösterileri ile başladığında büyük bir ilgiyle karşılanır. Çok kısa bir sürede bütün dünyaya yayılır, başlangıcından günümüze dünyada da, ülkemizde de birçok aşamadan geçer.

Dosya

Türkiye’de Sinemanın Doğuşu ve Muhsin Ertuğrul

Önemli tarihi kişilikler çoğu kez yaşadıkları dönemde de sonraki dönemlerde de tartışmalı kimliklere dönüşürler. Bu sinema ve tiyatro tarihimizin önemli adı Muhsin Ertuğrul için de böyle olmuştur. Sinema, Avrupa’da ve Amerika’daki seyircili sinema gösterileri ile başladığında büyük bir ilgiyle karşılanır. Çok kısa bir sürede bütün dünyaya yayılır, başlangıcından günümüze dünyada da, ülkemizde de birçok aşamadan geçer.

Önemli tarihi kişilikler çoğu kez yaşadıkları dönemde de sonraki dönemlerde de tartışmalı kimliklere dönüşürler. Bu sinema ve tiyatro tarihimizin önemli adı Muhsin Ertuğrul (28 Şubat 1892 – 29 Nisan 1979) için de böyle olmuştur. Sinema, Avrupa’da ve Amerika’daki seyircili sinema gösterileri ile başladığında büyük bir ilgiyle karşılanır. Çok kısa bir sürede bütün dünyaya yayılır, başlangıcından günümüze dünyada da, ülkemizde de birçok aşamadan geçer.

 Mesut Kara

Hiç bir ticari başarı ve gelecek görmeyen sinemanın mucitleri, metrelerce pelikülden düş şatolarının beyazperdesine yansıyarak bize akacak öykülerin anlatılabileceğini hayal bile edemezler. Dahası Edison ve Lumiere Kardeşler’in icatlarının ardından, ‘sinemanın bir öyküsü ve kurgusu olmalı, en çok düşe ihtiyaç var’ diye işe girişen panayır hokkabazı Georges Melies, yoksulluk içinde sürdürür yaşamının son yıllarını. Yine sinemanın ilk büyük ustalarından kabul edilen Bir Ulusun Doğuşu ve Hoşgörüsüzlük gibi filmleriyle sinemanın sanata dönüşmesinde önemli katkıları olan David Wark Griffith de, sinema dilinin gelişiminde devrim sayılacak buluşlarına rağmen ciddi ticari başarısızlıklar yaşar. Yine de sinema sanatının düşbazları, büyük özverilerle gerçekleştirdikleri filmlerini yıllar boyu bize aktarmayı sürdürerek sinemayı ‘en etkili’ sanat dalına dönüştürmeyi başarırlar.

D.W. Griffith, Bir Ulusun Doğuşu (The Birth of a Nation, 1915)

Başlangıçta bilimsel bir buluş olan sinemanın, bu topraklara gelmesi fazla gecikmez. Diğer buluşlara göre ülkemize hızlı giriş yapan sinemanın ülkemize gelmesi, ilk kez Lumiere Kardeşler’in dünyanın birçok ülkesine gönderdikleri kameramanlardan biri olan Alexandre Promio’nun gelip 1896 yılında çekimler yapması ile olur. Ülkemize gelişi, önceleri yabancıların çektikleri belge filmlerle, sarayda ve Pera’da film gösterimleriyle olsa da, kısa sürede film çekmeye dönüşen sinemanın başlangıcına yönelik belirsizlik ve tartışmalar bugün de sürmektedir. Sinemamızın geçmişine, ilk yıllarına yönelik bilgi ve belge eksikliği bazı soruları bugün de yanıtsız ya da tartışmalı bırakmaktadır. İlk Türk filmine yönelik tartışmalar, araştırmalar yeni sorularla ve yeni belgelerle bugün de sürmektedir.

14 Kasım 1914’te Fuat Uzkınay tarafından çekildiği söylenen Ayastefanos’daki Rus Abidesinin Yıkılışı adlı 150 metrelik belge film, ilk “Türk filmi” olarak tarihe geçer fakat bu filmi bugüne dek gören olmamıştır. Filmin çekilemediği ya da çekildikten sonra yandığı, kaybolduğu yönünde kuşkular vardır. Bu konuda, sinema tarihçisi ve araştırmacı Nijat Özön’ün ve Burçak Evren’in değerli araştırmaları, katkıları olmuştur. Nijat Özön, İlk Türk Sinemacısı Fuat Uzkınay adlı kitabında bu kuşkuları dile getirmiştir. Konuyla ilgili birçok makale yayınlayan, araştırmalarını kitaplaştıran Burçak Evren de kuşkularını ve öncesinde çekildiği söylenen filmlere yönelik belgelerini kitaplarına aktarır. (1) Yeni belgeler sinemamızın “sembolik” doğum tarihini değiştirmese de bilinmezliklerin, belirsizliklerin aydınlanması açısından önemlidir.

Fuat Uzkınay, Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı – 1914

Belgelemek bakımından önemli olmakla birlikte Cumhuriyet sonrası sinemamızı değerlendirmek, yaşanan gelişmeleri irdelemek, yorumlamak açısından ilk filmin kim tarafından ve ne zaman çekildiği çok belirleyici değildir.

İlk sinema kurumu, sinemanın gücünden yararlanma düşüncesi ile ordu tarafından kurulur. “Osmanlı İmparatorluğu’nun baş sorumlusu olan Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa, Almanya’yı ziyareti sırasında Alman ordusunun sinemacılık kolunun çeşitli cephelerde çevirdiği haber filmlerini izleyince, sinemanın propaganda gücünü anlamıştı. Yurda dönüşünde, Osmanlı ordusunda da bir sinemacılık kolunun kurulmasını emretti. Bunun üzerine 1915’de ‘Merkez Ordu Sinema Dairesi’ (MOST) kuruldu.” (2) MOST’un başına sinemayı halka ilk tanıtan Romanya uyruklu Sigmund Weinberg, yardımcılığına da Fuat Uzkınay getirilir. Türkiye’de çekim aşamasının başlaması 1. Dünya Savaşı yıllarında olur. Başlangıçta belge filmlerle, savaş belgeselleriyle başlayan çekimler kısa sürede konulu filmlere dönüşür.

Merkez Ordu Sinema Dairesi dışında ilk özel film yapımevi Kemal Film, 1922 yılında kurulur. Kemal ve Şakir Seden Kardeşler, 1914 yılından itibaren İstanbul’un bazı semtlerinde sinema salonu işletmeciliği yaparlar. Muhsin Ertuğrul’un, 1922 yılında sinemaya girmesi ve Seden Kardeşler’i film yapımcılığına yönlendirmesiyle sinema, resmi ya da yarı resmi kurumların dışında, ilk “sivil” yapımevine kavuşur.

Sinemamız başlangıcından itibaren Batılı kaynaklardan beslenmiştir. Batılıların buluşu olan sinemanın kavramları da, kuramları da, tarihi de batıda oluşturulmuştur. Kuramların evrensel olması, genel doğruları vermesi başka bir gerçeği ya da doğruyu işaret ederken, ülkelerin, ulusların kendi sinema dillerini, kuramlarını, kavramlarını oluşturamamalarını, ülke sinemaları üzerindeki batı egemenliğini görmemeyi, araştırmamayı haklı çıkartmaz.

Başlangıcında tamamen batıdan gelen, batılılar tarafından kurulan sinemamızdaki bu etki, -arada kimi filmlerde “ulusal temalar” işlense de- Yeşilçam sinemasıyla başlatabileceğimiz, bu dönem içinde filizlenen “yerlileşme”, “ulusallaşma” çabalarına kadar sürer fakat yok olmaz. Günümüze kadar da batı etkisinin sürdüğü gerçeğinden söz edebiliriz.

Sinemamızın tarihsel serüveni, Cumhuriyet döneminde yaşanan tüm toplumsal-siyasal süreçlerle, özdeşlikler, koşutluklar içerir. Cumhuriyetin ilk döneminde olduğu gibi sinema ve tiyatroda da Muhsin Ertuğrul’la birlikte “tek adam” dönemi yaşanır.

1922 yılında Muhsin Ertuğrul sinemaya girer ve sinemamızın “Tiyatrocular Dönemi” olarak adlandırılan evresi başlar. Muhsin Ertuğrul’un, 1939 yılına kadar (başından sonuna kadar damgasını vurduğu), tek isim olarak anıldığı, tiyatrocuların egemenliğinde geçen, çekilen 27 filmden 23’ünü Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘uzunca’ bir dönemdir bu. Dönemin diğer isimleri de –Mümtaz Osman adıyla senaryolar yazan, kendi adıyla filmler yöneten Nazım Hikmet dışında- İstanbul Şehir Tiyatrosu kadrosundan oluşur.

Muhsin Ertuğrul, Cumhuriyetin ilk yıllarında ulusal konulara yönelse de (Ateşten Gömlek – 1923, Bir Millet uyanıyor – 1932) “1922-1953 yılları arasında yönetmiş olduğu 30 filmin en azından üçte ikisi ya yabancı kaynaklardan alınmıştır ya da Batı sinemasının çeşitli etkilerini taşımaktadır. Ancak yönetmenimiz ilk filmlerinde aslında yerli kaynaklara el atar, gerçek olaylardan hareket eder, edebi yapıtlardan yararlanır. Ses getiren konular seçmiştir.” (3)

Muhsin Ertuğrul’un yönettiği, dönemi başlatan ilk film İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk (1922), yaşanmış günlük bir olaydan senaryolaştırılır. Hem Muhsin Ertuğrul’un Türkiye’de yönettiği hem de ilk özel yapım şirketi Kemal Film’in ilk filmi olan İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk‘ta, bir umutsuz aşk üçgeninde kalan Şişli güzeli Mediha hanımla, eski sevdalısı Kemal bey ve Sadi beyin öyküsü anlatılır. Sefalete sürüklenmiş eski sevgili tarafından öldürülmüş hafif meşrep bir kadın ve sefil olmuş iki sevgili… Bu filmin uyarlama olmayan ‘özgün’ senaryosu da Muhsin Ertuğrul’a aittir.

“Filmin en ilginç noktası, Kemal Film için -Nijat Özön’ün çok yerinde işaret ettiği gibi- adeta bir gelenek yaratmış olmasıdır. 35–40 yıl sonra Osman Seden’in senaryosunu yazdığı veya yönettiği birçok filmde ‘İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk’ın temelleri tazelenecektir; Kötü kadınlar, tutku yüzünden mahvolan küçük kentsoylular, cinayet, haksız yere suçlanan biri, belleğini yitiren başka biri ve her şeye rağmen mutlu bir son.” (4)

Ertuğrul, aynı yıl yine Kemal Film adına Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Nur Baba romanından uyarladığı Boğaziçi Esrarı‘nı yönetir. Zevk ve şehvete düşkün, tekkesine gelen zengin kadınlardan yararlanan, ölen önceki şeyhin karısıyla evlenmesine rağmen başka kadınlarla da ilişki kuran Bektaşi Şeyhi Nur Baba’nın öyküsü anlatılır filmde. Dönemine göre oldukça cüretkâr bir öyküyü sinemaya aktaran Ertuğrul’un sonraki filmi, yine bir edebiyat uyarlaması olan Ateşten Gömlek‘tir (1923). Film Ertuğrul’un en önemli çalışması olarak kabul edilmiş, beğenilmiştir. “Bu film, savaşın henüz silinmemiş, unutulmamış acılarının, sevinçlerinin sanat aracılığıyla belgelenmesiydi. O devrin sinema tekniğine göre plan, görüntü, gerilim, eylem bakımından kuruluşu çok başarılıydı.” (5) Ateşten Gömlek filminin olay yaratması salt güncel ve ulusal konusundan, alındığı romanın niteliğinden gelmiyordu. Türk Sineması’nın ilk kez gerçekle yüz yüze geldiği söylenebilir. Film bu çok önemli gerçeği kendi olanaklarına göre yansıtıyordu. Üstelik ilk konulu Kurtuluş Savaşı filmi idi.” (6)

Filmi önemli kılan başka bir özelliği de, ilk kez Türk kadın oyuncuların bir filmde yer almasıydı. Bu kadın oyuncular Neyyire Neyir ve Bedia Muvahhit’ti.

Ateşten Gömlek filmindeki başarılı çıkıştan sonra başarısız bir deneme olan ve dönemin sonuna kadar sürdüreceği tiyatrovari sinema örneği olan bir oyun uyarlaması Leblebici Horhor‘u (1923) yönetir Muhsin Ertuğrul. Kız Kulesinde Bir Facia‘da (1923) bir kuduz öyküsü anlatılır. Yaşlı bir fener bekçisinin oğlu kuduz bir köpek tarafından ısırılır. Yaşlı baba, kuduran oğlunu öldürür. Kayıp filmlerden olan Sözde Kızlar‘da (1924) Peyami Safa’nın aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Toplumsal yergi olan öyküde, Batı Anadolu’nun Yunanlılarca işgal edilmesinden sonra İstanbul’a gelen Mebrure, akrabası Nâfi beyin ailesine sığınır. Sefahat içinde yaşayan ailenin oğlu Behiç, Mebrure’ye göz koyar. Gayri meşru çocuğunu öldüren Behiç tutuklanır, metresi Belma intihar eder. Çaresiz kalan Mebrure de babasını bulabilme umuduyla tekrar Anadolu’ya döner.

Sinemaya ara vererek Rusya’ya giden Muhsin Ertuğrul, dönüşünde İpek Film adına bir kez daha fakat bu kez bir oyun uyarlamasından Kurtuluş Savaşı öyküsü olan Ankara Postası‘nı (1928) yönetir. Melodramatik bir öykünün anlatıldığı Kaçakçılar‘ın (1929) konusu şöyledir: Fakir bir balıkçı ailesinin oğlu bir kaçakçı çetesine girer. Bir çatışmada kardeşini vurur. İstanbul’da ikinci bir çatışmada polis tarafından tutuklanır. Anneleri kahrından ölünce, ailenin beslemesi iş aramak için geldiği İstanbul’da kötü yola düşer. Kıza âşık olan çoban İstanbul’a gelerek kızı bulur, kurtarır ve evlenirler. Kardeşini vuran genç ise idam sehpasında can verir.

Aynı kadına âşık olup, başlarına türlü felaketler gelen iki kardeşin öyküsünün anlatıldığı İstanbul Sokaklarında (1931), “türün sonradan defalarca kullanılacak tüm tiplerini ve anlamsızlıklarını taşımaktadır. Dürüst delikanlılar, saf genç kızlar, kötü bar kadınları, kardeş çatışmaları, fedakârlıklar, son anda mucizevî şekilde iyileştirilen tıp tarihinde benzeri olmayan hastalıklar, koruyucu melekler, şarkılar ve mutlu son.” (7) “İstanbul Sokaklarında, Ertuğrul ve Türk sineması için bir kaç açıdan ‘ilk’ film olma niteliği taşır: İlk sesli film, ilk ortak yapım, ilk şarkılı melodram gibi.” (8) Yeşilçam dönemi ticari sinemasında örneğini çokça göreceğimiz öykülerin ilklerini barındıran bu filmin ardından yönettiği Bir Millet Uyanıyor (1932) ile Kurtuluş Savaşı yıllarına dönüş yapar Muhsin Ertuğrul.

Ertuğrul’un 1933–1939 yılları arasında yönettiği müzikli güldürüler, şarkılı melodramlar dışında öne çıkan filmi, 1934 yılında yönettiği Aysel Bataklı Damın Kızı ilk köy filmi denemesidir. Öykü, en ağdalı biçimde anlatılan bir melodramdır. Suçsuz delikanlı, iğfal edilmiş genç kız öyküsü köy dekoru içinde anlatılır.

Tiyatrocular Dönemi’nin oyuncuları tiyatrocu, oyunları tiyatrovaridir. Filmler ağırlıklı olarak uyarlamalar ve yabancı etkili öykülerden yapılmıştır. Bütün eleştirilere, olumsuzluklara rağmen “Film türlerinin ilk örnekleri -dram, melodram, güldürü, köy filmi, polis filmi, Kurtuluş Savaşı filmi, tarihsel film, operet filmi, vb.- bu dönemde ortaya kondu.” (9) Muhsin Ertuğrul Geçiş Dönemi’nde de filmler yönetir.

İlk konulu filmlerin işgal ve milli mücadele yıllarının ardından kurulan Cumhuriyet’in ilk yıllarına denk gelenleri, Muhsin Ertuğrul’un egemenliğinde yapılmıştı. 1930’lu yıllar biterken sinemaya farklı sesler, farklı isimler gelip filmler yapmaya başlar, yeni film yapım şirketleri kurulur. Bu gelişmeler yaşanırken İkinci Dünya Savaşı’nın olumsuz etkileri de yansır sinemaya.

Notlar:

(1) Burçak Evren, “Sigmund Weinberg, Türkiye’ye Sinemayı Getiren Adam”. Milliyet Yayınları, Kasım 1995.

Burçak Evren, “Türk Sineması’nın Doğum Günü. Bir Savaş-Bir Anıt-Bir Film” Antrakt Sinema Kitapları, 2003.

(2) Nijat Özön. Sinema. Uygulayımı-Sanatı-Tarihi. Hil Yayın, 1985

(3-4) Giovanni Scognamillo. Türk Sinema Tarihi (Genişletilmiş Baskı). Kabalcı Yayınevi, 1998.

(5) Atilla Dorsay, Engin Ayça, “Ercüment Behzat Lav’la Konuşma” Yedinci Sanat, Sayı 9. Kasım 1973

(6) Giovanni Scognamillo. Türk Sinema Tarihi (Genişletilmiş Baskı). Kabalcı Yayınevi. İstanbul, 1998

(7-8) a.g.e.

(9) Nijat Özön. Karagözden Sinemaya 1. Cilt, Kitle Yayınları, 1995

İlginizi çekebilir...

MUBI

Yönetmen Atıf Yılmaz, senaryo Ümit Ünal, oyuncular Mazhar Alanson ve Ali Poyrazoğlu desek herhalde Arkadaşım Şeytan’a dikkat çekmeye yeter. Türk sinemasının fantastik öğelerle süslü...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et