Agora Kitaplığı’dan çıkan Sinema ve 12 Eylül kitabında 12 Eylül Darbesi’nin Türk sinemasındaki etkilerinin ve yansımalarının izini süren Mesut Kara sorularımızı yanıtladı.
Ege Görgün (Landlord)
12 Eylül Darbesi Türk sinemasını ilk aşamada nasıl etkilemişti?
12 Eylül darbesi olduğunda, üniversite sınavlarını kazanmış ve okumak için Ankara’ya gitmiştim. İstanbul’dan, sinema ve sanat ortamından uzaktaydım. Bu nedenle birebir yaşadığım bir tanıklığım yok. Darbe koşullarının İstanbul’unda tanıklık yapacak ortamlar, çalışmalar da yoktu. Hayat bütün alanlarıyla kesintiye uğramıştı. Bir yerden bir yere gitmek bile sorundu. Adım başı çevirme, arama yapıldığından kimliğimiz elimizde dolaşıyorduk. Örneğin arama noktasında çantamda öykü ve şiir kitapları olduğu için otobüsten indirilip alıkonuluyor, ayaküstü sorgulanıyordum ya da sokağa çıkma yasağına daha yarım saat varken, üstelik evimin kapısına gelmişken devriye gezen askerler tarafından yine alıkonulup sorgulanıyor, tugaya götürülmekle tehdit edilebiliyordum. Götürseler o günlerde hiçbir örgütsel bağım olmamasına rağmen en az üç ay kimse benden her alamayacak, belki izimi de bulamayacaktı. Darbenin ilk aylarında, bu koşullarda, kendimizi koruyabilmek, kışla, cezaevi, kışlaya dönüştürülmüş okullar benzeri ‘askeri toplama kamplarına’ götürülmeden dışarıda kalabilmek gibi bir ‘özel durum’ oluşmuştu.
Sinemacılar da gözaltına alınıyor, tutuklanıyordu. Darbenin, sinema alanında ilk zarar verdiği kesim sinema örgütleri ve siyasal bir duruşu olan sinemacılar olmuştu. 12 Eylül iktidarı birçok işçi örgütü, kitle örgütü gibi DİSK’e bağlı Sine-Sen’i de kapattı. Sendikanın 25 yöneticisi idamla yargılandı, 6 aydan 2,5 yıla kadar hapis yatıp, işkence gördü. Örneğin Şerif Gören, Necmettin Çobanoğlu, Gani Turanlı işkence gören sinemacılardan yalnızca birkaçıdır. Bunlar toplumun tüm kesimlerinde olduğu gibi sinemada tanıklık ettiğimiz, bilebildiğimiz sıkıntılardı. Setlerde yaşananlara ise o sıcak ortamı yaşayan sinemacılar tanıklık eriyordu.
TBMM’yi kapatan, anayasayı iptal eden, siyasi partileri, dernekleri ve sendikaları kapatıp yasaklayan, darbeci cunta sol muhalif güçlere, demokrasi için mücadele eden toplumsal muhalefete acımasızca saldırmakla yetinmedi. Sanatı suç sanatçıyı da suçlu ilan etti. Kitaplar, filmler yasaklandı, yakıldı. Binlerce insan kaybının, ölümünün yanı sıra 39 ton kitap, dergi, gazete yakıldı ve imha edildi, 937 sinema filmi sakıncalı bulunarak yasaklandı. Filmlerin, tiyatro oyunlarının yasaklanmasına, sansürlenmesine tanıklık ettik. Başta Yılmaz Güney filmleri olmak üzere yüzlerce film yasaklandı. Yol, Hakkâri’de Bir Mevsim gibi filmler yasaklandığı için o günün koşullarında izleme olanağı bulamadık.
“Eylülist” yılların 12 Eylül sabahından bugüne dek devam ettiğini söylüyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz ve sinema için ne kadar geçerli bu söylediğiniz? Çünkü özellikle sanat açısından bir açılımlar ve özgürlükler dönemi olarak görenler de var içindi bulunduğumuz zamanı.
Toplumsal koşullar açısından söylüyorum bunu. Ayrıca darbe koşullarında filmler sansürleniyor, yasaklanıyordu bugün de televizyon dizileri, gazeteler, kitaplar, tiyatro oyunları sansürleniyor yasaklanıyor. Sinema da “aile filmi” benzeri yaklaşımlarla ağır sansür ve yasaklama tehdidiyle karşı karşıya. Cuntacılar yaptıkları Anayasa’ya kendilerini koruyan maddeler koydukları için yıllarca yargılanamadılar, Türkiye hâlâ cuntacıların yasaları ve kurumlarıyla yönetilmektedir.
Darbe sonrası oluşturulan ‘seçilmişlerin’ sisteminde, Turgut Özal döneminde, tüketim toplumunun ve iktidarın sunduğu nimetlerin cazibesine kapılan, düşlerini ve umutlarını yitiren küçük aydınlar, aydınlar, muhalif bireyler saf değiştirebilmişlerdir. Geçmişin bütün değerlerinden kopan bu çoğu ‘eski solcu’, küçük aydın bireyler yeni egemenler adına kuşakların biçimlendirilmesi için özellikle medyada basın-yayın alanında iş sahibi haline getirilmişlerdir. Onlar artık toplum mühendisleri olarak 12 Eylül’ün ve küresel sermayenin sözcülerine dönüşmüşler ve kendilerine sunulan dünya nimetlerine karşılık toplumu da o yönde dönüştürme görevini sürdürmeyi seçmişlerdir. Çürüme toplumun her katmanında yaşanır.
12 Eylül darbesi toplumu yeniden yapılandırma, hayatı topyekûn dönüştürme projesiydi. Ne yazık ki bunu başardılar. Genleriyle, algılarıyla, belleğiyle oynanmış yeni bir toplum, yeni bir kültür, yeni ‘değerler sistemi’, buna uygun yeni bir ‘insan tipi’ oluşturdular. Örgütlü toplumu, örgütsüz, yenik-ezik, çaresiz ve umutsuz bireylere dönüştürdüler. Toplumsal belleği yok ederek geçmişinden ve gelecek düşünden kopmuş ‘bireyler topluluğu’ oluşturuldu. Yoksul halk yığınları sorunlarına, kendi hayatlarına, aydınlar da kendilerine ve toplumlarına yabancılaştırılmıştır bu süreçte.
12 Eylül filmlerine de bu dönüştürülmüş toplum ve geçmişinden kopmuş, gelecek düşünü yitirmiş, umutsuz yenik bireyleri yansıdı.
Bugün ülkeyi yönetenler de devleti tüm kurumlarıyla ele geçirip kendi ideolojik-siyasi duruşlarına göre dönüştürerek devletin kendisi oldular ve ülkeyi darbenin yasalarıyla, kurumlarıyla, uygulamaları ve zihniyetiyle yönetiyorlar. Eylülist” yılların 12 Eylül sabahından bugüne dek devam etmesi toplumsal hayat-devlet açısından böyle.
Bunun sinemaya yansımalarına gelince, ilk etkinin filmlere yansıyan ‘yeni temalarla’ olduğunu söyleyebiliriz. Yılmaz Güney’in 1970 yılında senaryosunu kaleme aldığı, yönettiği Umut, hem Yılmaz Güney sineması hem de sinemamız için bir dönüm noktası oluşturmuştu. Yeşilçam içinde farklı bir sinema da yapılabileceğini gösterir Yılmaz Güney. Açılan bu kapıdan yürüyen Şerif Gören, Ali Özgentürk, Erden Kıral, Yavuz Özkan gibi genç/yeni sinemayı oluşturabilecek yönetmenler farklı ve siyasal filmler yapmayı sürdürüyorken, 12 Eylül darbesi gelişebilecek bu sürecin de yolunu kesti.
12 Eylül sonrası, darbe koşullarında yaşanan yasaklamalar, muhalif kültür-sanat ürünlerinin (kitap, film, vd.) suç unsuru sayılması, sanatçının aydının suçlu gösterilmesi, dahası cezaevlerinde olması, 1980’lerin ortasına kadar toplumsal gerçekçi/muhalif ya da darbeyi sorgulayan filmler üretilmesinin koşullarını ortadan kaldırmıştı. Bu süreçte, yaşanan korku ortamı ve toplumun/sanatçının, yapımcının apolitikleştirilmesi de önemli bir etkendi.
Darbenin, darbeci cuntanın iktidarda olduğu baskının, yasağın, devlet şiddetinin ağır yaşandığı ilk yıllarında sinema ve sinemacılar da susmuş, susturulmuştu.
Sanatın bütün alanları gibi sinema da bu koşullarda üretiliyor, yaşananlardan payına düşeni alıyordur. Darbe koşulları ve bütün bu köklü dönüşümler sinemaya da doğrudan yansır; etkiler, dönüştürür. 12 Eylül’le yüzleşmek, hesaplaşmak sinemanın gündeminde olan fakat hep sonraki yıllara ertelenen bir durum olarak yer alır. 12 Eylül askeri yönetimi döneminde çekilen filmler, içerik olarak toplumsal eleştiriden uzak filmlerdir.
Toplumsal dönüşümün etkileri ve darbenin yarattığı boşlukta sinema bireyin iç dünyasına, kişisel arayışlarına, içsel yolculuğuna yönelir; daha çok da yenilmiş, yanılmış, hayal kırıklığı yaşamış, yalnızlaşmış ‘aydın bireyin’ içsel/düşsel yolculuğuna…
12 Eylül darbesinin yarattığı korku ve baskı ortamında yeniden şekillenir. Kişisel filmler, kadın filmleri, bireyin sorunlarına yönelen, iç yolculuğunu, bunalımlarını ve arayışlarını yansıtan filmler bu ortamın ürünleridir.
Yalnızca kadın filmleri, kişisel ya da bireyin sorunlarına yönelen, bireyin iç yolculuğunu anlatan filmler ya da arabesk furyası olarak yansımaz sinemaya 12 Eylül. Darbenin yarattığı toplumsal-bireysel dönüşümlere, bu dönüşümler sonucu oluşan ortama, insan ilişkilerine yönelik eleştiriler içeren filmler de yapılır, 1980’li yıllarda ve sonrasında. Apolitikleştirilmiş ortamda bencilleşen bireylerin dünyasının yarattığı toplumsal-bireysel yıkımlar da yansır sinemaya.
12 Eylül’ün yarattığı korku ve baskı ortamının kara bulutları fiili uygulamalar olarak yumuşamaya başladığı yıllarda, içinden 12 Eylül geçen temalar yansır filmlere. 12 Eylül darbesiyle başlayan 1980’li yıllar (ve sonrası da) belleklerin silindiği bir süreç olarak geçer tarihe. Unutma, yok sayma, sonraki tarihlere erteleme eğilimi sinemada başlangıçta geri çekilme, içine kapanma olarak yansıyıp uzun süreli bir suskunluk yaşansa da bu sıkıntılı/sancılı süreçte 12 Eylül darbesinin yarattığı ‘yeni durum’u ilk dillendiren, perdeye yansıtan Sen Türkülerini Söyle (1986) filmiyle Şerif Gören olur. Zeki Ökten’in Ses (1986) ve Zeki Alasya’nın Dikenli Yol (1986) filmlerinin eklenmesiyle 12 Eylül Filmleri tanımlaması yapılır. Sonraki yıllarda çekilen başka filmler de bu sınıflandırmanın içine yerleştirilir.
Bu filmlerin ilk çekilenlerinde, dönemin de etkisiyle daha örtük bir anlatım olduğu söylenebilir. Geçmişi kavrayabilmek/anlayabilmek kapsamlı ve gerçekçi bir yüzleşmeyle olabilir. Sorgulamayı, hesaplaşmayı/hesap sormayı da bu yüzleşme sağlayabilir. Bu anlamda, üretilen bu filmler, bütün eksikliklerine darbeyle hesaplaşmayı başaramamış olmalarına karşın, toplumsal bellek oluşturmada önemli bir paya da sahiptir.
12 Eylül darbesinin yarattığı o büyük toplumsal yıkımı ve etkilerini 12 Eylül filmlerinde göremeyiz. Bir iki film dışında darbenin kendisinin anlatılmadığı gibi, bireylerin ‘eve dönüşü’ dışında darbenin yarattığı tahribata da değinilmez; olan örneklerse yetersiz ve başarısızdır.
12 Eylül Filmleri gruplamasındaki filmlerin çoğunluğu cezaevi, işkence ve sonrasında eve dönüşle sınırlı kalır. Eve dönüşle başlayan sorunlarsa toplumsal değil bireyseldir. Toplumsal yıkım ve dönüşüm değil, bireylerin dönüşümleri aktarılır.
90’lı yıllara gelindiğinde, yakın geçmişin yerine uzak geçmiş sunulur, yenidünya düzeninin yükselen değerleri pompalanır, egemen olması sağlanır. Bu da zor olmaz. Darbe sonrası apolitikleştirilmiş bir toplum ve silikleştirilmiş bir toplumsal hafıza söz konusudur. Geçmiş ve özellikle yakın geçmişin değerleri/erdemleri ürkülmesi, uzak durulması gereken, ‘yerine göre suç’ oluşturan unsurlara dönüştürülür. 80 öncesinin örgütlü, politik toplumundan, dayanışmadan söz etmek korkulan bir durum olur.
12 Eylül yalnızca geçmişi yok etmekle yetinmemiş, gelecek düşünü de yok etmiştir. Geçmişiyle köklerinden koparılan birey, gelecek düşünü de yitirdiğinde artık kendini yaralayan, ölümcül hasarlara sebep olan darbeyle hesaplaşma zemininden de kopmuş demektir. Bu geçmişten kopukluk ve geleceksizlik hali bütün bu filmlerin kahramanlarına da yansır.
Kitabın sonuç bölümünde şöyle yazmıştım:
“Bütün bu filmleri izledikten sonra, (Beynelmilel, Eve Dönüş, Bu Son Olsun gibi filmleri, -belki birkaç film daha eklenebilir- dışında
tutarak) toplamından ortaya çıkan, geriye kalan sonucu tek cümlede özetlemek istersek ‘yenilgi, teslimiyet, ‘yılgınlık ve umutsuzluk’ sözcüklerini yan yana/arka arkaya kullanabiliriz.
Toplamında anlatılan bir yenilgiler tarihidir. Geçmiş yoktur bu filmlerde. Nasıl bir geçmiş, hangi yaşanmışlıklar kahramanlarımızı bu filmlerde ‘bir sonuç olarak’ izlediğimiz bu büyük yenilgiye sürüklemiştir; göremeyiz, öğrenemeyiz. Gösterilen bu yenilginin yarattığı yılgınlık ve umutsuzluk ‘gelecek düşü’nü, başka bir dünya düşünü de yok etmiştir; gelecek yoktur. Oysa ‘anlatılmak istenen’ kahramanların, bu filmlerde de gösterildiği gibi cezaevlerine, düşmelerine, işkence görmelerine ideolojik seçimleri, başka ve daha güzel bir gelecek düşü neden olmuştur. Bu, 12 Eylül Filmleri’nde görülemese de gerçek hayatta böyleydi.”
Bu değerlendirmelerim kitabın da içeriğini oluşturan 12 Eylül Filmleri için tabii ki… 1980’lerin ortalarından itibaren bütün olarak sinema da köklü dönüşümler yaşanır Yeşilçam sonrası dönemden günümüze dek. Yeşilçam sineması yönetmenlerinin de film yaptığı, fakat yönetmen sinemasının oluştuğu 1980 ortalarında başlayan ve 1995’e kadar süren bu süreç yeni bir sinemanın doğmasına da hizmet eder. 1996 yılı birçok bakımdan bir dönüm noktası oluşturur sinemamızda. 1990’lar ve 2000’li yıllar ‘başka bir sinema’ya dönüşümün yaşandığı yıllardır. Sinemanın gençleştiği, teknik imkânların yükseldiği, hem gişeyi yakalayan popüler ve ticari sinemanın hem de ‘sanat filmleri’nin, özgün arayışların olduğu, önemli dönüşümleri içeren bir süreçtir bu.
Öncelikle bu tarihten itibaren, (öncesinde yaşanan on yıllık sürecin sonucu) Yeşilçam geleneğinden ve farklı temalara yönelmesiyle, bireyin iç yolculuğunu anlatmasıyla ayrıksı dursa da Yeşilçam içinden doğan sinema anlayışından bir kopuş yaşanır. Bu süreci kitabın ek bölümlerinde “1980’lerden Günümüze Sinema /1985-1995 Yılları, Yeni Yönelimler Ve Yönetmen Sineması” başlığı altında yazdım.
12 Eylül filmleri arasında favoriniz hangisi? Eksikleri var mı bu filmlerin?
Darbenin ilk aylarında doğrudan sosyalistlere, sol muhaliflere, devrimci örgütlere yönelik yürütülen şiddet ve baskı, sol muhalefetin önerdiği toplumsal düzene ilişkin izlerin ortadan kaldırılmasına, hafızalardan silinmesine yönelir, uygulama alanı genişler. 12 Eylül döneminde bireylere yönelik şiddet ve baskı, toplumsal alanda sola ilişkin her türden düşünce, özlem, davranış biçimi, değer yargısının da yok edilmesine yönelik bir şiddet ve baskıya dönüşmüştür. Toplumu topyekûn dönüştürme, yeniden yapılandırma amacı taşıyan darbe yalnızca muhalifleri değil toplumun tüm kesimlerine saldırır, zarar verir, acılar yaşatır. Bu durumu cesur biçimde anlattığını düşündüğüm Ömer Uğur’un Eve Dönüş filminin ayrı bir yeri var.
Ömer Uğur’un süreyle sınırlı Eve Dönüş filminde cesaretle anlatmaya çalıştığı acı ve tahribatın -okyanustaki kum tanesi küçüklüğündeki bölümü bile- yaşananların ne denli ürkütücü olduğunu görebilmemiz için yeterli. Bugüne yansımalarını, oluşturduğu ‘yeni düzen’in etkilerini hayatımızın her alanında görebiliyoruz. Bir televizyon programında, 12 Eylül’ün trajik, dahası traji-komik bir süreç olduğunu, Sırrı Süreyya’nın senaryosunda (Beynelmilel) bu sürecin komik, kendi filminde trajik yanın ağır bastığını söyler Ömer Uğur.
Ayrıca 12 Eylül darbe koşullarında traji-komik olaylar da yaşanır. 12 Eylül’e mizahi bir üslupla yaklaşan, eleştiren Beynelmilel ve Bu Son Olsun filmlerinde de yaşanan bu traji-komik olayları izleriz.
Bu aç filmin yeri ayrıdır diyebilirim. Eve Dönüş için katı gerçekçi olduğunu, işkenceyi çok fazla öne çıkardığını söyleyenler oldu. Hayat bu kadar katı gerçekçi yaşanırken sanat ya da sinema “bu kadar katı gerçekçi olmak zorunda mı?” diyemeyiz. Bunu hayatın acımasızlığını yaşayan herkesin bildiği gibi, 12 Eylül koşullarında Eve Dönüş filminde anlatılanları film icabı değil, sahiden yaşayanlar da çok iyi bilir. Filmde anlatılanlar yaşananların yanında çok ‘minicik’ bir bölüm.
Eve Dönüş filminin ya da Beynelmilel ve Bu Son Olsun’un eksikleri var mıydı? Elbette vardır. 12 Eylül gibi çok kapsamlı bir ‘olay’, bağlı olarak yaşanan büyük toplumsal dönüşüm bir filmde anlatılamaz. Bütçeden, olanaksızlıklardan kaynaklı sıkıntılar vardı elbette. Örneğin Beynelmilel’in final sorunu vardı. Bu da filmin senaristinden ya da yönetmenlerinden değil yapımcının sunduğu olanaklardan kaynaklandığını Sırrı Süreyya Önder söylemişti. Farklı bir finali olduğunu faka olanak(sızlık)lar nedeniyle istediği finali çekemediğini anlatmıştı.
Kitabınız sinema tarihine baktığımızda bir şeyler görebilmek için günün siyasi ve toplumsal koşullarını bilmek gerektiğini gösteriyor. Sinema yazarlığında sinema tarihine hâkim olmak ne kadar önemli sizce?
Hayatımızdaki birçok şey gibi sanat ürünü de, sinema da oluştuğu toplumsal koşullardan bağımsız değil. O koşullardan, döneminden kopuk değerlendirmeler de eksik ya da yanlış olabilir. Bu nedenle Yeşilçam sinemasına eksikli ve yanlış değerlendirmelerle yaklaşıldı yıllarca. Türkiye sinema tarihini, koşulları, yaşanan süreci, dönüşümleri bilmeden öncesini de, Yeşilçam sinemasını da, sonrasını da ‘doğru’ değerlendirebilmek, analizler yapabilmek, üzerine yazı yazmak zor. Yapılanlar da eksikli ya da yanlış oluyor, örnekleri çok.
Sinema içi birçok konuda bilgi eksikliğinden, var olan eksik ya da yanlış bilgilerin çoğaltılmasından, kişisel nedenlerle yok saymaya yönelik metinler üretmekten kaynaklanan yanılgılar zincirinin her yeni yayınlanan kitapta, metinde sürdüğünü görüyoruz. Oysa “ilk” ve önemli çalışmalar, kitaplar, metinler ürettiğini söyleyen araştırmacı arkadaşlarımızın, akademisyenlerin, tarih yazıcıların, sinema üzerine fikir üretenlerin ‘sahici’ belgelere ulaşmaları zor değil.
Bir örnek vereyim: Çeşitli araştırmalarda, kitaplarda Sezer Sezin’i kendisinden sonra sinemaya gelmiş ve başrol oyuncusu olarak yer almış oyunculardan sonra saymak, kişisel nedenlerle bilerek yok saymak değilse, en azından bilgi eksikliğinden ve yanlış bilgiyi çoğaltarak üretmekten kaynaklanmaktadır. Kimi çalışmalarda da yine aynı nedenlerden kaynaklanan, o dönemin ve sonrasının başrol oyuncularını, yıldızlarını sayarak “Sezer Sezin (…) gibi oyuncular yönetmenlerin kendilerini beğenmeleri ile sinemaya başlamışlardır” gibi cümlelere rastlayabiliyoruz. Oysa biraz araştırıldığında bunun böyle olmadığı görülür.
Sadece oyuncu olarak yer almaz sinemada Sezer Sezin. Oynadığı filmlerin öykü-senaryo seçiminden, yönetmen seçimine, oyuncuların belirlenmesine kadar bütün aşamalarında yer alır.
1996 yılında “Sezer Sezin Türk sinemasının ilk yıldızıdır, öncü sinemacılarındandır” cümlesini yazdığımda “efsane yaratma” türünden çeşitli eleştiriler almıştım. Oysa o günlerin en önemli tanığı Lütfi Akad usta, anılarında bu gerçeği gerekçeleriyle ve yaşanmışlıklarla anlatıyor, açıklıyor, belgeliyordu. Öncesinde efsaneler yaratıp, tarihi kendilerine göre yorumlayanlar, kişisel nedenlerle ya da bilgi eksikliğinden Sezer Sezin’i yok sayanlar için belgeler, bilgiler, tanıklıklar ulaşılacak kolaylıktaydı oysa.
Bu edebiyatla ilgileniyorsanız, örneğin şiir ya da öykü yazıyorsanız da geçerli. Edebiyat tarihini, şiirin, öykünün romanın sizden önceki serüvenini bilmiyorsanız ürettikleriniz de edebiyat üzerine yazacaklarınız da eksikli ya da yanlış olacaktır. Örneğin şiir yazıyorsanız, Nazım Hikmet‘i de, Ahmet Arif‘i de, Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı, diğer şairleri ve şiirlerini bilmeniz gerekir.
Yılmaz Güney’i, sinemasını bilmeden 70’lerin politik/muhalif sinemasını anlamanız, doğru değerlendirmeniz zor. Lütfi Akad’ı Metin Erksan’ı Halit Refiğ’i/sinemasını bilmeden, anlamadan bir dönemi anlamak zor. Koşulları bilmeden Osman Seden’i, Memduh Ün’ü ya da Muharrem Gürses’i anlamak, doğru anlatmak zor.
Çok sayıda 20’li yaşlarda sinema yazarı var ve bu ülkenin ana-akım mecralarında görev alıyorlar. Onlara tavsiyeniz ne olur?
Kendime tavsiyelerim hep olmuştur, bugün de sürüyor ama bir başkasına tavsiyede bulunmak… “Kendi bahçesinde dal olamayan biri, gelmiş bahçemde ağaçlık taslıyor” demişti Özdemir Asaf. Ben de hayatım boyunca kendi bahçemde dal olabilmek için çabaladım. Kendi seçimlerimi yapıp ona uygun yaşadım. Bedeli ağırdı, ödedim.
Naçizane önerim, alanlarında olabildiğince bilgilenmeye çabalamaları, yaptıkları ‘işe’ sevgiyle yaklaşmaları olabilir. Hepimizin çevresinde örneği çoktur sevgisiz, kıskanç, hırslı bencil ve bir o kadar cahil insanların ürettikleri yanlışların ve kötücül duyguların. Genelde sanat özelde de sinema ve yazmak hayatı güzelleştirmek için yapılacak seçimler. Bu seçimler bilgiyle, sevgiyle yapıldığı oranda umudu ve güzelliği daha da çoğaltır. Kötülüğü ve cehaleti çoğaltarak ne kendimize ne de insanlığa, hayata bir şey katamayız; var olanı çoğaltırız yalnızca. Üretilecek güzelliklerdense hepimiz yararlanırız.
Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler’in girişinde yazmıştım;
“Cumhuriyet tarihinin en fazla ve en hızlı insan kirlenmesinin yaşandığı bir dönemden geçtik, geçiyoruz. Yeni bir kültür, yeni bir insan tipi oluşturulmaya çalışıldı. Kıskanç, hırslı, bencil, faydacı olan bu yeni insan tipi en yakın dostlarına bile bürokrat ve hoyrat davranmayı erdem sayıyor.”
Yenidünya düzeninin toplum mühendisliği çabaları, yeni bir kültür, yeni bir insan modeli yarattı. Hırslı, bencil, çıkarcı bu insan modeli hedefine ulaşabilmek için her türlü yolu mubah saymakta, sistemin kendisine dayattığı yeni görevleri fütursuzca uygulayabilmektedir. Bazıları için pazarda “malım” olsun da, nasıl olursa olsun anlayışı geçerli olduğundan bunu sağlamak için her yol mubah olabilmekte ve her kılığa girebilmektedirler. Sağcıyla, sağcı, solcuyla solcu, patronla patroncu olmak sorun değildir onlar için; gerektiği gibi takla atabilmek, fırdöndü olabilmek önemlidir.
Toplumu kuşatmış ya da çoğumuzun çevresinde kâfi miktarda bulunan kifayetsiz muhterisleri gördükçe umut bağlayabileceğimiz genç kuşaktan arkadaşların daha yetkin, özgür, özgün ve bilinçli olmaları önemli.
Olumsuz örnekler için Yeşilçam Hatırası kitabımda şunları yazmıştım:
“Bazıları bütün yüzsüzlüğüyle televizyon programlarına çıkıp ‘Biraz oportünistçe belki benim tavrım, malzeme sıkıntısı yok o yüzden Yeşilçam ağırlıklı işler yapıyorum.’ gibi cümleler kurabiliyordu. Malzeme hazırdı ve para ediyordu bugünlerde. Emek harcamadan ranta çevrilebiliyordu. Akbabalık yapmanın dönemi olamazdı. Önemli bir devlet adamı ya da bir sanatçı hastalanıp komaya mı girdi, hemen televizyon programları yapar, kitaplar çıkarırlar. Fakat bekledikleri olmaz, o günlerde hayatını kaybetmez o devlet adamı ya da sanatçı. Olsun, ne gam, onlar akbabalıklarını yapıp görevini yerine getirdiler ya, kendileriyle gurur duyabilirler. Yeşilçam da, onlar için sadece bir malzemeydi sonuçta. ‘Oportünistçe’ olsun tavırları, ne fark eder, devir ‘rant’ devriydi nasılsa. Kemal Tahir’in, Ayşe Şasa’ya her dönem geçerli olabilecek kulaklara küpe öğüdünü okumuştum M. Nedim Hazar’ın Gökdelen Mağarada İki Senarist başlıklı yazısında. ‘Maskaralık yaptığın sürece seni baş tacı ederler ama ciddi bir şey yaparsan kimse ilgilenmez. Yolunu seç.’ Yıllar önce söylenmiş bu söz, bugünün dünyasını, ilişkilerini açıklayabilmek için de çok anlamlı, yapılan işlere baktığımızda.“
Sanatla, sinemayla, yazmakla ilgili birinin tüm bunların dışında olması gerekir. Genç sinema yazarı arkadaşlarımızın da yalnızca sinema tarihiyle değil sanatın bütün alanlarıyla ilgili bilgilenme çabası yaptıklarına da, bunun sonucu ürettikleriyle bize de çok şey katacaktır.
Üstünde çalıştığınız başka projeler var mı şu an?
Projeden bol bir şey yok diyebilirim. Uzun süren sağlık sorunlarım nedeniyle hayatın dışında kaldım bir dönem. Buna kırgınlıklar, kızgınlıklar eklendiğinde de hayatın birçok alanından çekildim. Hastalıklar nedeniyle yarım kalmış projelerim vardı onları tamamlamaya çalışıyorum. Sinema ve 12 Eylül bunlardan biriydi. Yaklaşık on yıllık bir projeydi, bugün tamamlanmış oldu ve yayınlandı.
Daha önce Fantastiğin Sineması adıyla belgeselini yaptığım Fantastik Sinema kitabını hazırlıyorum. Belgeselde birkaç cümleyle çok kısa yer alan söyleşilerin bütünü kitapta yer alacak. Yine Erkan Yücel, Yılmaz Atadeniz ve Sezer Sezin kitapları var üzerinde çalıştığım.
Ayrıca yine olanaksızlıklar nedeniyle gerçekleştiremediğim kısa film ve belgesel projelerim var. Vaktim az yapacak iş çok. Yazmak istediğim kitaplar, yapmak istediğim filmler var.
Hayatımızın tüm karamsarlığa iten yaşanmışlıklarına karşın, güzelliği ve umudu çoğaltan yanları da var kuşkusuz. Umutsuz, kırgın eve ve kendime kapanmışken, sevgili Osman Akınhay 12 Eylül ve Sinema kitabımı basarak, hayatla yeniden bağ kurmamı sağladı. Arkasından baskısı tükenmiş kitaplarımın da yeni baskılarını yaparak yeni çalışmalarımın yolunu açtı. Artizler Kahvesi’nin yeni baskısı geçtiğimiz günlerde Agora Kitaplığı’nca yayınlandı. Önümüzdeki haftalarda da Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler kitabımın yeni baskısı yayınlanacak Agora’dan; belki yeni projeler de gelir arkadan….