Aile filmleri döneminin vampları, entrikacıları, kaynanaları, üvey anaları ve mamaları…
Bugüne kadar Türk sineması üzerine yazılan kitaplarda “kadın” konusu sıkça işlenmiş gibi görünse de konunun hep belli bir çerçevede kaldığı açık. Kenarları cinsel ve toplumsal çıkarımlardan oluşan bu çerçevede bir sorun yok aslında. Sorun merkezde hep hikayenin ana kadın karakterinin yer alması. Hal böyle olunca da yıllarca benzer yardımcı rolleri üstlenmek zorunda kalan karakter oyuncusu kadınların durumu fazlaca gözden kaçmış bir konu olarak çıkıyor karşımıza. Oysa bu kadın oyuncular yıllarca benzer yan rolleri oynasalar da, gerek yeteneklerini gerekse de fiziklerini kullanarak öyle etkileyici performanslar ortaya koymuşlardır ki, toplumsal hafıza onları ikonografik şöhretler olarak kaydetmiştir. Çoğu zaman başrol oyuncularına bile nasip olmayan bir ayrıcalıktır bu.
Ege Görgün (Landlord)
“Türk sinemasında kadın” konusunda düşünüp konuşmaya başladığınızda, 1920’li yıllarda çekilen ilk konulu filmlerde gayrimüslim kadınları oynatmak zorunda olan bir ülke sinemasından söz ettiğinizi aklımızın bir kenarında muhafaza etmekte yarar var. Atatürk’ün girişimleriyle 1923 tarihli Ateşten Gömlek* filmiyle değişmiş olmasına rağmen bu gerçeğin sinemamızda kalıcı izler bıraktığına şüphe yoktur. Türk filmlerinde 1950’li yıllara kadar bir anlamda “ete kemiğe bürünmüş” kadın karakterlerin pek karşımıza çıkmaması da bunun bir kanıtıdır. Bu döneme kadar genellikle cinsel imalarla yüklü “fena kadınlar” görürüz filmlerde. Onunla bununla yatmaktan çekinmeyen, şehvet düşkünü, her daim kötücül niyetler besleyen, eril bir sinemanın bilinçaltını yansıtan kadınlar…
Sinema tarihimizin ilk filmlerinden biri olan Ahmet Fehim’in yönettiği Mürebbiye’de erkekleri birbirine düşüren işveli Fransız dilber rolünü canlandırmak Madam Kalitea’ya düşer. Film gösterildiği dönemde İstanbul işgal altında olduğundan Fransız komutan filmi Anadolu’da yasaklayarak sinemamızdaki ilk sansür uygulamasını hayata geçirir. Muhsin Ertuğrul imzalı Şişli Güzeli Mediha Hanım’ın Facia-i Aşkı** adlı filmde ise ağına düşen erkekleri sömüren, yuvalar yıkan, nihayetinde de cinayete kurban giden hayat kadını Mediha’yı yine bir gayrimüslim canlandırır. Yine Muhsin Ertuğrul’un çektiği 1940 tarihli Şehvet Kurbanı***’nda ise “fena kadın” bu kez bir Türk’tür. Cahide Sonku kendi efsanesini başlattığı bu rolde evli ve iki çocuk babası bir adamın bütün parasını söğüşleyen bir bar kadınını canlandırmaktaydı.
Ancak bu kanaldan ilerleyip, kadının bir cinsellik sömürüsü vasıtası olarak kullanımını irdelemeye kalkacak olursak, başta sözünü ettiğimiz çerçevenin içine biz de hapsolacağız ve yazının asıl hedefini şaşıracağız.
Evet, sinemamızdaki “fena kadınlar”ın izini sürme niyetindeyiz ama bizimkiler daha çok sinemamızın ilerleyen döneminde ortaya çıkan türden. İşin içine kimi zaman cinsellik girse de, şehvetlerinden çok kıskançlıkları, sınıfsal hırsları ve düsturları, maddi menfaatleri ya da salt habis bir ruha sahip oldukları için kötülük yapan; amaçlarına cinsellikle değil daha çok entrikalarla ulaşan, kurulu veya gelecek vadeden bir yuvayı yıkmak için ellerinden geleni ardına koymayan kadınlar… Bu kadınlara verilebilecek en iyi örnekler elbette Aliye Rona, Suzan Avcı, Neriman Köksal, Sevda Ferdağ, Lale Belkıs ve Aysel Tanju olsa gerek. Bu adların yanına onlar kadar şöhret yapmamış olsa da, asıl adı olan Silvana Panpani olan Nermin Özses ve zaman zaman benzer rollerde karşımıza çıkan Belkıs Dilligil’le, Mualla Sürer de eklenebilir pekâla.
Yeşilçam’ın “halkın istediği türden” popüler ve birbirinin aynı filmler üretmeye başladığı 1960’lara gelmemiz icap ediyor bu durumda. Yönetmen değil, yapımcı sineması olmuştur artık iyiden iyiye Yeşilçam. Sanatını ortaya koysa kalıcı işler yapacağı kanıtlanan yönetmenlerimiz bile kimi zaman yapımcıların isteklerine boyun eğip gişe garantili filmler çekiyorlardı bu dönemde. İstisnalar çıkmıyor muydu, çıkıyordu elbet. Umumi manzarayı yansıtmasalar da, yönetmeni Halit Refiğ’nin ister mükemmeliyetçilik kaygısından ister acemiliğinden deyin, harcadığı film makarası adeti yüzünden yapımcısını iflasa sürüklese de Gurbet Kuşları (1964); Lütfi Ö. Akad’ın Hudutların Kanunu (1966), Kızılırmak Karakoyun (1967); Metin Erksan’ın Susuz Yaz (1964), Sevmek Zamanı (1965), Kuyu (1968) gibi bugün bile değerinden bir şey kaybetmeyen filmler de çekilmişti neyse ki.
Geri kalan ve çoğunluğu oluşturanlar ise aynı formülün işletildiği, karakterler değil, stereotiplerin yer aldığı hikayelere sahip filmlerdi. Yapımcılar en ufak riske girmek niyetinde değillerdi. Halkın komik olarak görmeye alıştığı oyuncu bir sonraki filmde yine komik olmalıydı. Kötü olan yine kötüyü oynamalıydı. Oyuncularüst üste aynı rolde göründükleri için ister istemez TV dizilerinde olduğu gibi rolleri üstlerine yapışıp kalıyordu.
Tiyatrodan 1947 yılında Kerim’in Çilesi ile sinemaya geçen, Yılanların Öcü (1961), Gelin (1973), Yılanı Öldürseler (1981) gibi filmlerin başarısında önemli pay sahibi olan Aliye Rona gibi büyük bir oyuncuyu yalnızca gelinine kan kusturan kaynana rollerinde hatırlamamıza neden olan da bu gelenekti işte. Oysa Aliye Rona hiçbir başrol oyuncusuna nasip olmamış yeteneklerle donatılmıştı. Aliye Rona’nın ülke insanı üzerindeki etkisinin sinemayla sınırlı kaldığı, yalnızca bir sinema oyuncusu olarak algılandığı kuşkuludur. Genci, yaşlısı onu seyretmiş herkes için bir ikon, bir imajdır, bir semboldür Rona.
Sinemaya başladıktan sonra bir süre masum kız rollerini oynayan Sevda Ferdağ ise sonradan “vamp” kadın olur ve fenalaşır. “Vamp ne demek hala anlayabilmiş değilim. Belli bir çizgim yok, her türlü rolü oynadım ama nedense vamp kadın imajı kalmış. Belki fiziğimden ileri gelen bir şey” der bir röportajında****. Vamp olmak elbette “fena kadın” olmayı gerektirmez ama bizim sinemamızda vamp kadının olacağı şey bundan başka bir şey değildir. Sevda Ferdağ’nın belli belirsiz de olsa vamp kadın olarak göründüğü ilk film Türker İnanoğlu’nun yönetmenliğini üstlendiği Beyoğlu Piliçleri’dir(1963). Onun baştan çıkarmaya çalıştığı namuslu adamı ise Eşref Kolçak canlandırır. Ferda sonra Gurbet Kuşları’nda, ardından da yine İnanoğlu’nun yönettiği 1967 tarihli Ağır Suç filminde Şehvet Kurbanı’ndaki Cahide Sonku gibi baştan çıkaran bar kadınını canlandırır. Sevda Ferdağ’nın diğer isimlerden farkı kariyerinin değişik evrelerinde sıklıkla başrol de oynamış olmasıdır.
Benzer şey Neriman Köksal’ın da başına gelmiştir. Köksal yuva yıkan vamp kadın rolüne bürünmüş olarak ilk kez 1953’te Lütfi Ö. Akad filmi Katil ile çıkar seyircinin karşısına. Ardından Cingöz Recai: Beyaz Cehennem (1954), Hayatımı Mahveden kadın (1955), Kanlarıyla Ödediler (1955) gibi filmler gelince Köksal’ın imajı yerleşik bir hal alır. 50’lerde adeta bir seks ilahesi olan Neriman Köksal’ın da yaş ve kilo alıp vamplığından eser kalmadığında üvey anne, kaynana rolleriyle fena kadınlığa devam eder. İleriki yaşlarında Türk sinemasının fena kadınları arasına girmesinde vamplıktan geliyor olmasının payı var mıdır acaba?
Agah Özgüç’e göreyse yalnızca popülist bir sinemanın kadını olan Köksal’ın dönemi etkilemesi yalnızca “akça ve pakça bir kadın tipi oluşturmasından” gelir. *****
Aliye Rona gibi bir ikon olmaya en yakın diğer “fena kadın” Suzan Avcı’dır. Oyunculuğunun yanı sıra fettan, yırtıcı ifadesi, inandırıcı öfke patlamalarıyla dimağlara yer etmiştir. Genç yaşta başladığı kariyerinde güzelliğiyle ve onu Türk tipi kadınlardan ayıran muhacir fiziğiyle vamp kadın olmakta güçlük çekmez. Yaş aldığında fiziğinden fazla bir şey kaybetmedi ama vamp kadınlıktan, Aliye Rona’ya yakın performanslar ortaya koyduğu “fena kadın” rollerine geçti.
Mankenlik ve şarkıcılıktan gelen Lale Belkıs diğerlerine göre az sayıda filmde rol alsa da toplum belleğinde yer etmeyi başaran vamp ve fena kadınlardan bir olmayı başarmıştı. Bir eki sözlük kullanıcısının onun hakkında sarf ettiğ şu tarif oldukça iddialı da olsa, hoş:
“Suzan Avcı’yı çatlatacak kadar femme fatale, entrikalarıyla Hale Soygazi’yi depresyona sokacak derecede kötü ve küstah hallerin çarpıcı kadını.”
2003’te kaybettiğimiz Aysel Tanju da fena kadın olarak 1960’lı yılların Yeşilçam filmlerine damgasını vurmuş bir isimdir. Güzelliği ve cazibesi onu önce sinema da sevenlerin arasına giren kadın tiplerinin vazgeçilmez oyuncusu, sonra da gazino sahnelerinin aranılan dansöz-şarkıcısı kılmıştı.
Melodramlar zıtlıklar üzerine kurulu hikayeler anlatırlar. Zengin-yoksul, güzel-çirkin ve en önemlisi iyi-kötü. Bu zıtlar arasındaki fark ne kadar çok, mesafe ne kadar uzun olursa melodram o kadar ajite eder duyguları. Yeşilçam sektörü sermayeyi seyircinin acıma ve nefret duygularını – işte bakın bir zıtlık daha- provoke etmeyi amaçlayan melodram filmlere yüklemişti. “Fena kadınlar” da o filmlerin vazgeçilmezleriydi. Seyirci fena kadından ne kadar nefret ederse film o kadar etkili oluyor, o kadar çok seyrediliyordu. Fena kadına olan nefretin artması demek masum kıza ya da sabiye duyulacak acımanın da artması anlamına geliyordu üstelik. Dolayısıyla fena kadınların filmin başarısındaki payı yadsınabilecek gibi değildi. Ancak onlar tıpkı karşı cinsteki iz düşümleri olan Erol Taş gibi hiçbir zaman hak ettikleri ilgiyi görüp, kazançları elde etmediler. Yeşilçam ve seyircisinin sığlığının cezasını onlar çektiler bir anlamda. Hem kariyerleri boyunca, hem de kariyerlerinden sonra…
*Filmde Bedia Muvahhit ve Neyyire Eyüp oynamıştır.
** Filmin operatörü Fuat Uzkınay’dır.
*** Diğer rollerde Muhsin Ertuğrul ve Suavi Tedü’nün yer aldığı filmin senaristi Nazım Hikmet Ran’dı.
**** Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler – Mesut Kara – An Yayıncılık
*****Türk Sinemasında 10 Kadın – Agah Özgüç – Broy