Tuncel Krtiz aramızdan ayrılalı tam 1 yıl olmuş. Güzel anısına; daha önce [Tuncel Kurtiz: “Hayatta ben en çok annemi özledim!”] başlığıyla yayınladığımız bu çok okunan söyleşiyi paylaşıyoruz sizlerle.
Sokakta rahatça yürüyemeyecek kadar şöhret sahibi. Yeteneği, ustalığı ise bu şöhretten çok daha ileride. Ama kimin umurunda?.. İnsanların değerlerinin ne yaptıklarıyla değil, televizyonda ne kadar gözüktüğüyle ölçüldüğü bir coğrafya ve zaman bu. Şöhret ulaşılabilecek en yüce mertebe. Sınır gökyüzü. Tek istediğimiz onunla bir fotoğraf çektirmek. Neden? Sevgiden mi, yoksa insanlara “şöhret” denen şeye bir anlığına da olsa çok yakın olduğumuzu kanıtlamak için mi? Sorularımızı Ramiz Karaeski’ye değil, Tuncel Kurtiz’e sorduk. Müsadenizle…
Ege Görgün (Landlord)
Bir süredir “Ramiz Dayı” röportajları okumaktan, yani medyanın, haberleriyle sanki Ezel’den önce Yeşilçam’den önce Tuncel Kurtiz diye biri yokmuş gibisinden popülist bir hava yaratmalarından rahatsız, bir o derecede de sıkılmış vaziyetteydim. Ramiz Dayı’yı olabildiğince unutmaya çalıştım bu söyleşiyi gerçekleştirirken, ki bir dünya sanatçısı olarak bu ülkenin sanatına büyük değer katan bir adamı, Tuncel Kurtiz’i unutmayayım.
Tuncel Kurtiz’in unutulmuş olduğu (acaba hiç hakkıyla hatırlanmış mıydı?) gerçeği daha röportajın başında ortaya çıkıyor. İnternetteki çoğu kaynakta Bilecik doğumlu ve filoloji mezunu olduğu yazıyor. Oysa bunlar tamamen yanlış.
Usta sanatçının hemşehrim olduğunu öğrenmenin şaşkınlığıyla başlıyorum sohbete. Tamamen rastlantı eseri keşfediyorum bu durumu. Yoksa benim aklımda ‘nerelisiniz’ diye sormak yok. Altın Portakal Film Festivali vesilesiyle hepimiz Antalya’dayız. Söyleşi Hillside Su’nun bahçesinde gerçekleşiyor.
Tanışma faslı daha yeni bitmiş ki, bebek arabasıyla yönetmen Mehmet Bahadır Er geçiyor yanı başımızdan. Tuncel Kurtiz, küçük Timur’u görünce hemen fırlıyor ayağa. Şirinlikler yapıyor arabasındaki bebeğe ama fazla sokulmuyor. “Benim çocuk sevmem bu kadar işte!” diyor gülerek bana. Kısa film çektiği günlerinden beri tanıdığım Bahadır’la tanıştırıyorum Kurtiz’i. Diğer bilgilerin yanı sıra hemşehrim olduğunu da ekliyorum Bahadır’ın. “Neresi?” diye soruyor Kurtiz. “İzmit,” diyoruz bir ağızdan. “E ben de İzmitliyim,” deyince internetin güvenilmezliği bir kez daha ortaya çıkıyor.
“Yanlış onlar,” diyor. “Bilecik’te değil, İzmit’in Bahçecik nahiyesinde doğmuşum ben. Nazmi Oğuz benim dayım. (2007’de 102 yaşında kaybettiğimiz eski sporcu, sinema işletmecisi ve milletvekili Nazmi Oğuz, İzmit’in tarihinde yer etmiş çok muhterem bir şahsiyet.) Üniversite mezunu falan olduğum da doğru değil. Bitiremedim ki. Babam elimden tuttu hukuka yazdırdı ilkin. 15 gün devam edip oraya, filolojiye geçtim. Sonra bırakıp felsefeye devam ettim, psikolojiye baktım biraz, biraz da sanat tarihine. Ama hiçbirisini bitirmedim.”
Gördüğünüz gibi işe Tuncel Kurtiz’in gayet dezenformasyona uğramış hayat hikayesinden kısaca bahsederek başlamak şart.
Tuncel Kurtiz’in ataları Selanikli. Dedesi oranın Evkaf (Vakıflar) Müdürü. Babasının dayısı ise nahiye müdürlüğü ve kaymakamlığının ardından Abdülhamit’in emniyet müdürlerinden biri olan başarılı bir bürokrat. Kurtiz’in gururla belirttiği gibi Drama kaymakamlığı sırasında Drama-Kavala arasındaki yolu inşa etmiş. Selanik’ten 3 yaşında ayrılan babası bir anlamda dayısının izinden gidiyor. Kolejden sonra getirildiği Bahçecik Nahiye Müdürlüğü ile yetinmiyor. Önce Ankara Hukuk’u, ardından da Mülkiye’yi bitirip kaymakam oluyor. Vali muavinliği ve valiliğe kadar devam ediyor yükselişi.
1 Şubat 1936’da doğan Tuncel Kurtiz’in çocukluğu babasının vazifeleri sebebiyle durmadan dlaşmakla geçiyor. Kırıkkale, Reşadiye, Kandıra, Posof, Ayvalık, Michigan, Detroit, New York, Silifke, Tarsus ve İstanbul’dan önceki son durak 14 yaşında ayak bastığı Edremit. Bugün hala bir ayağının orada olmasını nedeni, Edremit’te geçen güzel yıllar, güzel anılar ve güzel insanlar.
Kitaplara, sanata merakı çok erken yaşlarda başlıyor. Kitaplarla dolu bir evde büyüyor ve elinden Tevfik Fikret, Fuzuli, Şair Eşref kitapları düşürmeyen bir babası var çünkü. 14 yaşında Dostoyevski, Emile Zola okuyan bir çocuk o.
Lise çağında İstanbul’a geldiğinde bu kez tiyatroyla, operayla, konserlerle tanışıyor Tuncel.
“Kendini Sait Faik zanneden bir çocuktum. Çok okuyan, yazmaya çalışan. Lise 1’deyken tiyatrolara, operalara giderdim. Saray Sineması’nda konserler verilirdi. Arkadaşım Ünal Arpacı’yı zorla götürürdüm, ‘Hadi gidelim, bak, ne güzel kızlar vardır orda!’ diye kandırırdım onu hep. Ünal gülerdi kanonlar söylenirken kıkır kıkır. Şan Sineması’nda yapılan alaturka ve alafranga konserlere giderdik bir de.”
Sonra tiyatro başlar. Haldun Taner’le tanışıklık, Özdemir Asaf’la yakınlık.
“Mollafenari’de küçük bir matbaası var Özdemir Asaf’ın o zaman. Ben ilk edebiyat matinesini yaparken ve ilk oyunumu sahneye koyarken program dergisini Özdemir Abi’ye bastırmıştım. Onu da davet ettik matineye. R’leri söyleyemiyor ya, ‘ben şiir okumam, hikaye okuyayım’ dedi. Projektörcü’yü okudu. O ‘Phojektöycü, Phojektöycü’ dedikçe salondakilerin kahkahadan nasıl kırıldığını hiç unutmam.”
İşsiz kaldıkları bir dönem 6 arkadaş kendi tiyatrolarını kurup Anadolu turnesine çıkmaya kalkarlar. İlk oyun İzmit’tedir, dayısı Nazmi Oğuz’un sinemasında Yağmurcu’yu oynarlar. 1000 kişilik sinemaya 12 kişi gelince iflas ederler ama pes etmezler. Nurettin Sezer şansların memleketi Kandıra’da denemeyi teklif eder. Kandıra’da evlerde misafir kalarak, sigara içilen salonlarda sergilerler sanatlarını. Gençtirler, idealisttirler, mutludurlar. Kandıra’dan kiraladıkları cipe doluşup 5-6 ay daha sürdürürler turneyi.
1964’de Şeytanın Uşakları ile sinema ilk kez hayatına girer Kurtiz’in. 1965, 1966 ve 1967’de 30 kadar filmde oynar. Bu kadar çok film çevirmesinin nedenlerinden biri üniversite yıllarında tanıştığı Yılmaz Güney’dir. Bu filmlerde oynaması için ısrar eder hep.
“Bebek’te bir apartmanın bodrum katında otururdu. Bir yatak, bir masa, bir de daktilo. İnatçıydı. İkimiz de komünisttik. Hikayeler yazardık. Bana hep ‘sinema’ derdi. ‘Her evde bir fotoğrafımız olacak, bizi sevecekler.’ Çok iyi bir hikayeciydi. Bazı hikayeleri kayıp şu anda. Pazar Postası’nda yayınlanan Neron diye bir hikayesi vardı mesela, kayıp. Kimse bulamadı. Deha çizgisinde bir adamdı. Onun yanında ikinci adam olmaktan hiç rahatsızlık duymadım. Sidik yarıştırmaya da kalkmadım onunla. O da hep yanında beni bulundurmayı tercih etti.”
Yılmaz Güney’den söz edince dayanamayıp eski bir olayı hatırlatıyorum ona. Yılmaz Güney üç kişiyi bıçakla yaraladığı olay. O sırada Tuncel Kurtiz var yanında Çirkin Kral’ın. Açık açık anlatıyor:
“Kulüp 12’ye gittik Yılmaz’la. Yanımızda o gün bir çekimde kullandığımız sustalı var. Bizim tiyatrodan Gülsüm Kamu şarkı söylüyor. O şarkı söylerken birileri alay ederek konuşuyor bağıra bağıra. Susun dedim, burda bir sanatçı şarkı söylüyor. Ve kavga başladı. Benim üzerime üç dört kişi birden saldırdı. Yılmaz da beni kurtarmak adına girdi araya. Elindeki bıçağı işaretliyerek (Y.N.: ölüme sebebiyet verecek derin bir yara açmamak için bıçağı ucundan tutarak) sadece yaralamak amacıyla tak tak tak diye attı ve üç kişi yaralandı. Yılmaz’ı gönderdik, ben kaldım. Ben gittim polise. Benim için yaptı onu. Üzücü bir şey ama o günün delikanlılık havasında bu şeyler oluyordu. Hepimiz de maço bir tavır vardı. Ben de çok kavgacıydım. Halit Çapın, ‘Seni bir gün buralarda götürecekler!’ derdi. Çabuk sinirleniyordum, çabuk vuruyordum. İçki içiyordum, şımarma olmuştu. Alkolün dozunu kaçırıyordum. En korktuğum şeydir, mesela. Yıllardır sarhoş olamıyorum.O yüzden Bakırköy’e de düştüm. AKM’nin duvarına çişimi yaparken bir bekçi geldi, çekti beni. Ben de vurdum ona. O sırada oradan geçen altı polis beni arabaya aldılar, vura vura, ağzımı burnumu kırarak beni karakola götürdüler. Oradan ilkyardıma, oradan da Bakırköy’e. Yani bunları yaşadım, yalan mı söyleyeceğim. Allahtan başhekim tanıdık, çıkardılar beni. Ama canıma okumuşlar, parça parça etmişler beni. O günde çekimim var. Bir aktörün yapmaması gereken her şeyi de yaptım zamanında yani. Bütün gazeteler ‘Bir Aktör Çıldırdı’ diye manşet atmıştı.”
Laf dönüp dolaşıp Can Yücel’e gelince, “Lüzumsuz bir şekilde erkenden öldü Can baba. Olacak iş değil,” dedi güzel dostu için. “En sevdiğim şiiri Sevgi Duvarıdır,” der demez de her zaman yaptığı gibi ezberden – inanılmaz bir hafıza kudreti bahşedilmiş ustaya! – okumaya başladı bu hayli uzun şiiri: “Sen miydin o, yoksa yalnızlığım mı?..”
Benim de aklıma bir Can Yücel şiiri geldi o an. Hani şu “Hayatta ben en çok babamı sevdim” diye başlayan. Bu dizeyi biraz değiştirerek soru haline getirdim ve şiiri okuması bitince kendisine yönelttim: “En çok kimi özlüyorsunuz?”
Zor bir soruydu biliyorum. Muhtemelen pek çok yanıtı vardı üstelik. Ama ben bir tanesini istiyordum, en çok özleneni.
Bir an için artık yanımda olmadığını hissettim Tuncel Kurtiz’in. Geçmişe gitmişti. Anılarıyla randevusunun huzur içinde geçebilmesi için sessizce bekledim. Nefes almaya bile çekinerek…
Geri döndüğünde, “En çok annemi özlüyorum!” dedi nemli gözlerle. “Anam da beni çok özledi. Sürgündeydim. Kızkardeşim aradı, ‘annemiz ölüyor’ dedi. Gelemedim. Cenazesine bile gelemedim anamın. Uçakla üstünden geçiyordum İstanbul’un, inemiyordum.”
Tek oğlunun hasretliğini çekmiş, aslanoğlunu son bir kez göremeden bu dünyadan göçüp giden bu kadın için ben de üzüntü duydum. Tuncel Kurtiz gözünden düşen bir damla yaşı silerek devam etti.
“Babam ‘Ben bu evde bütün aileyi her akşam bu yemek masasında görmek istiyorum’ dedi diye evi terk etmiştim. Kamyonetin arkasındaki bir somya bir bavul evden uzaklaşırken, yaşlı gözlerle camdan bakan anam hala gözlerimin önünde.”
Geçmişten unutulmayan görüntüler…
Filmlerden konuşuyoruz biraz. Son yıllarda Türk sinemasına damgasını vuran yeni gerçekçi akımın filmlerinden söz ediyoruz. Bunlar geleneksel hikaye anlatımına ve anaakım sinemanın temposuna zerre rağbet etmeyen, ağır ağır ilerleyen filmler. Ödüller alan ama seyircinin gönlünü pek çelemeyen filmler… Oynadığı çok sayıda ödüllü ödülsüz filme rağmen yıldızı Yeşilçam’la bir türlü barışmayan Kurtiz’in bu filmler hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum. “Hepsinin yeri var,” diyor. “Ama herkes Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu gibi film çekmeye kalkarsa olmaz. Böyle bir şey gözlemliyorum. Benim tercihime gelecek olursak, ben daha hızlıdan yanayım. Mustafa Kandıralı’nın, Deli Selim’in ritmini daha çok seviyorum.”
Carlos Sorin düşüyor aklıma. Arjantinli yönetmenin son filmi Pencere (La Ventana – 2008) 80 yaşındaki Antonio’nun som günlerini konu alır. Son nefesini verirken gözünün önüne gelen görüntünün 70 küsur yıl öncesinden kalma olduğu anlarız finalde. Onca yaşanmışlığa rağmen hatırlanan yine çocukluğa dairdir. Ben de gidebildiği kadar geriye gitmesini istiyorum Tuncel Kurtiz’den. Ve gözünün önüne gelen en canlı sahneyi, en belirgin imgeyi benimle paylaşmasını istiyorum kendisinden. Bir değil, dört tane sıralıyor. Posof’ta Kürtçe konuşan arkadaşlarına babasından öğrendiği çat pat İngilizce ile nazire yapması. Kendisinin de yabancı bir dil bildiğini iftiharla ortaya koyan 9 yaşındaki Tuncel’i gözünüzde canlandırın: “My name is Tuncel. I am nine years old!”
Diğer üç görüntüyü ise Tuncel ustanın ağzından dinleyelim:
“6 yaşındayım. Kırıkkale’deki tiyatro geliyor aklıma. Atıf Kaptan oynuyor. Atıf Kaptan da dayımın arkadaşı, hatırlıyorum, öyle söylediler evden. Kırmızı perde var sahnede ama tam aşağı kadar inmiyor. Ayaklar dolaşıyor altında. Biraz sonra açılacak perde.”
“Bir de, kızkardeşim yeni doğmuş, annem babam bir yere giderken bakıcı bir kadınla bırakırlardı bizi. Bizi oyalamak için, yufka açardı, sonra ağzına iki tahta kaşık alıp onu kafasına geçirirdi. Üstüne de eşarp takardı. Ağız kısmı uzadığı için kurt olurdu o işte. Gözlerine de delik yapardı iki tane. Hiç unutmam onu. Huuu yapardı korkardık. Onu kullanmak istedim sonra tiyatroda ben yapamadım.”
“Reşadiye geliyor bir de aklıma. Muzaffer Sarısözen vardı. Babam oranın kaymakamıyken gece evin önünde rakı sofrası kurulur, köyden herhalde aşıklar gelirdi. Hepsi çalardı. O ses alma cihazından çıkan talaşları toplardık. Onu da unutamam.Bayıla bayıla dinlerdim onları. Bir tane türkünün nakaratı aklımda kalmıştır o günlerden.” (Söylüyor.)
Tuncel Kurtiz iki saat sonraki uçağı için hazırlanmak zorunda. Odasına çıkmadan önce Antalya Altın Portakal Film Festivali zamanı değişmez uğrak yerim olan sahafdan söz ediyorum ona. Sahaf ve eski kitap merakını biliyorum. Hemen dikkat kesiliyor. Zamanı olmadığına hayıflanıyor. Ben de öyle. Götürüp gezdirmek isterdim ona bu koca sahafı. Keyfi yerine gelsin diye, ‘kartını ulaştırırım’ diyorum sonra. ‘Zaten size 30’lu yıllarda İngiltere’de basılmış bir şiir kitabı da hediye edeceğim,’ diye de ekliyorum. Benim için kıymetli bir kitap ama Tuncel Kurtiz olduğu için söz konusu olan, gözüm arkada değil. Biliyorum ki o kitaba benden bile iyi bakacak ve kitap en az benim yanımda olduğu kadar mutlu olacak onun yanında. Teşekkür ediyor. Elini sıkıyorum sonra ikimiz de kendi yolumuza gidiyoruz.
TUNCEL KURTİZ ve Futbol
Futbolla aranız nasıl?
Futbol sevmeyen bir Türk zor bulursun herhalde.
Ama siz geçmişte oynamışsınız da…
Haydarpaşa Lisesi’nde Boncuk Ömer hocamızdı. Boncuk Ömer Fenerbahçe’nin eski futbolcularındandı. Sonra Anadolu Lisesi’nde de okul takımındaydım. İstanbulsporlu İhsan, Fenerbahçeli Çetin, Beşikaşlı Varol, Haydarpaşa Lisesi’nde Can Bartu vardı birlikte oynadığım. Ama benim pek yeteneğim yoktu herhalde futbola.
Defans oyuncusu fiziği var sizde…
Yok. Sağ iç ya da sağhaf oynatırlardı beni. Son maçımda Sultanahmet Sanat ile oynadık. Şeref Stadı’nda. Şimdi Çırağan Kempinski’nin olduğu yerdeydi Şeref Stadı. Çamur içinde bir saha, soyunma odaları berbat halde, buz gibi suyla duş alırdık. Top denize kaçardı. Fenerbahçeli Avni’nin karşısında oynuyordum. Beni madara etti. Yenildik. Üzüntüden pasaja gidip şaraba vurdum kendimi. Sonra sürüne sürüne gittik okula, doğru revire. Futbol hayatım öyle bitti. Masa tenisinde iyiydim. Hala da iyiyim.
Maç izleme alışkanlığınız var mı?
Eskiden çok seyrederdim. Şimdi ara sıra. İkinci devreleri seyretmek daha hoşuma gidiyor, sonuna doğru. Çok sıkıcı gelmeye başladı artık bana bu oyun. Çok matematik oldu, çok kurallı oldu. Pas ver, pas ver, sonra sağdan ya da soldan bir orta yap, birinin kafasına gelsin de gol olsun. Nerde bir Lefter, bir Metin Oktay, bir İsfendiyar diyorum. Hala onları arıyorum.
Seyrettiniz onları tabi…
Tabi. Bayıla bayıla. Fener Stadı’na gider top toplardık. Lefter abimiz vururdu dann diye topa, koşar getirirdik.
“Arkadaşlarıma güvendim, aldatıldım!”
İki film vardır hayatımda. Bir tanesi Otobüs. Otobüs filminde sadece emeğim çalındı. Zamanında bütün paramı yatırdığım, şimdi elimde bile olmayan Bereketli Topraklar Üzerinde’de ise hem emeğim, hem param çalındı. Ne yapalım, arkadaşlarımıza güvendik. Mukavele bile yapmadan harcadık paralarımızı. Canları sağolsun!