“Bu kocaman boşlukta tek başıma olmak öyle hoşuma gidiyor ki.
Kimse olmasın, ben olayım. Ben ve yalnızlık, güzel.
Ben ve başkaları, güzel değil”
Biri ve Diğerleri, 1987
*Ertekin Akpınar imzalı 10 Yönetmen ve Türk Sineması adlı kitapta yer alan bu röportaj 8 Eylül 2004 tarihinde Mine Film’de yapılmıştır.
1938, İstanbul doğumlusunuz, İlk ve ortaöğrenim süresinden biraz bahseder misiniz? Nasıl bir sosyal çevre içerisindeydiniz?
Çarşamba İlkokulu’nda okula başladım. O yıllarda Fener’de oturuyorduk. 1. sınıfı orada okudum. Aslına bakarsanız, hiçbir okulu sevmedim. Daha doğrusu, okumayı sevmedim. Çünkü, karakterim icabı bana bir şeyin empoze edilmesinden hoşlanmıyorum. 2. sınıfı Beşiktaş’ta Akaretler’de okudum. Sürekli okuldan kaçıp, şimdiki Barbaros Anıtı’nın bulunduğu yerde, irili ufaklı kum tepelerinin olduğu yerde o çevrenin okula gitmeyen çocuklarıyla oyun oynardım. O bölgenin hemen yan tarafında uçak fabrikası vardı. Okulun çıkış saatinde, okuldan kaçtığım anlaşılmasın diye eve giderdim. Evimizin altında bir manav vardı. O zamanlar, Piano Piano Bacaksız filmindeki konağa benzeyen bir evde oturuyorduk. Orada da odalar bölünmüştür. Biz ailecek bir odada oturuyorduk. Yanımızdaki odada küçük halam, başka bir odada bir abla-kardeş kalıyordu. Altta, büyük salonda da o köşkün yaşlı sahibi. Yani, böyle bir komün hayatı yaşıyorduk. Okula gitmiyordum. Sonra okuldan öğretmenler eve geldiler, annemle babama benim hasta olup olmadığımı sordular. Annem hasta olmadığımı söyledi, öğretmenlerden biri, “Niye geliniyorsun okula? Neden kaçıyorsun?” gibi sorular sordu. Hatırladığını kadarıyla, en ön sırada oturuyordum, yaramazlık yaptığım gerekçesiyle öğretmenim beni en arka sıraya attı. Ben o durumu kendime yediremedim ve okula gitmemeye başladım.
Daha sonra Fatih’e taşındığımızda, Akşemsettin İlkokulu’na devam ettim. Bir sabah okula giderken, anneme şımarıklık yaptığım için babam bana bağırdı ve o günden sonra konuşamamaya başladım. Okulda öğretmenler beni çok severlerdi. 3. 4. ve 5. sınıfı okulu kaytarmadan, severek bitirdim. Akşemsettin İlkokulu’nun bende hâlâ önemli bir yeri vardır. Fotoğraf makinemi alıp zaman zaman oraya fotoğraf çekmeye giderim. Oranın büyük, geniş bir bahçesi vardır. Orada top oynardık. Okulun kapısı kapalı olduğu zamanlar bahçeye girmek için duvardan atlayıp içeri girerdik. Yıllar sonra fotoğraf çekmek için gittiğimde, o duvara baktığımda benim boyumu geçmiyordu. Objeler, biliyorsunuz küçükken bizlere büyük gözükür. Mesela, Fellini‘nin filmlerindeki koca memeli kadınlar onun çocuk gözüyle gördüğü kadınlardır…
İlkokulda yazı öğretmenimiz keman çalardı. İlkokulu bitirme müsamerelerini organize etme görevi bana verilmişti. Bir oyuncakçı dükkânı piyesi sahnelenecekti ve orada hiç konuşmayan bir palyaçoyu oynayacaktım. Bu anlattığım yıllar, 1947-1948. Hâlâ saklarım o resimleri. Annemle babam en önde oturuyorlardı. Babamın üstünde kahverengi bir palto vardı, onu hatırlıyorum. Ona daha çok dikkat etmişim herhalde. Yazı öğretmenim bana bir monolog vermişti o akşam. Tek başıma sahneye çıkıp değişik ağızlarla o olayı anlatacağım. Kekemeyim, konuşamıyorum diye sahnenin arkasında ağlıyorum. Yazı öğretmenimden iyi bir tokat yedim. Ve beni sahneye itti. Çıkar çıkmaz konuşmaya başladım. İşte o günden bugüne konuşmaya başladım. (gülüyor) O akşam annemle babamın sevincini hiç unutamam. Bu okulu bitirince Gelenbevi Ortaokulu’na başladım. Ortaokulda hiç okuldan kaçmadım. Hocalarımla aram çok iyiydi. İftihara geçerdim sürekli. Yavaş yavaş değişim başlamıştı. Hem fiziksel, hem duygusal, hem seksüel, hem de düşünce olarak. Daha sonra Vefa Lisesi’ne başladım. Liseyi, üniversiteye gitmek için okudum. Babam sert bir adamdı. Kapıcıya 2,5 lira verirdi, ben okuldan kaçtığımda haber vermesi için; ben 5 lira verirdim, haber vermemesi için. Tabii kapıcı zengin oldu böylelikle. (gülüyor)
“Ben iki koku duyarım: bir tanesi marangoz olan babamın eve geldiği zaman üzerindeki talaş ve tahta kokusu, diğeri ise sinema kokusu”
O dönemde neleri okurdunuz?
Bakın, az önce sevgili anneciğimin (Pakize Başaran) 1952 yılı imzalı kitabı geldi. (Bu konuşmamızın öncesinde Tunç Bey’in yakın bir dostu, Tunç Bey’in annesinin yıpranmış bir kitabını getirdi. Tunç Bey annesini arayıp kitaptan bahsetti.) Bakın 52 sene olmuş. Geçen gün evimi taşırken, kütüphanede Varlık Yaymları’ndan yayımlanmış, Sait Faik‘in Havuzbaşı adlı kitabıyla karşılaştım. Kitabın ilk sayfasına, “1952, Tunç Başaran” diye de imza atmışım. O kitabı, 1952 senesinde gerçek Havuzbaşı’nda okudum. Sait Faik, o kitabında Beyazıt’taki Havuzbaşı‘nı anlatır. Daha sonra yıktılar orayı.
1948 yılında Eminönü’nde çekilmiş bir fotoğrafım var. Bu fotoğrafın çekildiği zaman annem 2. Noter Vekili idi. Fotoğraf şöyle: Kısa bir pantolon, lastik ayakkabı, belimde de kayış yerine ip var. Sağ elimde, Doğan Kardeş dergisini tutuyorum. Demek ki okuma alışkanlığının kaynağı oralarda saklı.
Neleri izlerdiniz?
Babamın marangoz dükkânı Küçükpazar’daydı. O dönem Fatih’te oturuyorduk. Bir gün onun yanından ayrılırken eve gitmem için bana 10 kuruş verdi. Ben pazarın içerisinden eve doğru giderken bir sinema gördüm. Sinemayla ilk tanışmam böyle. Altı- yedi yaşındaydım o zaman. İçeri girmek için can atıyorum. Kapıda duran kişi bir iskemleye oturmuş, öbür iskemleye de ayaklarını uzatmıştı. Dünyanın neresinde iki iskemleyi işgal etmiş biri varsa muhakkak o Türk’tür. Dedim ki, ”Sinema kaç para?” “10 kuruş ama film bitiyor,” dedi. “Olsun, gireceğim,” dedim. Adam parayı aldı, bilet de kesmedi. Şimdi şunu hatırlıyorum: Tahta kapı. Amerikan kovboy filmlerindeki gibi hem içeri hem dışarı açılan bir kapı. Onu açtığım zaman burnuma yumuşak bir şey değdi. Elimle dokunduğumda onun kadife perde olduğunu anladım. Açıp girdiğimde içerisi kapkaranlıktı. Karşıda bir perde, kocaman kırmızı bir güneş. Adamın kafası girdi, kadının kafası girdi, Öpüştüler, “The End” yazdı ve ışıklar yandı. Benim sinemada ilk gördüğüm şey buydu. Fakat o sinemanın kokusunu hiç unutmuyorum. Ben iki tane koku duyarım; bir tanesi marangoz olan babamın eve geldiği zaman üzerindeki o talaş, tahta kokusu, bir de sinema kokusu.
Çocukluğumun büyük kısmı Şehzadebaşı’nda geçti. Şehzadebaşı demek, yüz metre içerisinde 7-8 sinema demekti. Baş tarafta Ferah Tiyatrosu’ndan bozma -tabii ki o tiyatro dönemini göremedim- Ferah Sineması, onun berisinde Saraçhane başına doğru gelirken Turan Tiyatrosu ve Turan sineması, onun yanında Emre sineması, -ilk sinemalardan olan- Milli Sinema, lise yıllarımda açılan Yeni Sinema. Şimdi onlar içerisinde sadece Ferah Sineması kalmış durumda. Kendimi bildim bileli o sinemalara gittim. Bütün öğrenimimi çocukluğumdaki sinemalarda tamamladım. Mesela, o sinemalarda dört film birden oynardı. Sabahleyin girer, akşam çıkarsın. Sabahleyin okula gideceğim diye evden çıkardım, sinemaya giderdim.
Hangi tür filmlere ilgi duyardınız?
O zamanlar Amerikan filmleri izlerdim. Çoğu zaman izlediğimiz filmlerin kahramanı olurdum. Kaptan Marwell filminde gazeteci bir çocuk, “Şazem” dediğinde değişip Süpermen gibi dev adam olup kötüleri dövüyordu. Eve gelip, odama çekildiğimde acaba değişip dev adam olacak mıyım diye çoğu zaman, “şazem, şazem” dediğimi hatırlıyorum. Sinema beni çok etkiliyordu. Bun gadin diye bir film izlemiştim. Bungadin, bir Hintli Saka ama İngiliz ordusu adına çalışıyordu. Bir Hintli Saka’nın islediği tek şey, İngiliz Ordusu’nun üniformasını giymektir. Biz çok seviyorduk o adamı. Hintliler, İngiliz ordusunu tam pusuya düşürürlerken Bungadin kuleye çıkıp borazan çalardı. Böylelikle İngiliz ordusu kurtarılır, bunu da öldürürler. En sonunda hayali gelir, İngiliz üniformasını giyer, selamını çakar ve film biter. Şimdi alçak adama bakın. Bungadin vatan haini. Emperyalist İngilizler gidip Hindistan’ın göbeğine çöreklenmişler. Sonra kendilerini meşru kılmak için propaganda yapıyorlar.
En çok o yıllarda izlediğimiz kovboylar gibi olmak istiyorduk, Azılı katil Jasse James, Wyatt Earp, Billy the Kid, onu öldüren adam Patt Garret, Dog Holliday‘ler… Yani, ne kadar katil varsa bizim kahramanımızdı. Jasse James‘in bir ıslığı vardı (Tunç Başaran o ıslığı çalıyor), biz sevdiğimiz kızların evinin önünden geçerken o ıslığı çalardık. Sinema ne kadar büyük bir iletişim aracı, görüyor musunuz? Bugün bütün dünyada insanlar kovboyculuk oynuyor. Afrika’nın herhangi bir yerinde, zeybekçilik, efecilik oynayan adam görmedim ben. Herkes Gary Cooper olacak, John Wayne olacak… Bu işte Amerika’nın sinemaya verdiği bir değer ve kendi kültürünün diğer ülkelere empoze etmesi.
Daha sonraki yıllarda, Mısır filmleri geldi. Herkes salya sümük ağlardı. O filmlerde daha ziyade, Yusuf Vehbi, Emine Rızık, Abdül Vehap oynuyordu. Arapça şarkılı filmlerdi. Bazıları da Türkçe şarkılı filmler. Mesela, şarkıcı kovboylar vardır. Gene Autry gelir, Roy Rogers gelir. “Amerikan kavboylarrrrrrrr, aslan Jean Autry…” Bu karakterler kötülerle uğraşırlar ama daha çok romantik kovboylardır. Mesela, Jean Autry‘nin bir filminde yazıyor: “Türk sözlü şarkılı film” diye. Şimdi kıza gitar çalıp serenat yapıyor ama ses türkü (gülüyor), şimdi bunlar dünyanın hiçbir yerinde olmaz. Bu Türkiye, müthiş, kendine özgü bir ülke.
[Bölüm 2]
O günlerde, hiç ileride sinemacı olabileceğinizi düşündünüz mü?
Şimdi şunları çok iyi hatırlıyorum: Vefa Lisesi’nde okuldan kaçtığım zamanlar Şehzadebaşı’ndan tramvaya atlar, Gülhane Parkı’na giderdim. Orada defterime sinema hikâyeleri yazardım. Bu iki yıl sürdü. Sonra gördüğüm her filmin künyesini yazdığım bir defterim vardı.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni kazanıyorsunuz. Bu bölümü tercih etmenizdeki nedenler nelerdi?
Bu bölümü sınavsız girildiği için tercih ettim. Bu bölümü okumak için gitmedim. Komik gelecek ama, Beyoglu’nda Atlas sinemasına gireceğiz, önümde bir genç var. Bilet alırken, “bir şebeke bileti” istedi. Şebeke demek, bugün paso demek. Ama o zaman paso lisenin kimlik kartıydı. Şebeke, üniversiteye giden kişilerin kullandığı bir kimlik kartıydı. Hep istediğim bir şeydi, sinemaya gidip bilet alırken “bir şebeke” diyebilmek. Şimdi düşünüp taşınıyorum, okulda onca şey okuduk. Coğrafya dersinde Afrika’nın bitki örtüsünü okuduk, bana ne Afrika’nın bitki örtüsünden? Öklid, Tales, bunlardan şimdi benim aklımda hiç bir şey yok. Bunlardan başka bir şey öğrenmedik o dönemlerde. Üniversitede sinema merakım farklı boyutlara doğru gitmeye başladı. Artık sinemacı olmayı düşünüyordum. Fatih’te okurken Suna Pekuysal benim mahalle arkadaşımdı, bir gün ondan bir senaryo istedim. Şekil olarak nasıl bir şey olduğunu görmek istiyordum. Hiç unutmuyorum: Aşk Mevsimi filminin senaryosunu getirmişti. 1960 yılında bir senaryo, bir de film hikâyesini annemin aracılığıyla Memduh Ün‘e götürdüm.
“Memduh Ün bana, ‘Buraya senin gibi bir sürü insan senaryolar, hikayeler getiriyor. Ben bunların çoğunu, 1-2 sayfa okuyup atıyorum. Herhalde seninki de öyle olacak’ dedi.”
Yeşilçam’la kurduğunuz ilk ilişki bu muydu?
Evet. Hiç unutmuyorum, Ağa Camii’nin arkasında Eren Han’ın 2. katında Uğur Film vardı. Oraya gittim. Üzerimde bit pazarından alınma yeşil bir montgomery, dar bir pantolon, bisiklet yakalı beyaz bir fanila vardı. Saçlar Amerikan tarzı alabulus. Bu tarif ettiğim tarz, James Dean tarzıydı. Ben Fatih’liyim. O yıllarda, Fatih’te ne kadar arkadaşım varsa hepsi James Dean gibi giyiniyordu. Bizi o kadar etkilemisti yani…
Film şirketinden içeri girdim. Gördüğüm manzara şuydu: Memduh Ün ayaklarını masanın üzerine koymuştu. Hemen yan tarafta bir kanepe vardı. Orada da tombul, masmavi gözlü güzel bir kız oturuyordu. Kim, biliyor musunuz: Fatma Girik. Memduh Bey, “Evet” dedi, “Efendim, beni Pakize Hanım gönderdi…” Memduh Ün, “Sen onun oğlu musun?” dedi. “Evet,” dedikten sonra bana, masayı göstererek, “Koy buraya getirdiklerini” dedi. Koydum. Ben tabii başka türlü bir davranış bekliyordum. Dedi ki, “Senin gibi bir sürü insan, senaryolar, hikâyeler getiriyor, bunların çoğunu 1-2 sayfa okuyup atıyorum. Herhalde seninki de öyle olacak.”
Yaşadığınız müthiş bir hayal kırıklığı olsa gerek?
Hayal kırıklığı değil, öleceğim sandım. Dışarı çıktım, ağlamamak için kendimi zor tuttum. Hem hakarete uğradım, hem de böylesine bir genç delikanlının hevesi bu kadar çabuk kırılır mı diye düşünmeye başladım. Saatlerce sokaklarda dolaştım. Bir gün sonra telefon geldi. Memduh Ün‘ün yanında çalışan rahmetli aktör Reha Yurdakul arıyordu. Dedi ki, “Sizi Memduh Bey çağırıyor.” Bu defa biraz güçlü olarak gittim. İçeri girdiğimde hafiften saçları dökülmeye başlamış genç bir adam oturuyordu. Memduh Ün bana bakarak, “Sen mi yazdın bunları?” dedi. “Evet,” dedim. “Ne o, senaryoya kamera hareketlerini de yazmışsın,” dedikten sonra, ”onlar senaristin işi değil, yönetmenin işidir,” dedi. “Sonra o yazdığın sinopsis bana Staece Coach’ı hatırlattı,” dedi. “Yok, ben kendim yazdım,” dedim. “Bana asistanlık yapar mısın?” dedi. Bir an şaşırmıştım. Sinemaya gireceğim, kararlıydım. Asistanlık değil, çaycılık dese kabul edeceğim. “Yaparım,” dedim. Ama asistanlığın ne olduğunu bilmiyorum. O sırada dışarı gitti. Ben de orada oturan genç adama, “Asistanlık ne demek?” diye sordum. O da, “Kardeşim, asistanlık, yönetmene kahve getirmekten, ayak işleri yapmaktan film çekmeye kadardır,” dedi. Bunları söyleyen o genç adam da Halit Refiğ‘dir. O zaman Memduh’un (Ün) senaryolarını yazıyordu, ilk çalışma günü Erdoğan Tokatlı birinci asistan, ben ikinci asistanım. Kasımpaşa’da, Kamburun Evi diye ahşap bir yerde çalışıyorduk. Erdoğan’ın (Tokatlı) elinde dürbün gibi bir şey var, onu benim boynuma asarak, “Sende kalsın,” dedi. Memduh Ün geldi, açı arıyor, bakıyor falan. Dedi ki, “Vizörü verin”. Ben şimdi bir sağa koşuyorum, “Vizör varmış nerede?” diyorum, bir sola koşuyorum, yukarı çıkıyorum… Millet gülmeye başladı. Meğerse vizör, benim boynuma asılı olan şeymiş. Neyse, onu da öğrendik.
Memduh Ün’ün yanında kaç yıl çalıştınız?
Dört yıl. Ama bir ara ayrılık oldu. Bir yıl kadar Ertem Eğilmez‘in yanında çalıştım. Tef Dergisi’ni çıkarırdı Ertem Eğilmez o zaman. Yapımcılığa atılmayı düşünmüş. Beni de yanlarına asistan olarak aldılar. İlk asistanlık yapacağım yönetmen ise Metin Erksan‘dı.
Ben asistanlığa başladığımın birinci yılı dolmadan yönetmenlik teklifi aldım. Memduh Abi’ye söyledim. Memduh Abi, “Daha hazır değilsin, ben hazır olunca sana söylerim,” dedi. “İyi,” dedim. Neyse, o arada, Metin Erksan da filmini çekmekten vazgeçti. Onun yerine Atıf Yılmaz geldi. Atıf Yılmaz‘a iki filmde asistanlık yaptım. Birincisi, başrollerden birini de oynadığım Beş Kardeştiler, ikincisi ise, İki Gemi Yanyana’ydı. Bu filmlerden sonra Memduh Bey’in yanına geri döndüm.
Bu arada daha Önce, Memduh Bey’le ayrılığınızda bir kırgınlık olmuş muydu?
Hayır. Bir kırgınlık olmadı. Ben askere gideceğimi söylemiştim. Gerçekten de askere gitmeye niyetim vardı. Çeşitli nedenlerden dolayı gidemedim. Ve tam on iki yıl sonra askere gittim.
Bu arada Yeşilçam’da çalışmanızı aileniz nasıl karşılıyordu?
Kız kardeşimle 1959 yılında Şehir Tiyatroları’nda stajyer oyuncu sınavına girdik. 2 bin kişi içerisinde ben birinci oldum, kız kardeşim ikinci. O tiyatroyu tercih etti, bense sinemada yol aldım. Şimdi babanım o yıllarda bu olayı nasıl düşündüğünü şöyle anlatayım; kız kardeşime maymun derdi, bana da maymun oynatan. Yani oyuncu maymun, yönetmen de maymun oynatan oluyordu. Bütün bunlara rağmen asla sesini çıkartmadı.
1964 yılında Ekicigil yayınlarının sahibi Recep Ekicigil‘in, Artist diye bir dergisi vardı. O zaman, 196O’lı yılların en popüler dergi oydu. Bütün oyuncular elindeydi.
Siz o zaman 26 yaşınızdasınız…
Evet. Ben dünyada en genç film çeken yönetmenlerdenim.
Film çekmeniz için Recep Ekicigil’in kendisi mi teklif getirmişti?
Ben o zaman asistanım. Artist dergisinde benim hakkımda, “Dahi çocuk geliyor,” diye haberler çıkmıştı. Bana gelip, “Bize bir film yap,” diye teklif getirdi. Dört yıldır asistanlık yapıyordum ve zamanımın geldiğini düşünmeye başlamıştım. Bir senaryo yazdım. Tabii o zamanlar Yeni Dalga’nın etkisindeydim. Godard, Chabrol, Truffault, Vadim, vs., italya’da De Sica‘nın, daha sonra Visconti ve Antonioni‘nin filmleri… Amerika’dan Cassevetes diye bir adamın filmi geldi, adı: Gölgeler. Gidiyorum sinemaya, sekiz kişinin altısı film bitmeden çıkıyor. Geriye kalıyor iki kişi, biri benim. Jaques Demy‘nin filmlerini boş salonlarda izlediğimi bilirim. Şimdi bu filmleri izlediğim dönemlerde yazdığım senaryoyu Recep Bey birkaç kişiye okutmuş. Okuttuğu kişiler, “Bu hikâye çalışmaz, eğer bu filmi çekersen batarsın,” demişler.
Recep Bey’in ilk yapımcılık yaptığı film mi?
Tabii. Onun da benim de ilk filmim. O dönemde film çekmek için bölgelerden avanslar alınıyordu. Bir filmin zarar etmesi söz konusu değil, nitekim bizim filmimiz zarar etmedi.
Filminizin montajını bitirdiğinizde ne hissediyordunuz?
Ben beğeniyordum filmimi. Hiçbir yönetmen kötü bir film yapacağım diye yola çıkmaz. İlk filmimi çekerken hiç heyecan duymadım. Hatta Gani Turanlı‘nın bir lafı vardır: “Ben otuz senedir film çekmiş bir adamla film çekmiş gibiyim” diye. Sonradan benim en çok sevdiğim filmlerimden biri olan, Kara Mehmet diye bir film yaptım. Bir kan davasını anlatır. Büyük kentte geçen bir filmdir. Mesela, orada geçen sahnelerden biri çok hoştur. Karaköy’deki Tünel’de çekmiştim. Tramvay yukarı veya aşağı bir dakika on saniyede çıkar veya iner. O filmin içerisinde orada geçen süre de tam o kadardır. Ekrem Bora oynuyordur. Sonra benim filmografimde en önemli filmlerimden biri olan Murtaza‘yı çektim.
Orhan Kemal uyarlaması ve yıl 1965…
Evet, Orhan Kemal uyarlaması. Hatta senaryoyu altı ay beraber yazdık. Orada başrolü oynaması için yapımcı, Öztürk Serengil‘in oynamasını istiyordu. Çünkü o dönem en çok onun filmleri iş yapıyordu. Tabii doğal olarak o parayı düşünüyordu, bense başka şeyleri. Ben de o zaman, “Yok olmayacak, o zaman başkası çeksin,” dedim. Münir Abi (Özkul) geldi, o da olmadı. Sonunda, o yıllarda ismi pek bilinmeyen tiyatrocu Müşfik Kenter‘i aldık. Tiyatro oyuncuları ağırlıklı bir kadro kurduk. Murtaza, halen en çok sevdiğim filmlerimden birisidir. Biraz italyan gerçekçiliği havasındadır. Hikâyenin kendisi o kadar Türkiye ki…
Hemen arkasından, George Stevens’m Shane uyarlaması, Konyakçı filminiz var…
Ondan önce, Yılmaz Güney’le çektiğim On Korkusuz Adam var. On Korkusuz Adam‘da Yılmaz Güney‘e bir tip çizdim; çoğu zaman konuşmayan, kafasında şapkası olan ve sürekli konyak içen bir adam. İşte, kafasını önüne doğru eğerek konuşuyor, çoğu zaman susuyor, vs. Benim yaptığım film Türkiye’yi yıktı geçti. Bir bayram günü Şan sinemasında oynuyordu, ben de karşısında Divan pastanesinde oturuyordum, itfaiyenin gelip seyircilere su sıktığını hatırlıyorum. Bu çizdiğim karakter daha sonraki yıllarda Yılmaz’ın üstünde kaldı. Bütün filmlerinde kafasını önüne eğerek oynamaya başladı.
O yıllarda ben, Yılmaz (Güney) ile Etiler’de bir çatı katı tuttuk. Hem senaryolar yazıyorduk hern de gençliğimizin getirdiği küçük çapkınlıklar yapıyorduk. On Korkusuz Adam çok iyi iş yapınca, Yılmaz‘ın yakın dostu Fahriye Tamkan bize bir film teklif etti. Daha önce de, Ertem Eğilmez, Bir Millet Uyanıyor‘un sinema haklarını satın aldım. Bana On Korkusuz Adam gibi bir film yapacaksınız,” dedi. Düşündüm ve “On Korkusuz Adam başka bir şey, Bir Millet Uyanıyor başka bir şey,” dedim. O da, “Sen karışma, ben hallederim,” dedi. Ertem Bey daha sonra telefon ederek, “Senin yanında çirkin bir adam var. Onu da al getir,” dedi. Neyse, Yılmaz (Güney) ile gittik, anlaşmayı imzaladık. Senetleri de aldık.
[Bölüm 3]
O yıllarda anlaşma yapılınca senet mi alınıyordu?
Evet. Aldığın senetler sağlam ise daha kapıdan çıkmadan hemen elinden kapıyorlardı. Bu yöntem iki ortaklı şirketlerde çok uygulanırdı. Mesela, Pesen Film iki ortaklıydı. Ortaklardan biri Rum’du, içeride Nevzat (Pesen) Bey senetleri verir. Rum ortağı daha kapıdan çıkarken, “Senetleri aldın mı? Sen şimdi gider Metin’de ya da Manukyan’da kırdırırsın. Kaç paraya kırdırıyorsun?” diye sorar, “Yüzde 25’e,” dediğimde, “Gel bakalım,” derdi. Senetler yine içeride kalırdı, yüzde 25 hep eksik öderlerdi, (gülüyor)
Ertem Eğilmez’le Bir Millet Uyanıyor’un anlaşmasını imzalamıştınız…
Aldık senetleri, koyduk cebimize, gittik bir yerlerde içki içtik. Akşam eve döndük. Yılmaz gece yarısı 3-4 sıralarında beni uyandırdı. “Kalk aga, kalk,” dedi bana. “Ne oldu?” dedim. “Biz bu senetleri yarın götürüp Ertem (Eğilmez) Bey’e geri verelim,” dedi. “Neden?” dedim. “Biz bir süre daha küçük firmalara iş yapalım” dedi. Çünkü kendisini daha hazır hissetmiyordu. Peki, “Yarın gider veririz,” dedim. “Yok, ben gelmem,” dedi, “Eeeece…” dedim. “Ya sen götür,” dedi. ”Ya, oğlum neye gelmiyorsun. Beraber gittik, anlaşmaları beraber imzaladık,” dedim. “Ters bir şey söyler” dedi. Şimdi, Yılmaz da ters bir adamdı. Ters değil aslında, Yılmaz‘a bakarsın, böyle yumuşacık bir adam filan, ama bir saniye içerisinde o yumuşak adam gider, yerine canavar bir Yılmaz gelirdi. Başka türlü bir adamdı. “Tamam,” dedim, “Ben götürürüm”. Götürdüm, Ertem Bey’e verdim, senetleri iade edince köpürdü. “Bir daha buraya adımınızı atamazsınız,” diye bağırdı çağırdı. Tabii daha sonradan ben 10 tane film yaptım Ertem Bey’e. (gülüyor.) Arzu Film’e en çok film yapan yönetmenlerden biriyimdir. Çok sevişirdik… Sonra, sizin az önce bahsettiğiniz, Geoge Stevens‘ın Shane uyarlaması Konyakçı filmini yaptık. Shane‘de Yılmaz‘ın politik tandansına uyan bir yapı vardır. Orada da bir adam gelir, toprak ağalarıyla çiftçiler arasındaki mücadelede çiftçilerin koruyuculuğunu yapar ve ağaları alt edip gider. Bunun bir adaptasyonu yaptık. Tip olarak da, On Korkusuz Adam‘da Yılmaz Güney‘in aynı tipini aldık, oraya monte ettik. Film iki seksen yattı. Hiç iş yapmadı.
Şimdi, bir kahraman kalabalığın içerisinde kahramanlaşır. Tek başına yaşarken orada kimse yokken kahramanlaşabilir mi? Daha önceki filmde Yılmaz, on tane adamın içerisinden sivrilen birisiydi. Yılmaz‘ı gala gecelerinde Elmadağ’dan Taksim’e kadar ellerde götürürlerdi. Bunların hepsini gözlerimizle gördük. Bu filmde ikimiz de yanlışa düşmüştük. Kalabalık içindeyken o tip önemliydi. Tek başınayken değil.
1972 yılında çekilen film sayısı, 294. Siz sekiz film yapıyorsunuz: Cesurlar, Delioğlan, Gece, Kozalı Gelin, Mustafam, Şehvet, Tehlikeli Görev, Vur. Burada sadece Mustafam‘ın senaryosu İlhan Engin’e ait diğer 7 filmin senaryosu size ait, bu müthiş bir rakam. Biraz bize bu dönemi anlatır mısınız? Bütün bunların üstesinden nasıl geliyordunuz?…
Mustafam’ın hikâyesi, İlhan Engin‘e aitti. Onun da senaryosunu ben yazmıştım. Fatih’in Fedaisi kaç yılında?
1966…
Fatih’in Fedaisi, Sefa‘nındır (Önal). Şimdi bunların bazıları uyarlamadır. Hatırladığım kadarıyla, Tehlikeli Görev filmi, Clint Easwood‘un oynadığı Dirty Harry uyarlaması. Gece’yi bir gazete haberinden yola çıkarak yazdım. Mesela, Şehvet filminin adı değişikti. Daha sonra yapımcı onun adını değiştirdi.
Bu bir kovboy filmiydi, değil mi?
Evet. Kadir İnanır‘ın oynadığı bir filmdir. Burada, Buch Cassidy and The Sundace Kid filminden sahneler vardır. Tabii, o filmdeki kadar mükemmel sahneler değil ama, o sahneleri hatırlatacak sahnelerdir. Benim film çekme hastalığım vardır. 66 yaşındayım, hâlâ da öyle.
1973’ten 1987 yılına kadar, tam on dört yıl sinemaya ara veriyorsunuz. Bunun temel nedenleri nelerdi?
Ben sinemada bir tek şeye direndim: seks filmlerine. Zaten sinemaya da on dört yıl o yüzden ara verdim.
Yeşilçam’dan uzaklaşmanızdaki temel neden bu muydu?
Bu ikinci. Bana göre temel neden, yapımcının kayboluşuydu. Yapımcının kayboluşuyla piyasa ne idüğü belirsiz insanlara kaldı. Hürrem (Erman) Bey, Nusret İkbal gibi yapımcılar sinemayı bıraktılar. Memduh (Ün) Bey bile seks filmi çekti. Öyle insanlar geldi ki, onlarla ne akıl birliği ne de bir dil birliği kurabiliyordum. Ben onlarla ne yapabilirdim ki?
Bütün bu olup bitenler size acı veriyor muydu?
Vermez mi! Bir gecede eşyalarımı toplayıp İstanbul’u terk ettim. Bir sene evden dışarı çıkmadım. Kendi kendime senaryolar üretiyordum. Ondan sonra reklamcılığa girdim. Fakat sinema âşığı bir adam için reklam madden doyurur da, kendi mesleğini icra edemediğiniz için acı çekersiniz. Reklamcılıkta yaratıcılık yönetmene bağlı değildir. Yani, metin yazarı ne yazıyorsa onu çekiyorduk. Ev ödevi gibidir reklamcılık. Böyle on dört yılım geçti.
Ara verdiğiniz yıllarda, çekilen filmleri gördükçe neler düşündünüz?
Belli bir süre hiç takip etmedim. Beyoğlu’na gittiğimde sinemaların afişlerine bakamıyordum. Türk Sineması’nın bu kadar kötü bir duruma geleceğini hiç düşünmemiştim. Her şeye küsmüştüm ve kırgındım. Tamamen reklam filmleriyle uğraşıyordum. 1982 yılıydı, Kemal Sunal diye bir adamın adını duyuyorum. Gidip bunun kasetlerinin hepsini topladım. Adamı tanımıyorum. Sonra bu kasetleri izlediğimde, çok zengin yüzü olan bir aktörle karşılaşmıştım. Kendisi öyle değildi ama perdede müthişti. Sonra baktım, Ertem (Eğilmez) gibi bir dehanın yetiştirmesi. Ertem neden yönetmen olmuştur, bilir misiniz? Bunu Türk sinemasında çok az kişi bilir…
Neden?
Atıf Yılmaz‘a kızdığı için. Bir gün dedi ki, “Atıf Yılmaz, Efe Film’i batırdı.” İki Gemi Yan Yana filmindeki vurdumduymazlığından dolayı batırdı. Ben de asistanıydım. Sabahları evine gidip çağırırdım. Bir hanım kapıyı açardı. Aynı anda Taksim’de Eftalapulos Kahvesi’nde 60 kişi bekliyordu. “Hava çok kötü, yarın çekeriz,” diyordu. Bu durum üç gün sürdü. Dört gün daha kötü hava koşulları oldu. Bu Ertem‘i (Eğilmez) kızdırdı. Ertem böylelikle yönetmen oldu.
Reklam çekmeye devam ederken, bir gün sinemaya döneceğinizi düşünüyor muydunuz?
Reklamcılığımın son beş yılında, bir senaryo yazmaya başladım. Aklıma gelen her şeyi sürekli teyplere konuşuyordum ve bir taraftan onları çözüyordum. Kendi gözlemlerime dayanan bir film yapmak istiyordum. İşte bu notlardan, Biri ve Diğerleri çıktı.
Bu filmi çekerken reklam devam ediyor muydu?
Ben iki işi birarada yapmayı beceremiyorum. Bir işe konsantre olduktan sonra başka bir iş yapamıyorum. Sinemaya dönünce, istediğim reklam filmlerini çekmeye başlamıştım. İyi oyuncu yönettiğim için, bana oyuncularla ilgili reklam filmleri geliyordu. Reklamdan çok kazandım ve bunu bir film yapacağım diye biriktirdim.
On beş yıl sonra sinemaya, Biri ve Diğerleri adlı filmle geri dönerken bu düşüncelerinizin altında neler yatıyordu? On beş yıllık hesabı gören oradaki kahraman sanki sizsiniz…
Evet, oradaki kahraman benim gözlemlerimi taşıyor. Orada, aşka âşık bir adam var. Sürekli bekliyor. Gidip telefon ediyor, halbuki telefon ettiği kimse yok. Birisini bekliyor, halbuki beklediği kimse yok. Hep hayalinde bir aşk ve güzellikler var. Bütün bunlar benden bir parçadır. Çünkü yaşamımda, sevmeden hiçbir şey yapamıyorum. Belki eksiklik, belki fazlalık ya da doğal bir şey, bunu bilmiyorum. Biri ve Diğerleri‘nde kahramanın dışında olan bütün tipler, benim hayatımda karşılaştığım insanlardır.
Oyuncu seçiminizdeki kıstaslarınız… Mesela, Biri ve Diğerleri’nde Aytaç Arman’ı nasıl seçtiniz?
Bir romanı veya bir senaryoyu okuduğunuz zaman, buradaki kahramanı isteyen her kişi onu kendine göre biçimlendirebilir. Sen de Gitme Triyandafilis‘te Ayla Kutlu, kitabının kapağına kahramanı sarışın çizdirmiş. O, oradaki kızı sarışın görüyordu. Ama ben, esmer görüyordum. Ayla‘ya (Kutlu) dedim ki: “Ben sarışın bir kız oynatmam.” Sarışınlık, daha hayat dolu yaşamaya çalışan ve esprisi olan bir tipolojidir. Halbuki esmerlikte bir hüzün vardır. O karakteri bulmak için İtalya’ya, Yunanistan’a gittim. Sonuçta, o kızı Fransa’da buldum. Mükemmel oynadı. Her girdiği festivalde “En İyi Oyuncu” ödüllerini aldı. Olivia Bonamichi, bugün Fransa’nın en çok aranan oyuncularından biridir. Kısacası, kendi kafanızda ya da rüyanızda yarattığınız kahramana en yakın kişiyi seçersiniz. Biri ve Diğerleri‘ndeki aktörün bir gizem taşıması gerekiyordu. Şimdi ben oraya çok bilinen ya da görüldüğü zaman nasıl bir adam olduğu anlaşılan bir adam koyamazdım. Gizem taşıyan bir aktörü seçmenin doğru olacağını düşünüyordum. Çok düşündüm. İlk olarak aklıma, Tarık Akan geldi. İyi bir aktördür ama bana çıplak geldi. Yine de oynatayım, dedim. Senaryoyu okusun diye kendisine verdim. Senaryodan olumsuz yanıt geldi. “Tarık akıllı bir adamdır, neden olumsuz bir yanıt verdi,” diye de düşündüm. Filmi yapıp bitirdikten sonra İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde “En İyi Film Ödülü’nü alınca Tarık (Akan) Emek sinemasında yanıma geldi. “Sana bir itirafta bulunacağım,” dedi. “Ne o?” dedim. “Ben,” dedi, “Senin bana gönderdiğin senaryoyu okumadım,” dedi. Ayrıldığı eşi, senaryoyu okumuş ve beğenmemiş. Onun için o rolü kabul etmemiş, (gülüyor)
Sonra, Süreyya Bey’in (Duru) -bence Türkiye’de yapılmış en iyi filmlerden biri olan Fatmagül’ün Suçu Ne? filmini izledim. Orada pırıl pırıl bir çocuk gördüm. O çocuğun kim olduğunu sordum, Aytaç Arman dediler. Çağırın gelsin,” dedim. Sene 1986. Bir adam girdi içeri, iki kaşı birleşmiş. İçimden, “Eyvah!” dedim. “Ben, Aytaç Arman,” dedi. Dedim, “Adam mı çağırdık buraya, bu kim? Benim filmde gördüğüm pırıl pırıl bir çocuktu. Buna ne olmuş böyle?” diye düşündüm. Dedim, “Bir senaryo var, bunu bir okuyun, konuşalım.” Adam senaryoyu aldı gitti. İki gün sonra aradı: “Ben bu filmde oynarım. Senaryonuzu çok beğendim. Yarın gelip sizinle konuşmak istiyorum.” Dedim ki, “Ben büroda değilim, evde çalışıyorum.” O da, “Bana evinizi tarif edin, ben geleceğim,” dedi. Neyse, ertesi gün akşamüzeri kapı çalındı. Kapıyı açtım, karşımda Aytaç Arman. O kaşları alınmış, traş olmuş. Benim istediğim adam. Sonra çok iyi bir performans gösterdi. Çok iyi dost olduk. Ben ilk defa bir aktörün film çekimi sırasında, koltuğunun altında senaryoyla dolaştığını gördüm. Sessiz çektim filmi ama bütün oyuncular sahnelerini ezbere oynadılar. Hiç öyle sufle falan verdirmem. Bir asistan oradan bağıracak, aktör bunu duyacak ve oynayacak. Yok öyle bir şey.
Çekim günü önceden dekupaj yaparak mı gelirsiniz? Yoksa o sahneyi çekeceğiniz zaman mı buna karar verirsiniz?
Ben herhangi bir şeyi görmeden bir şey anlamıyorum. Diyelim, sanat yönetmeni bir oyuncu için bir kostüm getirmiş, “Efendim, bu nasıl, olur mu?” dese, ben, “Giydirin de göreyim,” diyorum. Onun için küçük çalışmalar yapsam da sette bunları değiştiriyorum. Filme başlamadan önce bazı sahneleri çok iyi bilirim, onları yaşarım. Muhakkak o bildiğim sahnelerden başlarım. Kafamın içerisinde hep bir plan vardır. Biri ve Diğerleri’nde kahramanın nereye oturacağı sorusu vardı. Öyle bir yere otursun ki bütün mekânı kontrol edebilsin. Az önce senin söylediğin gibi, bu benden de kaynaklanıyor. Ben de bir bara gittiğimde herkesi görebileceğim bir yere otururum.
Biri ve Diğerleri’nden sonra, Uçurtmayı Vurmasınlar’ı yaptınız ve bu film büyük bir ilgi gördü.
O zaman sinema salonları Türk filmi göstermiyordu. Ben bu filmi işletsin diye Kadri Bey’e (Yurdatap) vermiştim. Filmi o çalıştırdı. Uzun süre, Lale sinemasında gösterildi. Şerif Gören, Almanya’dan Yasemin adında bir film satın almıştı. Çiçek Bar’a gelip dedi ki, “Çıkar al şu filmi artık kardeşim. Biz satın aldığımız filmi gösterime sokacağız” (gülüyor)
Sizin sinemanızda içtenlik, sevgi ve samimiyet gibi kavramlar öne çıkıyor…
Benim kendi yapım bu. Birçok köşe yazarı sürekli sevgiden bahsediyor, yılbaşlarında O’Henry‘nin sevgiden bahseden metinlerini yayınlıyorlar. “Aman sevgi olmazsa hiç bir şey olmaz,” diyorlar. Şimdi bunların tamamının sevgisizce olduğunu düşünüyorum. Sevgi zor bir iş’tir. Sevgi bir dogma’dır. Sevgi elde edilmesi için savaş verilmesi gereken bir eylemdir. Onun için sevgiyi böyle naif göstermek yanlış bir şeydir. Erasmus, Deliliğe Övgü kitabında şöyle diyor: “Biz deli diye, kendini tümden seven insanlara deriz. Eğer insanlar kendilerini sevmezlerse hiçbir şey yapamazlar, insanlarla kavgası olan insanların, bir tek problemi vardır: O da kendilerini sevmemeleri.” Bana, “Sevgi filmlerinin yönetmeni,” deniyor. Oysa bana, “Filmlerini sevgiyle yöneten yönetmen” derlerse çok daha doğru olur. Bana göre her insan işini sevgiyle yapmalı. Kitap yazarken, çiçekleri sularken, yemek yaparken… Onun için benim filmlerimde tabii ki sevgi var. Sen de Gitme Triyandafilis‘te yok mu? Oradaki olağanüstü bir sevgidir.
O filmin gelişim aşamalarından bahseder misiniz?
O hikâyeyi eşim Bodrum’da okumuştu. Ben de, İstanbul’a feribotla dönerken okudum. Sabah eve döndüğümüzde eşime, “Jale, ben hemen Bodrum’a dönüyorum. Ben bu hikâyeden film yapacağım,” dedim. O sırada Fethi Naci Bodrum’da. Ona, “Bana Ayla Hanım’ın (Kutlu) telefonu gerekli,” dedim. O da, “Bilgi Yayınlarına telefon edersen orada bulursun,” dedi. Neyse, telefonu verdi. Aradım. “Ayla Hanım, ben sizin hikâyenizle ilgileniyorum. İki gün sonra sizinle şu saatte Ankara’da Sheraton otelinde buluşalım.” Gittim, buluşup konuştuk. On beş dakika sonra çeki yazıp verdim. Yazarlar, yazdıklarını daha çok severler. Doğrudur; biri film, diğeri romandır. Ayla Hanım bir gün sete (çekime) geldi. Oldukça şaşırmıştı. Bizim çektiklerimizi görünce, “Bunları mı yazmışım, bunları mı yapmışım?” diye. Daha sonra, Ayla hanım filmi de müthiş sevdi.
Edebiyat uyarlamalarınız daha fazla ilgi gören filmler oldu. Bunun için neler söylemek istersiniz?
Tabii doğrudur. Ama onları da seçen benim. Bakın, Uçurtmayı Vurmasınlar‘ı nasıl seçtim. Bir Pazar günüydü. Çektiğim bir reklam filminin dublajını yapmak için üç saatlik bir zamanım vardı. Bebek’te açık bir kitapçıya girdim. Tanınmamış yazarların kitaplarından 15-20 tane aldım. Akşam evde büyük masanın etrafına yaydım. Eşime, “Hadi bunları okumaya başlayalım, belki içlerinden bir film çıkar,” dedim. Okumaya başladık. Baktım, Uçurtmayı Vurmasınlar ismi hoşuma gitti. Hiç unutmuyorum, bir çırpıda okudum. Sonra eşim anlatıyor: “Tunç, senin delirdiğini sandım,” diye. Sehpanın üzerine çıkıp kitabı yere atmışım. Daha sonra iş, kitabın yazarını bulmaya kaldı. Ertesi gün Etiler’de bir reklam filmi çekimi için bir mimarın evini kullanıyoruz. Kitap cebimde bu arada. “Aaaaaa…” dedi, “Feride’nin kitabı o…” “Feride kim?” dedim. “O kitap, Feride Çiçekoğlu‘nun değil mi?” Dedim ki, “Ben de onu arıyorum.” Evin sahibi olan kişi de, “O benim, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden arkadaşım,” dedi. “Nasıl buluruz?” dememe kalmadı, evini aradı, yokmuş. “Bizi ara,” diye, evine telgraf çektik. Gene haber yok. Ertesi günü yine aynı evde çalışıyoruz. Ev sahibi mimar, “Bulduk, Alanya’daymış,” dedi. Feride de mimar olduğu için bir otelin işlerini yapıyormuş. Oradaki telefonunu buldum. Dedim ki, “Sizinle hemen görüşmek istiyorum,” Üç gün sonra eşiyle evime geldiler. Feride’nin söylediği ilk şey şu oldu: “Tunç Bey, bundan film yapmak istiyorsunuz. Ama ne olur yapın! Çünkü bunu hep söylüyorlar ve hep yarım kalıyor,” dedi. Feride’yi açıksözlülügünden dolayı çok sevdim, çok iyi bir kişiliği vardır. Daha sonraları da dost olduk. Hatta, Ayvalık’a tatile gittiğimde eşiyle birlikte çağırdım. Orada da başka bir senaryo üzerine çalıştık. Sonra, Tomris Giritlioğlu o filmi çekti…
Suyun Öte Yanı…
Evet. Şimdi benim evimde, Suyun Öte Yanı‘nın bir senaryosu var. Üstelik bana imzalanmış. Çünkü ben o filmi yapmayı düşünüyordum. Ama senaryo yanlıştı. Şöyle yanlıştı: Bizim kahramanımız ülkeyi terk ediyordu. Adam ud çalar ve bir gün sandalla kaçacaktır. Bu arada da bir Yunan şairi Ayvalık’ta oturup Yunanistan’a bakarak vatan hasreti çekerek şiirler yazmaktadır. Önümüzde bir örnek var. Sen adamını buradan kaçırmak istiyorsun, o vatanına dönüp mücadele etmek istiyor. “Burada bir tenakuz” (anlam aykırılığı, çelişme, çelişki) var,” dedim. “Bak, ne yap, biliyor musun?” dedim: Bizimkiler kaçmak üzereyken, sirtaki müziği birden alaturkaya dönüşsün. Sonra da filmin sonunda sandalı boş görelim. Ayrılmasın adam, orada kalsın… Ama olmadı…
Başlangıcından bugüne, Türk sinemasının gelişim çizgisini nasıl görüyorsunuz?
Muhsin Ertuğrul Bey’in, tiyatro alanında dünya çapında bir insan olduğunu düşünüyorum. Fakat sinemacı Muhsin Ertuğrul için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sinema ile tiyatro, resim ile heykel kadar farktı şeylerdir. Keşke Türk sineması, Muhsin Ertuğrul‘la başlamasaydı. Tabii ondan önce Sedat Simavi ve başkaları da vardır, ama ben milat olarak Muhsin Bey’i gördüğüm için bunları söylüyorum. Muhsin Bey, biliyorsunuz, sinema eğitimini Mosko¬va’da almıştır. O günkü şartlarda kullandıkları malzeme ve ekipman, o günün en modern malzemeleriydi. Düşünün, o dönem bazı filmler sesli çekiliyordu. Fakat çok kötü filmlerdi. Bir nevi, Darülbedayi yani şehir tiyatrosunun oyun ve oyuncularını plase etti. Abartılı oyunlar, kaba dekorlar, vs… Keşke Türk sineması, Lütfü Akad‘ın Kanun Namına‘sıyla başlasaydı. Sinemacılar en azından kameranın sokaklarda kullanabileceğini öğrenirlerdi. Ama Muhsin Bey, hep kapalı mekânlar, stüdyolar, buram buram kokan dekorlar kullandı. Onun çağdaş örnekleri çok daha iyisini, hatta mükemmellerini yaptılar.
Ben sinemamızın, o yıllardan bu yana en verimli dönemini, 1960-1970 yılları arasında görüyorum. Her ne kadar birbirine benzeyen senaryolar, aynı mekânlar kullanılsa da zengin oyuncu kadrosu ve halkıyla bütünleşmiş çok güzel filmler bu dönemde yapılmıştır. Bugünün genç kuşağı dahil, insanlar televizyonda gösterilen o siyah-beyaz filmleri -hâlâ- zevkle izliyorlar. Gidip Matrix’i görüyor ama Kırık Hayatlar’da Vahi Öz‘ü görüp gülüyor. Bir filmi meydana getiren sadece kahramanlar değil, onların yanındaki tiplerdir. Bugün, bir Vahi Öz‘ü, Mualla Sürer‘i, Hulusi Kentmen‘i, Cevat Kurtuluş‘u, Necdet Tosun‘u, Sami Hazinses‘i bulamazsınız. Hiçbir tanesi yok. Şimdi ben senaryo yazarken, “Kimi oynatacağım?” diye düşünüyorum. Ben -pembe gözlüklerle bakmıyorum- Türk sineması krizdeyken bile şunu söylüyordum: “Dünyada sinema batarsa, Türk sineması işte o zaman batar,” diyordum. Bu söylediklerim kayıtlarda vardır. Türk sineması dün olduğu gibi, bugün de zor şartlardan geçiyor. Bugün bir filmin maliyeti 1 milyon dolar civarında. 200, 300 bin dolara film yapıp iki-üç kopya bastıran arkadaşlar da var gerçi. Tamam, o da olur. Ama sinemayı sinema yapan bütün faktörleri toplayan bir film yaparsanız 1 milyon dolar eder. Kolay iş değil. 350 film, düştü 10 filme, 5 filme. Ama bütün dünyada böyle oldu. Yunanistan’da, İspanya’da, hatta Fransa’da. Bu süreçte, Türkiye’nin bütçesi kadar sinemaya destek veren ülkeler de oldu. Almanya, İtalya gibi…
Gelelim öbür yönüne. Yeni gelen sinemacılar içerisinde gerçekten çok iyi sinemacılar var. Ama hepsi değil tabii. Biz de geldiğimiz zaman, “Yeniler geliyor,” diye yaşlılar burun kıvırırdı. Hâlâ kıvıranlar da var. (gülüyor) Ama gelecekler, gelmeliler de. Ben Türk sinemasından her zaman umutluydum, her zaman da umutlu olacağım. Bugün (2004) Antalya Film Festivali’ne 8-10 film girecek, mutlaka hepsi birbirinden güzeldir.
Sinema yapmak daha da zorlaştığı için, bakıyorsunuz, bir sürü insan film yapmaya hevesleniyor. Ben, bazılarına oportünizm örneği olarak bakıyorum. Yani fırsatçılık… İyi bir film yapılırsa, sinemada çok iyi para var. Bugün bir izleyicisi film yapımcısına, gişede net 1,5 milyon dolar kazandırıyor. 1 milyon izleyici, 1,5 milyon dolar demek. Siz filminizi 500 bin dolara çıkarırsanız, iki ayda 1 milyon dolar kazanacaksınız demek. Dünyanın hangi sanayi kolu veya hangi meslek dalı, iki ayda 1 milyon dolar kazanıyor? Peki, bunun garantisi mi var? Hayır, yok. Ya tutarsa diyen insanlar var. Yılmaz Erdoğan‘ın filmi 3 milyon izleyici topladı, değil mi? Evet. 1,5 milyon dolara çıkarsa filmini, hesap et. Ama herkes o filmi yapabilmek için Yılmaz Erdoğan olabilir mi?
Geriye döndüğünüzde, filmleriniz hakkında ne düşünüyorsunuz?
“İyi ki sinemacı olmuşum,” diyorum. Ben bugüne kadar, sinemadan başka bir iş yapmadım. Bütün filmlerime sevgiyle yaklaştım. Vicdanen rahatım. Hayatım sinemanın içerisinde geçti. Size gerçek bir hikâye anlatayım: 1955’te, 17 yaşındayken evden kaçmıştım. İskenderun’dan yola çıkıp, önce İstanbul’a, oradan da New York’a gidip sinemacı olacaktım. Adapazarı’nda yakalandım. Hatta o dönemin gazetelerinde bile bunun haberi vardır. Evden kaçarken, aileme bir mektup yazmıştım. O mektup daha sonra yayınlandı. İstanbul Ekspres gazetesi sahibi Mithat Perin, o mektubu okuduktan sonra beni bulup çağırttı. Bu arada Milliyet gazetesinden Fahir Ersin de beni çağırdı, “Burada çalışır mısın?” diye. Sonra, çok kısa bir süre gazetecilik yaptım.
Çok isteyip de yapamadığınız film oldu mu?
Sen de Gitme Triyandafilis‘i çekmeden önce, Yılmaz Karakoyunlu‘nun Salkım Hanımın Taneleri kitabını okumuştum. Kendisini arayıp, “Ben sizin bu kitabınızdan film yapmak istiyorum,” demiştim. Çok memnun oldu. Yılmaz Bey, “Yalnız ben bunu TRT’ye vermiştim. TRTnin repertuarında olması gerekli. Eğer TRT bu filmi yapmayacaksa seve seve yapabilirsiniz,” dedi. Aradan bir süre geçti. Bir gün, Bodrum’daki evime geldiğimde baktım, bir mesaj var. Yılmaz Bey mesaj bırakmış. Diyor ki, “TRT’nin repertuarındaydı, ama kaldırılmış. Bu demek ki siz bu filmi yapabilirsiniz.” İstanbul’a geldim. O dönem, Yılmaz Karakoyunlu Kanal D’nin genel koordinatörüydü. Telefon ettim, kalktım gittim. Bu kitabı film olarak çekeceğimi yineleyince, “Çok teşekkür ederim,” dedi. Eserin telif ücretini sorduğumda da, “Beyefendi, bunun telif ücreti yok,” demişti. Oturup uzun uzun sohbet ettik. Düşüncelerimi anlattım. Uyarlama sırasında, “Ben başka bir şey düşünüyorum,” dedim. Çünkü çapraşık bir romandır o. Bir o yana döner, bir bu yana. Bir sinemacı, romanda bir tek dramı alıp işlemelidir. Hiçbir sanat eserinde iki dram olmaz. Tek bir drama, diğer dramlar yardım eder.
O günlerde de Sinefekt’te Hilmi Güver‘le Sen de Gitme Triyandafilis‘in montajını yapıyorum. Kapı çalındı, içeriye Tomris Hanım (Giritlioğlu) girdi. “Hilmi Bey’e bir şey soracağım, müsaade eder misiniz?” dedi. “Tabii…” dedim, konuştular. Sonra bana, “Yeni bir projeniz var mı?” diye sordu. “Evet, Salkım Hanımın Taneleri‘ni yapmayı düşünüyorum,” dedim. Aradan bir ay geçti, gazetede haberler: “Tomris Giritlioğlu, Yılmaz Karakoyunlu’nun eseri Salkım Hanımın Taneleri’ni film yapıyor.” Söylemeseydim keşke. Sonra defalarca, “Başka bir projeniz var mı?” diye sordu. Hiç söylemedim.
Bu noktada Yılmaz Karahoyunlu’nun tavrı ne oldu?
Hiç görüşmedim, konuşmadım. Milletvekili oldu, TRT’den sorumlu bakan oldu. insanların belli bir etikete sahip olduktan sonra, benim onlarla pek işim olmuyor. En yakın arkadaşlarım dahi. Mesela, bir genel müdür arkadaşım varsa, onu kovulduktan sonra arar, “işten ayrılmışsın, bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sorarım. Tunca Toskay benim sınıf arkadaşımdır. TRT’ye Genel Müdür olmuştu. Ankara’da bulunduğum sırada, Devlet Tiyatrolarının oyuncuları TRT’de ambargoluydu. TRTde dublaj yapamıyorlar di. Birkaç arkadaşım geldi, “Tunca senin arkadaşın, şu durumumuzu bir konuş,” Kalktım gittim, görüşmeye. Arkadaşlarım solcu, o sağcı, (gülüyor) Dedim ki, “Senden bir ricam var.” Durumun düzeltilmesini istedim. Düzeltildi de, işte Tunca Toskay‘ı o kadar gördüm.
Yapmasaydım dediğiniz bir filminiz oldu mu?
Yapmasaydım dediğim bir filmim hiç olmadı. Ama şu filmde, şunu şöyle yapsaydım dediğim olmuştur. Dünyanın en güzel filmini de çekseniz, o filmin eksiği bitmez. Pişmanlık duyduğum şey, yapamadığım filmlerdir.