Tuna Yüksel kimdir, biraz kendinden bahseder misin?
15 Ağustos 1996’da Kadıköy’de doğdum. Aslan burcuyum, yükselenim de aslan. Henüz 14-15 yaşlarında internete olan ilgim sayesinde blog yazıları yazmaya başladım. Futbol yazılarıydı ve bir şekilde karşılık gördü. Daha sonra büyük biriymişim gibi davranarak futbol internet sitelerinde haber editörlüğü yapmaya başladım. 17 yaşından itibaren düzenli olarak da habercilik ve editörlük yaparak para kazanmaya başladım. Bu konuda aslında iyi bir özgeçmişim vardı ama bir buçuk sene önce Pembe Eldiven‘i yapmaya karar verdim ve onu yaptıktan sonra tamamen senaryoya yöneldim.
X profilinde kendini “fikir işçisi” olarak tanıtıyorsun. Mesleğini nasıl tarif ediyorsun?
Fikir işçisiyim çünkü kol gücü yerine düşünce gücümü kullanarak çalışıyorum. Aslında çalışmaktan da ziyade, ben hayatı böyle yaşıyorum. Fiziksel olarak ne kadar hareket etmeyi sevmiyorsam, zihin olarak da durmayı bir o kadar sevmiyorum. Bu yüzden fikir işçisi olmak dışında başka bir şansım da yoktu sanırım… Mesleğim de son bir senede senaristlik oldu aslında. Pembe Eldiven‘den sonra kendimi senaryo yazarken buldum. Bunu istiyordum ama yönetmenlik ve belki de yazarlık biraz unutuldu. Böyle söyleyince, her şeyi yapmayı deneyen biri olarak durdum, ki böyle gözükmek istemem. Galiba ben hikâye anlatıcısıyım. Bir şekilde hikâye anlatmaya çalışıyorum… Pembe Eldiven’in ardından Leyla ile Mecnun dizisinin senaryo ekibinde yer aldım. Mustafa Denizli belgeselinin senaristliğini ve yaratıcı yönetmenliğini üstlendim ama daha sonra yaşadığım anlaşmazlık sonucu projeden ayrıldım. Netflix‘in Sen Büyümeye Bak filmi için senaryoda Hakan Bonomoile birlikte çalıştım. Yaşam Koçu filminin senaryosunda da Doğu Demirkol ile çalıştım. Bunun dışında senaryosunu yazdığım ve bir yapım şirketine sattığım Aşk Meşk adında bir dizi projesi hazırladım. Şimdi Aslı Kızmaz ile bir dizi yazıyorum, o da dijitale olacak. Ayrıca yazmaya devam ettiğim projeler var.
Pembe Eldiven fikri nerden çıktı? Aynı adlı bir de öykü kitabın var. Filmin senaryosu o öykülerden birine mi dayanıyor?
Pembe Eldiven, 10 seneyi aşkın süredir var olan bir fikir. Hatta çeşitli versiyonları da bulunan bir fikirdi. Bunun da çıkış noktası, benim ortaokul günlerime dayanıyor aslında. Eşcinsel boksör karakteri vardı, onun üzerine çeşitli senaryolar yazmıştım. Öyle ki, uzun versiyonu bile bulunuyordu. Pembe Eldiven‘in farklı versiyonlarının senaryosu hazırdı ama çekebileceğimi düşünmüyordum. Çünkü böyle bir filmi bu ülkede, mevcut iktidar varken nasıl çekilebilirim diye düşünüyordum. Bu yüzden Pembe Eldiven‘in de bir öyküsünü yazmak istedim ve kitaba adını veren öykü aslında senaryodan öyküye dönüştü. Ama yayıncılık sektöründe yaşanan bazı sıkıntılar yüzünden filmi daha önce yayınlanmış oldu.
Pembe Eldiven ilk kısa filmin. Senaristlik dışında daha önce bir set tecrüben oldu mu? İlk filmini çekmek nasıl bir deneyimdi?
Evet, ilk kısa filmim. Ama daha öncesinde arkadaşlarımla bir şeyler çekmeye çalışmışlığım vardı. Alaylı olmak bunu gerektiriyor. Film dışında yönetmen arkadaşlarımın setlerine gitmiştim daha çok. Rejilik yapamadım çünkü setin bana göre olmadığını, benim bunun için çok kibar olduğumu söylüyorlardı. Setleri çok iyi biliyordum. Keza arkadaşlarımın çektiği kliplerde onlara yardımcı olmak adına yardımcı yönetmenlik de yapmıştım. İlk filmimi çekmek zor bir deneyim oldu. Çünkü böyle bir film çekmek gerçekten çok zordu. İki erkeğin öpüştüğü, seviştiği bir film çekebilmek gerçekten çok zormuş. İyi ki konuşulmadı da daha zorluk yaşamadım diyeyim. Çok büyük aksilikler ve sıkıntılar yaşadık ama yapacak bir şey yok ve yapacak bir şeyin olmadığının da her zaman farkındaydım. Yapmaya çalıştığım iş her zaman böyle bir iş. Bütün bunları idare edebilmek ve yönetebilmekle alakalı her şey. Bir de yapı gereği kibar birisiyim, set sanki bunun tersini istiyormuş gibi bir algı vardı. Bir de söz konusu kendim olmadığım zaman çok kolay karar verebilen biri değilim. Ancak sette bu özelliğimi yenebildim, anlık aldığım kararları sanki daha önceden planlamış gibi davranabildim. Bunun dışında iki günde çekmem gerekiyordu, bu çok zor bir şeydi. Ayrıca çalıştığım insanların hepsi çok iyi isimlerdi. Nasıl bir araya getirdiğimi bilemediğim, anlayamadığım ve onları mahcup etmekten korktuğum bir süreç geçirdim. Ama günün sonunda gerçekten çok mutluyum. En azından bu dönemde böyle bir film yapabildik. Daha ne olsun?
Tolga Karaçelik projeye neresinden dahil oldu?
Ben çok bunalmıştım, artık bir şeyler yapmak istiyordum çünkü her gören benim bir şeyler yapmam gerektiğini söylüyordu. Pembe Eldiven‘i çekmeye karar verdim. Çekecektim. Etrafımdaki insanlardan akıl alıp onlara danışmaya başladım. Daha sonra Tolga abiyle bir gün buluştuk. Ona filmi anlattım. O, filmi anlatırken “ay canım benim” diye karaktere tepkiler veriyordu, bu beni çok heyecanlandırmış ve mutlu etmişti. Bana önerilerde bulundu, ne yapmam gerektiğini söyledi. Daha sonra eve döndüm. Tolga abi beni aradı, unuttuğu bir şeyi söyleyecek diye düşünürken “yapımcın var mı?” diye sordu, “yok hocam” dedim, “istiyorsan ben olabilirim” dedi. Şaka yaptığını düşünüp güldüm. O da şaka yapmadığını, gerçekten yapımcı olabileceğini söyledi. İnanamadım. Daha sonra projeye dahil oldu. Ve artık en büyük motivasyona sahiptim: “Tolga abiyi mahcup etmemeliyim.”
Arda Yeşillikçi ve Batuhan Alpay’la yolun nasıl kesişti? Ülkemizde her oyuncunun cesaret edebileceği roller değil ne yazık ki oynadıkları. İkna etmen zor oldu mu, sette rahat olmaları için neler yaptın?
Arda benim arkadaşımdı zaten. Oynadığı bir kısa film sayesinde tanışmıştık ve birbirimizin anonim hesaplarından birbirimizi takip ediyorduk. Birbirimizin yakın arkadaşlarında vardık. (Ben bunu referans alıp yakın arkadaş olduğumuzu düşünmüş bile olabilirim.) Ama aklıma o gelmedi. Bazı oyuncularla konuştum. Bir tanesinin TRT‘de dizisi vardı, bir tanesi çok ünlü bir oyuncuydu. Ama kendince haklı sebeplerden dolayı kabul etmediler. Daha sonra Gökhan diye bir arkadaşım var, ki kendisi filmin post prodüksiyon kısmını üstlendi. O bana Arda‘yı önerdi. “A evet Arda oyuncuydu” dedim. Daha sonra onunla buluştum. Buluştuğumda böyle rock yıldızı giyinmiş bir Arda vardı. Ama onunla konuşmamızın birinci dakikasında Tayfun’u bulduğuma emin oldum. Arda ile konuştuk ancak haklı olarak bazı çekinceleri vardı. Bir de senaryonun ilk versiyonunda sevişme sahnesi daha çok Xavier Dolan filmi gibiydi, biraz daha cesurdu. Ama daha sonra ev mekanına karar verince, evin o kapısı bana biçimsel olarak da bu sahneyi çekebileceğim bir dile hizmet ediyordu. Kamerayı onların olduğu odadan dışarıya çıkarmak ve adeta gözetleniyormuşlar gibi çekmek işime de yarıyordu. İzleyiciyi, toplum yerine koyabiliyordum. Ya da ben Arda‘yı ikna edebilmek adına bütün bunları anlattım, o da sağ olsun kabul etti. Batuhan da Arda‘nın çok yakın arkadaşı. Arda söyledi, tanışalım dedik. Daha sonra Kadıköy’de buluştuk. İlk başta başka bir yerde bir şeyler içiyorduk ve Batuhan ile konuşurken “acaba mı?” olmuştum. Ve gecenin ilerleyen saatlerinde Bina‘ya gittik. Bina‘da Batuhan‘ın Kaan olduğuna ikna oldum. Sadece senaryoda biraz daha değişiklik yapmam gerekiyordu, onu yaptım. Ve bu konuda en büyük şansım Şafak Binay oldu. Hem Arda‘nın hem Batuhan‘ın menajerliğini yapıyordu. Onunla konuştuğumda rahatlamıştım. Her menajeri onun gibi sanıyorum ama kesinlikle olmadığının artık farkındayım. Bu yüzden kesinlikle Şafak‘ın varlığı, bu filmin olmasında çok önemli bir rol oynadı. Vizyonu ve bana güvenmesiyle oldu sanırım. Sette rahat olmaları adına onlarla çok konuştum, bütün ekibi çıkarmayı teklif ettim. Ama zaten çok yakın arkadaş oldukları için onlar da zorluk yaşamadılar. En azından beşinci tekrarın ardından artık biz olmasak da bu sahneyi kendileri çekebilecek gibiydiler.
Film, eşcinsel ilişkiye giren iki erkeği anlatıyor gibi görünüyor ancak ben Tayfun karakterinin kadın olmasının da hikâye dinamiğinde hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini düşündüm. Sonuçta cinselliği hiç deneyimlememiş bir genç var karşımızda ve akran da olsalar kendinden çok daha deneyimli birine teslim oluyor. İki kadın ya da bir kadın ve bir erkek arasında da yaşanabilirdi gibi geldi bana bu olay. Kaan’ın emrivaki tavrı ve sonra Tayfun’u görmezden gelmesi, aşağılaması ilk bakışta homofobi olsa da aynı zamanda cinsel şiddet ve eldivenleri verişini de katarsak düpedüz taciz. Bu açıdan hem LGBTİ+ filmi hem de cinsiyetler üstü bir şeyler anlatıyor diye düşünüyorum. Senin bakış açını merak ediyorum.
Çok teşekkür ederim, böyle yorumlamana çok sevindim ve çok da mutlu oldum açıkçası. Çünkü ben de aynı şekilde düşünüyorum. Filmi yaparken burada bir erkek yerine bir kadın olsaydı veya pembe eldiven yerine başka bir şey olsaydı yine de hikâyenin özünün değişmeyeceğini biliyordum. Bu yüzden bu film bence bir öteki filmi. Ayrıca Édouard Louis filmi izlemiş ve şöyle bir yorum yapmıştı: “Eşcinsel bir adamla seks yapan sözde heteroseksüel adam kendini eşcinsel olarak algılamıyor ya da algılayamıyor, eşcinsel adam eşcinsel olduğu için zulüm görürken – ama onu eşcinsel yapan şey, görünüşte heteroseksüel adamla aynı şeyi yapmış olması dışında. Eşcinsel adamın genellikle erkeksi olarak algılanan boks yapması veya FIFA oynaması bu da soruyu daha da zorlaştırıyor: Birini gey yapan nedir? Bu bir kimlik mi, bir pratik mi, bir kültür mü?” Onun bu cümlelerini halen düşünüyor ve kendime soruyorum açıkçası.
Filmle ilgili tek itirazım Umut Kurt’a. (Şakasına soruyorum) Bu rol için fazla yakışıklı değil mi? En azından saçı sakalı fazla düzgün değil mi, içkici bir baba olarak?
Ahahaha! Evet, Umut Kurt gerçekten çok yakışıklı. Ki annem onun çok büyük hayranı, gerçekten böyle fan girl gibi bir şey hatta. Söylediklerine katılıyorum. Bu rol için çok yakışıklıydı, bu çirkinleştirebildiğimiz hali, o kadar diyeyim… Şaka bir yana; Umut abi oynamayı kabul edince, ki bu arada çekimden bir gün önce kabul etti, Adana’dan geldiği günün sabahına çekime geldi. Çekimde bekledi, upuzun sahneler çektik, o sahnelerde devamlılığı bile kendisi takip ederek işimi kolaylaştırdı, yetmedi bir de bir baktım çöpleri Umut abi topluyor. Kardeşim zaten yakışıklısın, bari bu kadar iyi olma be adam! (Şaka) Ve gerçekten şakayı bir kenara bırakıyorum… Umut abi oynamayı kabul edince, içkici ama biraz da çapkın adam oldu sanki. Yani böyle kendine bakan, nasıl göründüğüne önem veren ama evinde başka bir adama dönüşen biriymiş gibi oldu. Huzursuzluğu o evde, ama evin dışında başka biriymiş gibi gelmeye başladı.
Kısa filmler genelde festival festival dolaşır. Sen böyle bir sürece girdin mi? Herhangi bir festivale başvurdun mu? Konusu nedeniyle sansüre uğradığını hissettin mi?
Aslında filmi bitirdiğimizde festivalleri kaçırmıştık. Daha sonra bir iki festival reddetti. O süreçte sansüre uğradığımıza dair bazı şeyler duydum ama çok da şaşırmadım. Dile getirmek bile üzücü ya da filmin meselesini kullanmak ya da sanki ortada başarısızlık varmış da onun üzerini örtüyormuşum gibi geliyor, çok utanıyorum. O yüzden çok konuşmak istemiyorum. Düşündüğümüz festivallere geç kalmak ve reddedilmek beni üzdü. Hayal kırıklığı yaşadım. Tolga abi, Ahmet Kenanabi, Umut abi, Arda, Şafak, Mabel Matiz, Ayris… Hepsini düşünüyordum ve gerçekten o süreçte ne yapacağımı düşünmekten uyuyamadım. Sonunda kendimi kötü hissetmeye başladım. Ve açıkçası festival işleri de hiç bilmediğim, beceremediğim bir süreç. Bambaşka matematik gerekiyor. Ben kendimi böyle pazarlanmaya ihtiyacı olan bir ürün gibi hissettim, bununla da başa çıkamadım. Zaten işler yapmaya devam edince festivallere yollamaktan vazgeçtim. Bir de açıkçası çok özür dileyerek ön jüriye bakıp yollamadığım festivaller de oldu. E bir de başka mahalleden olanı görmek kolay, ama kendi mahallemizde bu festival sürecinde yaşanan bazı şeyleri görmek, duymak kendimi kötü hissettirdi. Bu yüzden iyi yönetemediğim festival sürecini başlamadan bitirmeme yol açtı. Öyle ki, bazı festivaller bizi kabul etti, istedi ama ben filmi çektim.
BluTV’de yayınlanması nasıl gerçekleşti? Yapım aşamasında GAİN’in ismi vardı çünkü. Neden GAİN’de yayınlanmadı?
Filmin yapımcılarından biri Tolga Afşin Kaya… GAİN‘in başındayken onunla tanışmıştım. Bir dizi projesi için tanıştık ve bir mentöre, bir ağabeye dönüştü benim adıma. Filmi çektikten sonra o oradan ayrıldı. Ve benim de GAİN ile ortak bir bağlantım kalmamıştı. Zaten ben kimseyle sözleşme yapmadım hayatım boyunca… Mustafa Denizli belgeselinden dolayı BluTV ile bağlantım vardı, onlara sordum. Onlar da istediklerini söylediler ve orada yayınlandı.