Düşük bütçeli, festival gezgini, eş-dost-fon destekli ilk filmler böyle giderse kendi içlerinde “yabancılar için yapılmış Türk filmleri” diye bir alt tür yaratabilir. Kültür Bakanlığı, Köprüde Buluşmalar ve Başka Sinema destekli Toz Bezi bu furyanın yeni halkası. Öyle ki, başarılı internet sitesi toz-bezi.com bile tamamen İngilizce. Peki, nedir bu yabancı gözlere yerli film hazırlamak? Öncelikle Türkiye’de yaşayan insanların kanıksadığı fakat bu coğrafyayı bilmeyenlerin ilgisini çekecek bir konu bulunur. Toz Bezi örneğinde bu, evlere temizliğe giden, sigortasız çalışan gündelikçi kadınlar. Sonra ilk yarım saat hikaye anlatmak yerine yerel motifler sıralanır. Örneğin bu filmin yaptığı gibi ip ağda, Türk sofra adabı, yemekten sonra hemen içilen çay, düğünde altın takma adeti ve motivasyonu (düğün sahnesi de olmazsa olmaz), dedikodu, akraba evliliği, Türk kahvesi ve fal seyirciye gerekli gereksiz boca edilir. Sonra da yavaş yavaş dramatik yapı kurulup mümkünse Kürdistan acılarıyla tatlandırılır. (Toz Bezi’nin içinde “Kürt” geçen her cümlesi yapıştırma, ana öyküyle alakasız ve sakil.)
Nesrin, kocası Cafer ve küçük kızı Asmin ile köyünü bırakıp İstanbul’a gelmiş ilkokul mezunu bir kadın. Yaşanan bir tartışmanın ardından eşi Cefo tarafından terk ediliyor ve evlere temizliğe giderek hayat telaşına düşüyor. Filmden bir replik alıntılayacak olursak; “bu iş üç gün var beş gün yok” yani düzenli bir geliri ve sigortası yok. Neyse ki üst kat komşusu, ablası gibi gördüğü Hatun var. O da gündelikçi ve o da kocası Şero’dan dertli ama ne yaparsın, Türkiye’de kadının durumu bu. Çatı olarak her şey iyi güzel ancak sorun kiloyla alınmış gibi duran bu yerli motiflerin hikayeye yedirilememesi, vitrine dizer gibi sıralanmış olması. İlk filmini çeken Ahu Öztürk’ün neden sallandığı belli olmayan (gerçekçilik?) sallantılı kamerası, rastgele duran çerçeveleri ve görüntü yönetmeninin silikliği de eklenince “dileği gerçekleşsin diye kiliseye gidip besmeleyle dua eden Müslüman karakter” gibi buluşlar fıkra gücünden öteye geçememiş.
Bir başka kilit (çiğ) an ise “kötü de olsa kocası var” sahnesi. “Kör parmağım gözüne” deyişimizi hatırlatan bu bölüm, “diyaloğa başvurmadan göstererek anlatmak” meziyetinin bazen nasıl yanlış yorumlanabildiğini gözler önüne seriyor.
Oyunculara gelirsek (yerli sinemamızın en güçlü yanı); özellikle Asiye Dinçsoy muhteşem. İki dilli karakterini her ödüle layık bir doğallıkla sunup filmin tartışmasız yıldızı oluyor. Nazan Kesal için aynı şeyi söylemek güç, özellikle küfürler ağzına bir türlü oturmamış. Küçük kız da başarılı ama yine bu başarının oyuncu yönetiminden kaynaklanmadığını Mehmet Özgür’ün Abluka-Toz Bezi arasındaki performans farkından anlayabiliyoruz.
Filmin en büyük sorununu ise yönetmeni gibi sona sakladım: Bitememesi. Nesrin’in göründüğü son sahne kusursuz bir final ancak süre uzasın diye mi, anlatmaya doyulamadığı için mi bilinmez; on beş dakika daha kimsenin umurunda olmayan ve filmin söz konusu sahneyle yakaladığı zirve etkiyi paramparça eden yığınla sahne eklenmiş. Yazık. Nihayetinde Toz Bezi, Zerre kadar güçlü olmamakla beraber yeni bir Nefesim Kesilene Kadar vakası olmaya aday. “İlk elin günahı olmaz” mı desek?