Çok adaletli bir insanımdır vesselam. Geçen yazıda nasıl Çin’e eğildiysek belgesellerle, bu yazıda da Japonya’ya doğru yola çıkacağız. Endişelenmeyin, bu defa yazıya bağlamak için zorlama giriş yapmayıp, doğrudan konuya geçeceğim.
Belgesellerden ilki, 1985 tarihini ve Wim Wenders imzasını taşıyor. Wenders’in ‘büyük ustam’ olarak tanımladığı Japon yönetmen Yasujirô Ozu’nun izinde yaptığı Tokyo ziyaretinden ortaya çıkardığı belgeseli Tokyo-Ga, Ozu’nun Tokyo Monogatari / Tokyo Story (1953) adlı filminden sahnelerle açılıp kapanırken Wenders’in asıl niyetinin bu filmdeki Tokyo ile yaklaşık 20 yıl sonraki Tokyo arasındaki farkları görmek için yola çıkması olduğunu belirtmekte yarar var. Benim asıl amacımın ise ‘Tokyo’ olmasından kaynaklı olarak, Wenders’i pek tanımamamdan mütevellit, sinemasındaki ayrıntılara girmek gibi bir niyetim yok doğrusu.
Yasujirô Ozu Chishû Ryû
Belgesel, son derece kişisel bir gözle Tokyo’nun paçinko salonlarından, parklardaki 50’lilerin Amerikan rock’n roll gençliği gibi giyinip dans eden gençlerine, oradan gerçeklik algısıyla oynama pahasına restoran vitrinlerini süsleyen yemek maketlerine kadar uzanan farklı görüntüler eşliğinde ilerlerken, asıl teması Ozu’ya da, Ozu’nun filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu Chishû Ryû ve sadık görüntü yönetmeni Yuharu Atsuta ile yaptığı röportajları ekleyerek ulaşmayı ihmal etmiyor. Ozu için ben de Ohayô / Good Morning (1959) filmindeki çocuklar gibi ‘I Love You’ diyerek, meselenin onunla ilgili kısmına geçmek isterdim ama başta da dediğim gibi benim asıl derdim Japon Kültürü, hatta kültürden bile daha değerli olan ıvır zıvırı. Üstelik belgeseli seyrettiğimin ertesinde açılan algı kapılarımla kendime yeni bir dünya bile kurabilirim. İşte belgeselden beni en çok etkileyen bölüm;
Fotoğrafta görülen yemekler, aslında gerçek değil. Yani bir restoranın vitrinindeki yemek maketleri bunlar. Sanıyorum Japonya’da bir çok restoran, balmumundan yapılan bu iştah açıcı yiyecekleri, ‘görsel menü’ niyetine sergiliyor. Wenders de üşenmemiş, görünen ve gerçek arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen savaşa, bir balmumu yiyecek yapma atölyesine kamerasını çevirerek, başka bir açıdan bakmış. Fotoğrafı çeken Japonya’lardan blogdaşım olan Masakuni-san’a teşekkürü borç bilirken, Tokyo-Ga’nın elbette en güzel tarafı olan Ozu’nun ‘çalışma arkadaşları’ ile yapılan sohbetlerin, yönetmen ve dönemin sinema tarihi açısından ilginç anekdotlar taşıdığını belirteyim.
Belgesellerden ikincisi, 2002 tarihli İsveç ve Finlandiya yapımı Tokyo Noise. İsveç’i pek bilmem ama Japonya üstüne yapılmış iyi işler için Finlandiya’dan umutluyum. Bunun da tek sebebi, geçen sene çok istememe rağmen bilet aldığım halde dahi gidemediğim, !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’ndeki, yine bir Finlandiyalı belgeselci, Pirjo Honkasalo tarafından yapılmış, Ito: A Diary of An Urban Priest adlı belgeseldir. Tokyo Noise, adından da anlaşılabileceği gibi çok sesli –hatta haddinden fazla- tabiri caizse ‘kalabalık’ bir belgesel. Mesela ilk elden kalabalık olan özelliği olarak yönetmen kadrosunu gösterebiliriz.
Fotoğrafçı, yazar, bilgisayar programcısı, psikolog, rahip, müzisyen vb. gibi farklı meslek erbablarını, sadece Tokyo değil, tüm Japonya ve kültürü üzerine konuşmak üzere bir araya getirmiş belgeselin, bu taraflarda bile tanınan konukları da var. Emanet Dolabı Bebekleri, Şeffaf Mavi vs. gibi kitapları Türkçeye de çevrilmiş yazar Murakami Ryû ve fotoğrafçı Araki Nobuyoshi söz konusu isimler. Hayata bakışları da bir anlamda meslekleri doğrultusunda farklı olan bu kişiler, Japon olmayan birine garip gelebilecek bir çok öğeyi kendilerine göre yorumlayarak anlatıyorlar. Misal yalnızca Fuji Dağı’nı fotoğraflayan bir fotoğrafçı bir yandan dağı ve onun kendisi için önemini anlatırken, bir Shinto rahibi de dağın Japon insanı açısından önemine vurgu yapabiliyor. Bir noise müzisyeni, sado-mazoşism ile müziği arasında kurduğu bağlantıdan söz ederken bir editör, ‘Aşk Oteli’ olgusuna bakıyor. Kısacası, kültürel anlamda Japonya’nın çelişikliğini bir kere daha gözler önüne seren belgeselin kendi açımdan tek olumsuz noktası müzikleri. İsminden yola çıktığımda doğal seslerle karşılaşacağımı sanmıştım ama Johan Söderberg ve Zbigniew Karkowski, özel olarak müzik yapmışlar belgesele. Bu da Japonya’nın kakafonisinin maddesel anlamda da ortaya çıkmasına ve seyircinin de kafasının şişmesine neden olmuş. Ama Japonya için çiğ balık bile yenir, yenmez mi?
Bu haftaki yazıyı yeni çıkmış bir kitap ile sonlandırmak iyi olabilir. Çınar Yayınları’ndan çıkan Japon Yapmış adlı kitap, bir dönem Japonya’da yaşamış bir Türk, Onur Ataoğlu tarafından akıcı bir üslupla yazılmış. Japonya’nın yukarıda da sözünü ettiğim çelişikliğini aktarmakta başarılı olan Japon Yapmış, kıyısından köşesinden Japonya ile ilgili gündelik hayattaki bazı öğeler hakkında bilgi sahibi olmak isteyen okuyucu için eğlenceli olabilir. ‘Japon yapmış kardeşim’ formatındaki tabir için ben de ‘Türk de yazmış işte kardeşim,’ diyerek bitirmek istiyorum.
Tokyo-Ga Yönetmen: Wim Wenders
Senaryo: Wim Wenders
Yapım: 1985, ABD / Batı Almanya, 92 dk.
xxx
Tokyo Noise Yönetmen: Erik Pauser, Kristian Petri, Jan Röed, Johan Söderberg
Müzik: Johan Söderberg, Zbigniew Karkowski
Yapım: 2002, İsveç / Finlandiya, 80 dk