Kaç film izledim bilmiyorum, saymadım hiç, seyir sefalarım dönem dönem değişir, bazı zamanlar tamamen vizyon turları yaparken bazı zamanlar bir yönetmen seçer sinemasını tanımaya çalışırım, bazı zamanlar dönem turları yapar, kimi zamanlar oyuncu haftaları düzenlerim kendime. Sinema üzerine yazmak kadar tek kelime etmeden sessizce izlemek de o kadar keyiflidir. Her sinemasever gibi benim de kişisel en iyi listem var, yazımızın konusu yazarınızın kişisel, tüm zamanların en iyi 100 film listesinin birincisi The Treasure of the Sierra Madre…
Film, İnsanın iç dinamiklerinin, maruz kaldığı dış dinamikler ile gün yüzüne çıkması olarak mı, yoksa kapital nesnelerin iyi insanları kötüleştirmesi olarak mı okunmalı? Altın Hazineleri en çok da, tartışmaya açık bu temasıyla kıymetli olmalı.
Öncelikle, B. Traven romanı Altın Hazineleri’ni okumadığımdan The Treasure of the Sierra Madre’nin ne kadar iyi ya da kötü bir edebiyat uyarlaması olduğu üzerine bir fikrim yok. Ancak bir sinema eseri olarak ya da John Huston sineması olarak veya bir Humphrey Bogart filmi olarak üzerine söylemek istediklerim var.
Sierra Madre Hazineleri’nin yazarı B. Traven’in hikâyesi de oldukça ilginç. Hakkında birçok söylenti olan yazarın gerçek kimliği neredeyse ölümüne kadar bilinmemiş, hoş ölümünden sora bilinip bilinmediği de şüpheli. Alman asıllı olduğu söylense de eserlerini Meksika’da yazdığını biliyoruz. Bu Dünya’dan adeta bir gölge gibi geçen B. Traven muhalif/anarşist duruşuyla sistem karşıtı edebiyatın en önemli kalemlerinden de biri ve John Huston tarafından sinemaya uyarlanan The Treasure of the Sierra Madre, sistem karşıtlığı yanında aynı zamanda insan gözlemi üzerine de kurulu. Hikâyenin tetikleyicisi altın ama sürükleyicisi insan, lakin bu hikâyedeki Dobbs (Humphrey Bogart) tahayyüllerimizin üzerinde sürükleniyor, sürüklüyor. Altın, yani çok ama çok fazla altın mutlaka kişinin davranışlarında sapmalara sebep olacaktır fakat bu hikâyedeki sapma fazlasıyla ileri seviyede.
Altın değerlidir, güzeldir, göz alıcıdır, yazımıza konu olan hikâyede Howard’ın (Walter Huston) belirttiği gibi topraktan çıkarılması özveri istediği için değeri paha biçilmezdir. Bilinen 7000 yıllık tarihi olan altın, en önce firavunların süs aracı olarak kullanıldı, daha sonra ısıtma/eritme yöntemiyle daha ince işlemlerden geçirilerek takma diş oldu, zaman içerisinde takas aracı olmaktan da çıkıp bir malın değer ölçüsüne dönüştü. Tarihin şekillenmesinde etkin rol oynayan altın, misal, M.S 16. Yüzyılda İspanya kralı Ferdinand’ın ülkeye altın getirmeleri için uzak diyarlara yolladığı kâşifleri, Kuzey ve Güney Amerika’yı keşfederken, aynı zaman Maya, Inka, Aztek medeniyetlerinin de sonunu getirdiler. 1800’lerin başında Kuzey Carolina’da altına hücumu başladı, büyük kalabalıklar bölgeye göç etti, demografik yapıyı değiştirdi. Akabinde Afrika ve Alaska’ya kadar uzanan keşiflerle yüzlerce yıldır toplumların kültür ve geleneklerinde azımsanmayacak etki yaratan, hatta yaralar açan altın, günümüzde de uluslararası rezerv görevi ve enflasyona karşı değer muhafaza özelliği ile ekonomiyi elinde tutuyor. Bu sarı parlak madene dair hikâyeler zamanın sinemasında da çokça yer buldu elbette. Bu hikâyeler arasında en unutulmaz olanlardan biri de The Treasure of the Sierra Madre olmalı. Çünkü Dobbs’un dönüşümünü bir kişilik çatışması, yozlaşması veya gerçek yüzünün ortaya çıkması olarak yorumlayabilir ya da Dobbs’un dönüşümünü insanlığın dönüşümünün temsili olarak okuyabiliriz. Bilinen varlığının 7000 yıl, etkin kullanımın 2500 yıl olduğunu göz önüne alırsak, altının insanlık üzerinde Dobbs’taki gibi bir çıldırmışlığa sebep olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
Sevgili Dobbs, hikâyenin başında son derece naif, dost canlısı, arkadaşlarıyla maddiyatta ince hesaplara düşmeyen bir adamdır. İhtiyar Howard’ın, deneyimlerine dayanarak bir dönüşüm beklediğini sanıyorum ancak Dobbs’un zıvanadan çıkışı beklenmeyecek cüssede. Esasında Dobbs üzerinden okuma yaparsak başta o kadar çok dost canlısı olanın sonda o kadar hiddetli düşmana dönüşmesi olağan gibi görünüyor ya da insanlık tarihi üzerinden baktığımız da, başta hayatta kalmak için kolektif hareket eden toplulukların mülkiyet hırsına düştükçe ayrışması, ayrışırken hiddetlenmesi gibi.
Humphrey Bogart’ın insanüstü oyunculuk performansı izleyicinin tüm sinir uçlarına dokunuyor, aynı zamanda paranoyası adım adım tırmanırken büründüğü kılıksızlık merhamet duygularımız da harekete geçiriyor. Anti kahraman sıfatı ile tanımlayabilir miyiz emin değilim ancak ortağının canına kastedecek kadar ileri giden bu adama öfkelenmek her şeye rağmen pek mümkün görünmüyor. Finalde kimin neyi kazandığı/kaybettiği tartışmaya ve üzerine düşünmeye değer bir konu. Curtin, hayalini kurduğu meyve bahçelerine dolaylı da olsa kavuştu, hayat garip oyunlar oynar, aylarca dağlarda pislik ve şiddetle mücadele edip hayallerine servetini kaybederken ulaşmak! Sakin, keyfi, durağan bir hayat için şiddeti yüksek bir maceraya atılan ihtiyar Howard’ın kahkahası da adeta yaşadıklarıyla alay ediyor. Sierra Madre Hazineleri’nin tek kaybeden Dobbs, hak etti mi emin değilim, o da seyircinin hayal gücüne kalsın…
Sinemanın hoşlukları paragrafı olarak; filmin başında Bogart’ın, sürekli yoluna çıkıp para dilendiği adam John Huston’ın kendisidir. Bogart’ın altın arama yolculuğundaki ekip arkadaşı Howard da (Walter Huston) John Huston’ın babasıdır. Ayrıca Bugs Bunny serisinde “8 Ball Bunny” isimli bölümde Bogart’ın para dilenme sahnelerine nefis bir gönderme var, sinema sanatı bu küçük ayrıntılarıyla daha da güzel…
Son tahlilde, ihtiyar bilge Howard’ın dediği gibi, doğa kendinden çalınanı enin de sonun da geri alacak!