Sinema yazarlarına sorulmak üzere 10 soru hazırladık. Tümüyle Ters Ninja’ya münhasır 10 ilginç soru. Maksat elbette sinema yazarlarını daha iyi tanıyabilmek… The S-Files adını verdiğimiz bu dosyaların kırk sekizincisini Ters Ninja yazarı Murat Ocakcan için açıyoruz.
Nerede, ne şekilde, kiminle seyrettiğinizi hatırladığınız en eski film hangisi?
Bellek, geçmişi kendi irademizle su yüzüne çıkarmamıza izin vermeyecek kadar çapraşık ve kendine özgü yollarla örülmüş bir yapı sanırım. Proust, geçmişi nesnelerin uyandırdığı duygu yoluyla çağırırken, bu nesnelerle karşılaşmanın rastlantı işi olduğundan bahsediyordu. Bu yüzden izlediğim en eski filme dair hatırlamaya çalıştıklarım, en azından benim açımdan yanlış olabilir. Yukarıdaki soru, aylardır saçımı doğru düzgün kesmeyi beceremeyen berberleri düşünürken karşıma çıktığı için, aklıma babam ve kuzenlerimle birlikte izlediğim “Prayer of the Rollerboys” filmi geldi (Neydi ulan o filmin adı, diye arandım tabii). Kayıtlara göre 1990 ya da 1991 yılı olmalı. Bir yokuştan yukarı doğru çıkıyorduk (Çok sonraları bu yokuşun Maçka Parkı civarında olduğunu keşfettim.) Parlak kıyafetleri ve son moda saç stilleriyle yol kenarındaki diskonun önünde bekleşen gençler çıkmıştı karşımıza. Babam gençliğin yozlaşmasına işaret etmek amacıyla giyim ve kuşamlarına okkalı bir küfür savururken, ben de gördüklerime şaşırmış, “Saçımın böyle havalı olabilmesi için nasıl bir hayatım olmalı?” diye düşünmeye başlamıştım. Berber Garip Amca’ya ne zamandır havalı bir saç için yalvar yakar oluyordum. Her seferinde de Garip Amca’nın “Kötü çocuklar öyle kestirir saçını evladım. Gel sana bir efendi traşı yapayım,” cevabıyla yelkenleri suya indirip 3 numara bir hıyar olarak çıkıyordum kapıdan. Farklı ve iyi olamaz mıydık? Filmde de buna benzer bir şeyler vardı. Herkes bir değişikti gelecekte. İyisiyle kötüsüyle.
Sinema yazarı olmasaydınız, ne yazarı olmak isterdiniz?
Sinema yazarı değilim. Ama olsaydım ve soruya göre olmasaydım, at yarışı bülteni yazarı olmak isterdim. Atların soy ağacını çıkarmak, antrenmanlardaki derecelerini tutmak, geçmiş yarışlardaki performanslarını incelemek ve bu verilerle gelecekteki yarışlara dair tahminlerde bulunmak… Bilim adamı titizliği ve yüksek bir sezgi kabiliyeti lazım bu iş için. Yeni çağın doksozofi illetini yenecek olanlar, işte bu bülten yazarlarıdır.
Hayatınızın sonuna kadar tek bir filmle idare etmeye mahkum edildiniz. Hangi filmi seçerdiniz?
Batman: The Dark Knight Returns‘ü seçerdim. Filmde özgürlük umudu yüzünden acı çeken mahkumlardan hareketle, sinemaya dair hiçbir umut vaat etmeyen bu film sayesinde, kaçırdığım bir şey olmadığını düşünerek huzur içinde yaşardım.
Kendinize içlerinden hayali bir arkadaş seçme şansınız olsaydı. Hangi sinema karakterini seçerdiniz?
Başınıza türlü belalar açmasına rağmen “Yaptım ama hele bir sor niye yaptım?” kabilinden laf cambazlığına ihtiyaç duymayan, çünkü ikinizin de aynı seviyede pisliğin içinde olduğunu bilen bir arkadaş, hayali de olsa eğlenceli olabilirdi. Aklıma gelenler, Bruce Robinson’un “Withnail & I” filmindeki Withnail karakteri ve bir de söylediklerimle tam olarak örtüşmeyen (ama benzerliklere dair nedenlerin saklı vaziyette durduğu) Robert Bresson’un “Au Hasard Balthazar” filmindeki eşek Balthazar.
Hangi sinema oyuncusunun görüntüsüne sahip olmak isterdiniz?
Kendimi ağırdan satacak değilim. Geçen yüzyılın başında Rudolph Valentino, ortasında Marcello Mastroianni, sonlarında ve şimdilerde Jude Law ya da hiç olmadı Edward Norton görüntüsüne sahip olsaydım fena olmazdı.
Hangi yönetmenle sıkı dost olmak isterdiniz?
Yönetmenlerle dost olmak istemem. Yönetmenlerin filmleriyle anlattıklarının seyirci – yönetmen düzleminde özel bir ilişkiye ait olduklarını, yaptıkları sinemaya yakınlık duymanın sıkı bir dostluğu sonuçlamayacağını düşünürüm. Ama belki, Ozu’nun kameramanı ve görüntü yönetmeni Yuharu Atsuta ile sıkı dost olmak isteyebilirdim. Wenders’in Tokyo-Ga’sında izlemiştim Atsuta’yı. İyi bir hikayenin ve anlatıcısının hikayesini anlatan biriyle dost olmak, Ozu filmlerini izleme zevkinden beni mahrum etmeyeceği için ideal görünüyor.
Hangi film gerçek olsun ve siz de içinde yer alın isterdiniz?
Polanski’nin The Tenant filmi gerçek olsun, ben de içinde Trelkovsky olayım. Bu hayatta hepimiz kiracıyız minvalindeki boyun eğmeye takılmış eziyetli, sinematik ve (kabul ediyorum) aptalca bir çelme olurdu hayatım.
Sinemayı sevmek için iyi bir neden söyler misiniz?
Kurtla kırmızı başlıklı kızı, masalcıyı da yanlarına koyup yatağa atmak suretiyle dünyayı daha net görebilmemizi sağlayan bir icat var elimizde. Bunun yeterince iyi bir neden olduğunu sanıyorum.
Sinemanın en kötü özelliği ya da en büyük zararı nedir sizce?
Kitlelerin büyük ilgisine mazhar olan kimi sinema eserleri, hakkında bir an evvel fikir sahibi olmaya zorlandığımız bir sosyalliğin içine doğduğu ve bu yüzden film adına göre alfabetik olarak hazırladığım izleme listemi altüst ettiği için, sinemanın hayatımdaki en büyük zararı olarak görülebilir. Ama sorunun kaynağı, sinemanın kendisiyle değil de mevcut düzen içerisinde konumlandırılışıyla ilgili bana kalırsa.
Bugüne kadar gittiklerinizin içinde en sevdiğiniz sinema hangisiydi?
Üsküdar’da, son dönemlerinde iki (hatta üç) film birden oynatmaya başlamış (benim de bu dönemlerde görme şansına eriştiğim) Zafer Sineması. Bilet ucuzdu ama salona girmezden önce yer göstericiye belli bir tarife üzerinden bahşiş ödemek zorunluydu. Bahşiş vermeyen içeri alınmazdı. İçeride gıcırdayan tahta koltuklardan istediğiniz birine oturabilirdiniz. Perde, üzerine ışık yansıdığında beliren koyu lekeleri ve gevşek duruşuyla başlı başına seyirlik bir malzemeydi. Film esnasında fenerle kontrole gelen yer gösterici ile hakikaten ipe sapa gelmez bir film izlediğimizi ispat etmek istercesine (suçluluk duygusunu mu paylaşmak istiyordu?) susmak bilmeyen ve yorumlarına onay bekleyen izleyici, karanlığa gömülmemize izin vermez ve her an yanımızda olduklarını hissettirirdi. Nerede o eski bayramlar!