İnsanın tek amacı, hayatta kalmaktır. Hayatta kalmak için yer, içer, barınır. Fakat insanın uğruna yaşayacağı bir nedene de ihtiyacı vardır. Kimisi için merak, kimisi için sevgi, kimisi için tutku, kimisi içinse daha farklı bir duygu. Uğruna yaşanacak bir neden kalmadığında ise öfke, intikam ve nefret.
“Birdman”in yaratıcısı ve yönetmeni Alejandro González Iñárittu’nun on iki dalda Oscar adaylığı bulunan, 1820li yıllarda Amerika’da yaşanmış gerçek bir hikayeyi konu alan son filmi “Diriliş” (“The Revenant”) arkadaşları tarafından ölüme terk edilen Hugh Glass’ın (Leonardo DiCaprio) onu ormanda yaralı halde bir başına bırakan ve oğlunu öldüren adamdan intikamını almak için verdiği mucizevi hayatta kalma mücadelesini anlatıyor.
Hem “geri gelmek” hem de “ölümden / yokluktan (absence) dönmek” anlamına gelen “revenant” sözcüğü Hugh Glass’ın hikayesine vakıf olmayanlara bir fikir veriyor. Zira Glass kastedildiği anlamda olmasa da ölümden dönüyor ve geri geliyor. Kademeli gelişen bu süreçte Glass ilk olarak hayatta kalmaya, ardından da hayatını devam ettirmeye çalışıyor. Bu yönüyle oldukça sıradan görünen filmde farklılığı ise beraberinde işlenen diğer konular, geçtiği dönem ve mekan yaratıyor.
Bir kurtuluş hikayesi olmasına karşın “Diriliş”in özünde yerliler ve yerli olmayanlar arasındaki mücadele yer alıyor. 1492’de ilk merminin ateşlendiği bir savaş söz konusu. Yıllar boyu süren, kimi zaman soğuk kimi zaman kanlı bir savaş. Yerlilerin yabancılaştırıldığı ve kolonilerin yerelleştiği süreç, birbirinden oldukça farklı iki toplumun etkileşime girmesinde de rol oynuyor. Öyle ki yabancılara karşı verdiği savaşı kazanamayacağını fark eden kabileler birbirine düşman oluyor ve gücün silahla değil ticaretle kazanıldığını bilen Avrupa kökenlilerle işbirliği yapmaya başlıyor. Kendi soyunun devamlılığı için ırkının yavaş yavaş yok olmasına göz yumduğu gibi bu sürecin hızlanmasına da yardımcı oluyor. “Diriliş” zaman zaman aktif, zaman zaman pasif halde süren bu mücadeleden fazlaca besleniyor.
“Diriliş” filmi Hugh Glass’ın hikayesine değinen ilk yapım değil. Frederick Manfred’in “Lord Grizzly” (1954) romanı, “Death Valley Days” dizisinin “Hugh Glass Meets The Bear” (1966) adlı bölümü, Richard Harris’in başrolde olduğu “Man In the Wilderness” (1971) filmi ve Michael Punke’nin “The Revenant” (2002) romanı Glass’ın hikayesinden esinlenen diğer yapımlar. Ancak bütün eserlerin aksine Punke ve Iñárittu (ki filmin kitaptan yararlandığını unutmamak gerekiyor) Glass’ın hayatta kalma mücadelesinden çok intikam arzusuna odaklanıyor. Gerçekte arkadaşlarının onu ölüme terk etmesinden dolayı bir öç alma isteğine kapılmışken filmde bu arzu, Fitzgerald’ın oğlunu öldürmesiyle ilişkilendiriliyor. Filmde ayının yavrularını korumak için saldırıyor olması da, Glass’ın duyduğu öfke ve arzuyu idsel kılarak doğallaştırıyor. Ancak hikayenin intikama odaklanması, doğada verilen hayatta kalma mücadelesini ve insanın kendi içinde çıktığı yolculuğunu değersizleştiriyor. İçsel dünyasındaki değişimi, özellikle de bağışlamayı öğrenmesi sürecini basitleştiriyor, bu açığı kapatmak için de yönetmen etkileyici görsellerden, olağanüstü hayatta kalma yöntemlerinden faydalanıyor.
Hikayesi ve görselleriyle olmasa bile içeriğindeki öğelerle Western türüne yakın duran “Diriliş”, bu öğelere bugünün dünyasından yaklaşarak gerçekçiliğini güçlendiriyor. Yönetmen Iñárittu ve görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’nin ortaya koyduğu harika performans ise filmin tek solukta izlenmesinde fazlasıyla etkili oluyor. Fakat şahsen yine de “Man In the Wilderness”ı tercih ederim. Hikayeleri, konuları, odak noktaları birbirinden oldukça farklı da olsa “Man In the Wilderness”ın sadeliği ve “bireyselliği” beni daha çok etkilemişti. Dediğim gibi oldukça farklı iki yapım. Bu noktada belirleyici olan kişisel tercihler.