Herkesin merakla beklediği, sinemanın havai çocuğu Quentin Tarantino’nun sekizinci filmi The Hateful Eight nihayet görücüye çıktı! The Hateful Eight, yönetmenin bir önceki filmi Zincirsiz (Django Unchained) gibi bir western denemesi; fakat bu sefer uçsuz bucaksız düzlükler, öyle koskocaman setler yok karşımızda. Daha çok yönetmenin ilk uzun metrajı 1992 tarihli Rezervuar Köpekleri‘ni (Reservoir Dogs) andıran minimal bir yapısı var her anlamda The Hateful Eight‘in.
Zincirsiz, Amerikan İç Savaşı’nın iki sene öncesini anlatıyordu; The Hateful Eight’de ise savaşın on sene sonrasına gidiyoruz. John Ruth adındaki bir kelle avcısının (Kurt Russell) avladığı bir çete üyesini (Jennifer Jason Leigh) teslim etmek üzere, at arabasıyla Red Rock adlı bir kasabaya gidişiyle açılıyor film. Aksi gibi yolda Binbaşı Marquis Warren (Samuel L. Jackson) ve kasabanın şerifi olduğunu iddia eden güneyli haydut Chris Mannix’le (Walton Goggins) karşılıyorlar. Mecbur bu iki misafiri arabasına alıp devam eden John Ruth ve diğerleri, mola verecekleri yerde başlarına geleceklerden bihaber tabii ki.
The Hateful Eight bir dramatik yazarlık dersi gibi adeta; dar alana sıkıştırdığı dramayı öyle doğurgan diyaloglarla beslemiş ki Tarantino, bir an karakterler hiç susmayacakmış gibi hissediyorsunuz. Rezervuar Köpekleri‘ndeki ‘dar alanda sıkı karşılaşmalar’ın bir benzerini izliyoruz perdede; orada ‘hain kim’ sorusu öne çıkıyordu, burada da ‘casus kim’ sorusu önem arz ediyor. Gelgelelim The Hateful Eight‘deki daha salçalı (yani kanlı) bir karşılaşma. Hatta Spaghetti Western’in yanında yer yer ‘Gore/Splatter’ türünün trüklerini kullanmaktan çekinmemiş Tarantino bu karşılaşmada; kopan kollar, mütemadiyen akan kan bunun en büyük göstergesi.
Tarantino, kariyeri boyunca her zaman filmlerindeki kanla/şiddetle eleştirildi. Ama The Hateful Eight‘e değin Tarantino’nun sinemasındaki şiddet/kan oldukça grafik bir şiddet idi. Yani, karakterler tıpkı bir çizgi-romandaki gibi ölüyor, kan ortalığa oldukça “eğlenceli” bir biçimde saçılıyordu. Bu gelenek, The Hateful Eight filminde biraz bozulmuş sanki; espriler, çöp anlar havada uçuşsa da kendini nispeten ciddiye alan bir film bu. Hal böyle olunca şiddetin de gerçekliği göze batıyor, algı düzlemine gerçek-gerçeğe yakın olarak düşüyor perdede vuku bulan.
Söz konusu Tarantino olunca –benim gibi iflah olmaz bir Tarantino’sever iseniz üstelik- sebep her ne olursa olsun, içinden toz kondurmak gelmiyor insanın. Çağımızın en büyük auterlarından biri olan Quentin Tarantino’nun The Hateful Eight‘i bir başyapıt değil kuşkusuz. Ama sonuçta bir Quentin Tarantino filmi bu, sadece gözlerinizi kapatıp – bu sene Oscar’ı alması kuvvetle muhtemel- Ennio Morricone imzalı ruhunuza işleyen müziğini dinleseniz bile yeter.