Paula Hawkins’in aynı adlı kitabından uyarlanan Tate Taylor imzalı “The Girl on the Train” (Trendeki Kız) hayatları kesişen üç kadının hikayesini anlatıyor. Ancak Rachel (Emily Blunt), Megan (Harley Bennett) ve Anna (Rebecca Ferguson) adlı bu üç kadının karşılaşması bir tesadüfe dayanmıyor.
İzleyici ilk olarak Rachel ile tanışıyor, nam-ı diğer trendeki kızımızla. Alkolikliğin verdiği bir melankoli içinde aynı trenin aynı vagonunda hep aynı koltukta oturmuş New York’a gidip geliyor her gün. Ve geçerken de evlerdeki hayatları düşlüyor sürekli, trenin yanından geçtiği o büyük evlerdeki hayatlara imreniyor, kendi hikayelerini yazıyor onlara dair. Fakat takıntı haline getirdiği bir kadın var Rachel’ın, kocası olduğunu tahmin ettiği bir adamla yaşayan sarışın, genç ve tutku dolu bir kadın. Her gün önünden geçtiği bu evi, bu ilişkiyi, bu kadını öyle benimsemiş ki onların aşkını korumak ve bu mükemmel çiftin ayrılmasını engellemek için elinden geleni yapabilir.
Megan umursamaz bir kadın. Bir eşi, bir evi ve sakin bir hayatı var. Fakat o geceleri uyumak yerine tavanı seyretmeyi, gün için deniz manzaralı evinin önünden geçen trene bakıp hayaller kurmayı seviyor. Kim olduğunu, hayattaki amacını anlayamamış bir kadın olan Megan yaşadığı hayattan kaçıp gitmek, yeniden ve tekrar bulmak istiyor.Her seferinde yaptığı gibi kaçmak için fırsat arıyor.
Anna ise evli bir kadın, aynı zamanda da bir anne. Çok sevdiği eşi ve biricik kızıyla büyük ve güzel bir evde mutlu bir hayat sürüyor. Fakat henüz bir bebek olan kızına duyduğu sevgi öylesine büyük ki, vaktinin tümünü ona harcıyor. Onun için çıkıyor evden, onun için gidip seçiyor patateslerin en iyisini. Alışverişini sırf onun için, ona iyisini verebilmek için yapıyor, onun yanından da onun iyiliği için ayrılıyor.
Bu üç kadının hayatlarını birleştiren ise Rachel’ın, trendeki kızın hikayesi. Rachel, kendisini aldatan kocası Tom’dan ayrılmış. Ve severek, özenerek dekore ettiği o eve Tom ve metresi Anna yerleşmiş. Onun eşyaları arasında büyütmüş çocuklarını, onun seçtiği mobilyalar üzerinde sevişmiş ikili. Rachel’ın her gün baktığı, içindekilerle yeni hayaller kurduğu ev ise Anne ve Tom’un komşuları olan Megan’ın evi. Her gün önünden geçtiği ancak uzak durmak zorunda olduğu eve bakmaktansa kendi hayatını hemen yandaki evde yaşıyor yani. O evi, o aşkı, o evliliği korumaya yemin etmiş adeta, her gün kontrol ediyor olup biteni. Ancak bir gün hayallerindeki o mükemmel kadını, adını bilmediği Megan’ı başka bir adamla görünce işler çığırından çıkıveriyor. Durakta inip olaya müdahale etmek üzere eve doğru gidiyor. Sabah uyandığında ise kanlar içinde yatağında yatarken buluyor kendini. Sarhoş olduğu için ne olup bittiğini bilmiyor ve bulmak üzere bu üç hayatı farkında olmaksızın aynı çukura doğru çekiyor. Hem kendini hem Anna’yı hem de Megan’ı.
“The Girl on the Train” geleneksel ataerkil toplumun kadınla özdeşleştirdiği kavramlar üzerinden yürüyor. “Anne”, “ev”, “çocuk”, “aşk” temeline kurulmuş olan hikaye kadınların her şeyden önce birer olduğu mesajını her fırsatta vermeye çalışıyor. Üç kadınının kesişme sebebi olarak aynı olayı yaşamalarını gösterse de nihayetinde hep bebeğe ve anneliğe, annelik içgüdüsüne bağlıyor. İlk dakikalarda güçlü kadınları, güçlü hayatları anlatıyor gibi görünse de sonunda erkeklerin yüzlerce yıldır kullandığı argümana bağlayarak bir anlamda da bu ataerkil yapının avukatlığını yapıyor. Direkt olarak erkek egemenliğini savunmasa da erkek egemenliği altında kurulmuş bu yapıda yanlış tanımlanın yalnızca erkek olduğunu vurgulayarak da kadının annelikten başka görevi olmadığı düşüncesini bilinçsizce destekliyor.
Yönetmenin kurguda oldurmaya çalıştığı “The Girl on the Train”, Emily Blunt’ın yoğun çabası ve olağanüstü performansına rağmen vasat olmanın ötesine geçemiyor. Hikayeyi/filmi büyük bir hayal kırıklığı olarak nitelendirilmeye iten ise ilk on dakikadaki potansiyelini her geçen saniye daha da kaybetmesi. Zamansal atlama ve zıplamalarla, küçük oyunlarla izleyiciyi yakalamaya çalışsa da bu tatlılıklar kadına karşı tutumunu gölgede bırakacak kadar güçlü değil. Blunt Oscar adaylığı alamazsa bunun tek sorumlusu filmin kadınlar hakkındaki söylemleri olacak.