Bu defaki şok, bir noel ağacı gibi süslü püslü lambalı, dibi hediye paketleriyle yığılı yüklendi üzerime. Biraz önce şimdi arka arkaya duran beş adet Kızlı Marka sardalye kutusunun yerinde bir boşluk vardı. Agrippa boşluğu. Parmağımla o boş alana dokunmuştum. Hayal kırıklığı dokunuşuydu. Konserve sardalyesi hastası biri olarak en tercih ettiğim markayı elde edemediğim için biraz bozulmuştum. Bir ötedeki markete kadar yürümem gerekecekti.
Hemen dışarı çıkacaktım, ama bir dürtüyle geri döndüm. Boşluğa dokunan parmağımdan gelen sinyal nedeniyle diyeceğim geliyor. Eşyasız mekânın kıvamında tanıdık bir şeyler vardı.
Sardalye kutusundan birini alıp yerine bıraktım. Eski karım Nalan’ı hatırlamıştım. Takıntılı biriydi. Kenarı azıcık ezilmiş bir konserveyi almaz, son kullanma tarihi bir yıl sonrayı göstermeyen bir ürünü asla kullanmazdı. Bir an kendimi ona benzettim. Birlikte yaptığımız alışverişler alınan bir sürü şeyin tekrar tekrar yerine konması ve daha uygunlarının seçilmesi nedeniyle bayağı uzun sürerdi. Beni kasada ödeme yaparken sayısız defalar bir şeyi değiştirmem için geri yollamıştır. Sırada bekleyen asık suratlı insanların yüzlerine bakmadan gider gelirdim. Acele yüzünden her şeyi daha zor bulduğum için dönüşümde utançtan ter içinde kaldığım olurdu.
Her şey on bir gün önce başladı. 3000 kadar kitabımın güçbela sığıştığı odamda kitapları düzenliyordum. Ünlü maji ustası, simyacı Agrippa von Nettesheim hakkında yazılmış kitabın durduğu yerin boş olduğunu görünce şaşırdım. Çünkü bir gün önce kitabı biraz okumuş, bazı notlar almış ve yerine koymuştum. Merakla oturma odasına gittim. Kitap sehpanın üzerinde değildi. Beyaz kapaklı, kalın bir cilt olduğu için hemen fark edilebilecek bir kitaptı. Hiçbir yerde yoktu. Kütüphaneme geri döndüm. Şokun kendini uzaktan belli eden ucu elektrikli bir sopası vardı sanki. Daha iki metre mesafeden kitabın az önce boş duran yerde olduğu belliydi. Gidip elime aldım. Bir gün önce yazılmış notu buldum. O’ydu. Az önce yoktu, yemin ederim.
Bu olayı ezoterizme ilgi duyan ve tirildetir türünde yazan olan bir arkadaşıma anlattım. Kitabı ve kütüphanemde durduğu yeri gösterdim. Dokunması için kitabı alıp ona uzattım. Dokunduruşta tek başıma deliriyor olmama arzum gizliydi. Hem huşu verici, hem de korkutucu bir deneyimdi. Daha 49 yaşındaydım. Durumun metafizik yanından soyutlanırsa erken bunama belirtisi gibi bir yanı mevcuttu. Bellek mekanizmasında sıra dışı tekleme.
Aradan günler geçti. Sık sık kitabın yerinde durup durmadığını kontrol ediyordum. Sonuç değişmiyordu. Yerindeydi ve aynı şakayı yinelemeye hevesli görünmemekteydi. Yavaşça unuturdum belki, ama boşluk bir hafta sonra kendini hiç umulmadık bir yerde karşıma dikiverdi.
Bir arkadaşımın yaş günü partisindeydik. Saat gece yarısını geçmişti. Kafam hafiften iyiydi. Mutfakta bulaşıkların yıkanmasına yardım edip geri dönerken oturma odasındaki en rahat koltuğun boş durduğunu görerek sevindim. Saatlerdir ayakta durmaktaydım. Gidip biraz oturmak fena fikir değildi. Tam bunu yapacağım sırada bir arkadaş seslendi. Dönüp baktım. Eski tanıdıklardan biriydi. Daha yeni gelmişti. Selamlaştık. Başımı tekrar eski yönüne çevirdiğimde apışıp kaldım. Yeşil tişörtlü, öğrenci tipli bir genç kız koltukta oturmaktaydı. Kucağında çerez tabağı, elinde de yarısı boş bir şarap kadehi vardı. Benzer şok üzerime abanıverdi yeniden.
Koltuğun boş olduğunu görmemin üzerinden en fazla beş saniye geçmişti. O kızın koltuğa oturabilmesi için benim yanımdan geçmesi, yani yüz yüze gelmemiz gerekmekteydi. Bu olmamıştı. Gerilimle kızın oturduğu yerde ortadan silinmesini bekledim. Saniyeler aktı gitti. Böyle bir şey olmadı.
“Bu sardalye kutuları ile üçüncü oluyor.”
“Bir şey mi dediniz?”
Sağımda beliren kadına baktım. Otuz sonlarında, balık etli, sevimli yüzlü, gözlüklüydü. Sol elinde kırmızı bir market sepeti tutmaktaydı. Yanaklarında hafif bir heyecan allanması vardı. Bakışları sardalye konservelerine bağlanıp çözülmekteydi. Kalbim yeniden hızlanmıştı. Tek başıma delirmiyorum sonatının ilk nağmelerine eşlik gayreti.
“Bu konserve kutuları…”
‘Az önce burada yoktu. Ansızın belirdi’ demekten son anda vazgeçmiştim. Kendimi gülünç duruma düşürmek istemiyordum.
“Bir dakika önce boştu,” dedi kadın yüzümü dikkatle süzerek. Eksik bıraktığım kelimelerin ne olduğunu sezmiş gibiydi. “Sonra… Şurayı döndüm. En fazla on, on beş saniye. Geri geldim. Hepsi arka arkaya diziliydi. Siz..?”
Sevinçten ve heyecandan ağzım kurumuştu. “Agrippa boşluğu” dedim. “Kütüphanemde bir kitap vardı. Beş yüz sayfalık. Yeri boştu. Yarım dakika sonra yerinde duruyordu. Evde kimse yoktu. On bir gün önce. Sonra bir partide… Bu üçüncü.”
“Benim için de üçüncü. Önce bir oturma odasında bir pufum boşluktan çıktı geldi, sanki sonra dişçide beklerken boş bir sandalyede ansızın beliren yaşlı bir teyze. Şimdi de bu sardalye konserveleri. Siz bir şey dediniz. Agropa boşluğu mu?”
“Ben de ilk boşluk deneyimimi tanınmış simyacı Heinrich Cornelius Agrippa von Nettesheim hakkında yazılan bir kitapla yaşadığım için bu adı verdim. Agrippa, imparator I. Maximilian’ın sekreteriydi. Sekiz dil bilmekteydi. The Nobility and Preeminence of the Female Sex. adlı bir kitabı vardı. Esas ününü Okült Felsefesi’ne boçludur haliyle.”
Kadına malumat salatası yapmaktaydım. Neyse ki, mevcut durum nedeniyle buna aldırdığı yoktu.
“Sizce ne oluyor?”
Omuzlarımı silktim. Aynı anda delirebilme ve burada rastlaşma şansımız çok düşüktü.
“Bir şey daha var. Siz ne zaman konservelerin yerinde olmadığını gördünüz?”
Sorudaki tekinsiz yanı hissetmek içimi soğutmuştu. “Siz gelmeden en fazla 15 saniye önce.”
“Ben bir lisede matematik öğretmeniyim. Sayılarla…Ben de 15-20 saniye önce burada raftaki boşluğu seyretmekteydim.”
“Birbirimizi fark etmedik.”
Kadın alnını kırıştırarak başını salladı. Bunu yaparken Betül Teyzeme benzemişti. Merak edilecek şeyin miktarıyla orantılı bir alın kırıştırma ustasıydı. İlginç olan teyzemin ilerlemiş yaşına rağmen bu çizgilerin artlarında pek iz bırakmadan geri çekilmesiydi. Biraz kiloluydu, ama yetisi sırf bununla izah edilebilir miydi bilmiyordum tabii.
“Sizce ne oluyor?
Kadın içini çekerek gülümsedi. “Boşluk.”
Tek kelime her şeyi bir güzelce özetlemişti. Zihinlerimiz bazı şeyleri var ve yok şeklinde çift kaydediyor olabilir miydi? Bir daireden bozma küçücük bir markette tıka basa doldurulmuş rafların arasında duruyorduk. Bu kadar küçük yerde beyaz gömleğinin göğüs kısmında kolaylıkla akılda kalacak cinsten tümsekleri olan kadını görsem mutlaka fark ederdim. Saat ona geliyordu. Marketin tenha olduğu bir saatteydik. İçeride bir iki kişiye rastlamıştım herhalde, ama ne onları, ne de kadını hatırlıyordum.
Gördüğüm filmler nedeniyle harıl harıl senaryo üretmekteydim. İkimiz de üçüncü boşluk deneyimini yaşamaktaydık. Bu benzer durum bizi bir araya çekmiş olabilirdi.
“Nerede oturuyorsunuz? Sizi daha önce hiç görmedim bu markette.”
Kadın düşünceli düşünceli yüzüme baktı. “Aklımdan geçen şeyi… Ben, şurada İnönü Caddesi’nin üst kısmında oturuyorum. Kocamla eskiden arabaya atlar büyük alışveriş merkezlerine giderdik. Ayrılınca semte döndüm yine. Buraya pek gelmem. Bugün nedense… Sizce de rastlantı olamaz değil mi?”
“Olamaz” dedim çok hevesli görünmemeye gayret ederek. “Boşandınız mı?”
Kadın başıyla olumladı. Çok şaşmamıştı bunu sormama. İkimiz de evlenmiş ve boşanmıştık. Üç kez boşluk yaşamış ve üçüncüde bir araya gelmiştik. Bunların bir anlamı olmalıydı.
“Ne yapıcaz peki?”
Kadın içini çekti ve “Adım Leman” dedi.
Uzattığı elini sıktım. “Benim adım da Can.”
“Memnun oldum.”
Bir matematikçi olarak bayağı anaç bir görünümü ve örtülü ama, ökseli bir seksapeli vardı. Kadını beğenmiştim. Bunu belli etmekteydim sanırım. Leman’ın yüzünde de bundan hoşnutluğun minik izleri vardı sanki.
“Dışarı çıkıcaz.”
“İyi fikir” dedim. “Bir Dakka… Sardalye de alıcaz mı?”
Leman gülümsedi. “Alalım tabii.”
İki sardalye kutusu alıp birini kadına uzattım. Alıp marketin kırmızı sepetine koydu.
Ben sadece bunu alacağım için elime sepet almamıştım. Birlikte kasaya doğru yürüdük. Kasanın orada bizi katmerli bir şok beklemekteydi. Ne kasiyer, ne de bir müşteri vardı ortalıkta. Daha da kötüsü camekândan görünen cadde de tenhaydı. Ne marketin manav kısmında duran birileri, ne de yoldan geçen bir araba mevcuttu.
“Vay canına.”
Kadının yüzü allak bullak olmuştu. İri kahverengi gözleri endişe yüklüydü. “Nedir bunlar Can?”
“Dışarıya çıkalım” dedim.
Kadın başıyla olumladı. Aslında içimde bunu yapmak istemeyen bir dürtü de mevcuttu, ama zıt komut daha güçlüydü.
Kasanın önündeki tezgahın üzerinde iki adet bir kilogramlık pirinç torbası ve tereyağı ambalajı durmaktaydı. Müşteriler neredeydi? Kasiyer? Marketin çalışanları? Manavı bekleyen öğrenci tipli delikanlı?
Kapıdan çıkıp kan kırmızı domates yüklü kasaların yanından geçerek caddeye bir göz attık. Tam o sırada az ilerideki trafik lambası yeşil yanmıştı. Sağda solda park etmiş arabalar vardı, ama hareketli tek bir araç yoktu. Görünürde tek bir insan olmadığı gibi.
“Sence ne oluyor Can?”
Caddenin bir meyille alçalan yönüne baktım. Bir banka şubesi, dünya çapında tavaf edilen fastfood tapınağı, boş otobüs durağı, kime hitap ettiği belirsiz reklam panoları ve ıssızlık. O ana kadar gördüğüm bilimkurgu filmlerini düşünmekteydim. Üçüncü dünya savaşı çıkmış olabilir miydi? Caddede her şey çok düzenliydi. Savaş mavaş yoktu. Başka bir şey. Çok başka bir şey vardı. Leman’ın benden bir cevap beklediğini hatırlayınca, “Gitmişler.” dedim.
Kadının etli dudaklarında raşitik bir gülümseme belirdi ve yok oldu. “Nereye?”
“Zor bir soru” dedim. Zihnimde bir uğuldama vardı. Sanki bir şeyleri görebilecekmişim gibi sağıma soluma baktım. Trafik lambası şimdi kırmızı yanmaktaydı.
“Gel şöyle yürüyelim.”
Kadının bunu derken sol elimi tutmasını hiç yadırgamamıştım. İçin için çok istediğim bir şeydi. Bu yol yalnız yürünmezdi. Kaldırımda ayaklarımızın çıkardığı sesleri dinleyerek yürüdük. Bütün mağazalar, dükkânlar kapıları açık bir şekilde durmaktaydı. Görebildiğimiz tüm alanda tek bir kıpırtı yoktu. Uzaktan ya da yakından gelen hiçbir ses yoktu. Bütün İstanbul bize miras kalmış gibiydi.
“Bir şeyi fark ettin mi?”
Şu ana kadar o kadar çok şeyi fark etmiştim ki, kadının yüzüne bakmakla yetindim sadece.
“Sardalyeleri ve market sepetini arkada bıraktık. Oysa elimizdeydi. Öyle değil mi? Ben yanımda el çantam olmadan hiçbir yere adım atmam. O da yok. Bir şey alsam neyle ödeyecektim?”
Hayretle boş sağ elime baktım. Sol elim kadının elini daha sıkı kavradı. Zihnim çok hareketliydi, ama çıkarsama kapasitem epey düşüktü. Çok hızla dönen ama, dibi delik bir kovayla su çeken bir çıkrık gibiydi. Alıştığım mantık düzeyine fikir eriştiremiyordu.
“Bu ne demek oluyor sence?”
Kadının gözleri dolmuştu. “En son neyi hatırlıyorsun? Markete gelmeden önce.”
Tefekkür çıkrığımın gıcırtılarıyla yüklü saniyeler akmaktaydı. Tam hatırlamıyorum diyeceğim sırada, zihnimde görsel bir parlama belirdi. Bir minibüsteydim. İçinde şoför hariç dört kişi vardı. Ben en arkada yalnız oturmaktaydım. Önümdeki koltukta iki kadın vardı. Önde şoförün yanındaki iri yarı bir delikanlı nerede inmek istediğini anlatmaktaydı. Bu tarafa gelmekteydik. Her zaman pizza yediğim yeri hatırlamıştım.
“Minibüsteydik” dedi Leman.
Kadın bunu derken onun önümde oturan kadınlardan biri olduğunu ayrımsadım. Oydu. Yanındaki genç bir kıza yaş günüyle ilgili bir şeyler anlatmaktaydı.
“Hatırladım seni. Yanında kırmızı tişörtlü, uzun siyah saçlı bir kız vardı.”
Leman başıyla olumladı. Alnını kırıştırmıştı yine. “Aylin. Kuzenim. On yedisine basacaktı. Yarın. Pasta… Pastayı ben alacaktım. Çikolatalı ve vişneli.”
Cadde hafif bir virajla sağa dönmekteydi.
“Şurada az ileride indim galiba” dedim.
“Ben de öyle hatırlıyorum.”
“Sen nerede oturuyorsun Leman?”
“Marketin az ilerisinde. Sen?”
“Ben de öyle” dedim. “Peki niye orada indik minibüsten?”
Leman durdu ve yüzüme baktı. “Aklımdan geçeni söyledin. Sen benden uzun yaşayacaksın.”
Bu söz reaksiyonu hızlandıran bir katalizör gibiydi. Ellerimiz çözüldü ve ağzımız bir karış açık birbirimize bakakaldık.
Tam bir şey diyecektim ki, Leman eliyle dudaklarıma dokundu. Gözleri dolmuştu. Tekrar elimi tuttu. Eskisinden daha hızlı bir şekilde yürümeye başladık. Trafik lambası biz yaklaşırken önce sarı, ardından da kırmızı yandı. Sabırsız adımlarımız virajın bitiminde bizi bekleyen şeye kavuşturuverdi sonunda.
Sağ yanına devrilmiş bir minibüs yolun ortasında yatmaktaydı. Onun hemen önünde bir kamyon durmaktaydı. İki kişi arkası bize dönük minibüsün yanında durmaktaydı. İçerideki bir şeyi görmek ister gibi bir halleri vardı. Mavi gömlekli, siyah pantolonlu olan minibüsün şoförüydü. Gri takım elbiseli olan da yanında oturan iri yarı delikanlıydı. Issızlıkta görebildiğim yegane kimselerdi.
“Allaha şükür Aylin kurtulmuş. İnşallah ağır yaralı falan değildir.”
“Nasıl oluyor da kimseleri görmüyoruz” dedim. “Şu anda yolun tıkanması nedeniyle burada yüzlerce araç ve meraklı gözün birikmesi gerekmez miydi?”
Leman içini çekerek bana baktı. “Buradalar.”
Kabullenmek zordu, ama geçirdiğimiz kazada az önce ölmüştük. Cesetlerimiz şurada bir yerde olmalıydı. Ambulanslar da yolda.
“Hayaletlerin insanları görebildiğini zannederdim” dedim.
“Ben de. İçinde insan olan araçları da göremiyoruz. Merakla şurada kaç yüz kişi yığılmıştır şimdi?”
Etrafıma bakındım. Leman haklıydı. Buradaydılar. İşsizlik, banka kredi kartı borcu, kötü giden sınavlar, tuttuğu futbol takımının maçları kaybetmesi, azıtmış bir ülser cinsinden sorunları olabilirdi, ama soluk alıp vermekteydiler.
Yanlarına yaklaşırken minibüsü süren şoför geriye dönüp bize baktı. Orta yaşlı, çakır gözlü bir adamdı.
“Siz nereye gittiniz öyle?”
“Şuradaki markete dedi Leman.”
Adam kadının işaret ettiği yere baktı ve ne yapalım anlamına bir işaret yaptı. Yanındaki delikanlı biz konuşurken şöyle bir bakmakla yetinmişti. Gözlerini minibüsten alamıyordu. Ölmek için çok gençti. Kabullenemiyordu.
“Belki de önceden yaşadığımız boşluk olayları falan yoktu” dedi Leman.
“Onları ve aralarına serpiştirilmiş olan günlük hayat parçalarını hayal mi ettik yani? Bizi markette birleştiren süreç aksesuarları mıydı bunlar?”
Kadın tereddütlü bir tavırla başını salladı. Dün fakültede bölüm başkanıyla icra ettiğim söz dalaşını hatırlayarak içimi çektim. Adamın öfkeyle kızaran yüzünü, bir ay sonra yenilenmesi gereken kontratın altına asla imzasını atmayacağını düşündüğümü hatırladım. Aynı gün genç bir asistana yaptığım kurun alayla terslenmesi de bütün bunlar kadar gerçekti. Gerçek kurgudan daha baskındır demiyorlardı boşuna.
“Bence hatırladığımız şeyler değil de, boşluk esprisi bayağı uygun durumumuza” dedim.
“Yaşam denen alandan boşaldık.”
“Koşumlarından sıyrılmış binek hayvanları gibi miyiz yani? Kıbrıs’taki hür eşekler misali.”
Leman sırıttı. Durumu kabullenince morali düzelmişti biraz. “Şimdi ne olacak?”
Çok bilmişçe başımı salladım. “Sadece polis arabaları ve ambulanslar değil, bizi alacak vasıta da yolda olmalı.”
Leman tevekkülle omuzlarını silkerek yüzüme baktı. Hâlâ el ele durmaktaydık. “Boşluk işi ilginç” dedi. Gözlerini kısmış etrafımızda olması gereken kalabalığı görmeye çabalıyordu. “Ömer Hayyam’ın bir dörtlüğü vardı. Rahmetli babam çok severdi.” Durakladı. “Sahi benim birazdan ölüm haberimi alınca üzülecek yakınlarım var değil mi?”
Önümüzde duran iki adamı işaret ettim. “Kimin yok.”
“Hatırlıyor musun o şiiri?”
“Giyaseddin Ebu’l Feth Bin İbrahim El Hayyam.”
“Kitap kurdu olduğun belli. Sağlığında ne iş yapardın?”
“Tarih bölümünde öğretim görevlisiyim. Bir kitap yazma hazırlığındaydım. Yıllardır hayal ettiğim. Bahsini ettiğin dörtlüğe gelince şu olmalı…”
Tam ilk dizeler ağzımdan döküleceği sırada durduğum yer değişti. Sağ yanına yatmış olan minibüsün içindeydim. Dışarıdan sesler gelmekteydi. Etrafa sayısız insan yığılmıştı. Ambulans görevlileri beni dışarı çıkartıyordu. Sol dizim çok acıyordu. Arkaya baktım. Leman yerinde değildi. Başımı güç bela kaldırarak etrafıma göz gezdirdim. Aylin ayakta durabilecek kadar iyiydi. Leman’ı bir sedyeye yatırmışlardı. Sağ eli kıpırdıyordu. Sağdı. O da ben de. Diğer sedyelerde yatanların yüzleri örtülüydü. Agrippa kırk dokuz yaşında ölmüştü. Ben doksan dördümü görecektim inşallah!…