“Çay mı Nek birası mı?”
Nerton başını kaldırdı, iki adım uzağında duran ihtiyara sıkılgan bir tavırla baktı. Adam, üzerindeki sade gömlek ve hırkayla sıradan bir çiftçi gibi görünüyordu. Ayaklarına beyaz sandaletler giymişti. Şişko tabir edilecek kadar göbekli, tombul yanakları, beyaz sakalıyla oldukça sevimliydi. Kendisine babacan bir ifadeyle gülümsüyordu. Yine de tüm bunlar, onun bir zamanlar güçlü bir büyücü olduğunu unutmasına yetmiyordu. “Çay, Efendi Sersanol,” diye mırıldandı daha mütevazı bir istek olacağını düşünerek. “Bir bardak çay iyi gelirdi.”
Sersanol, içinde truni ağacının iki dev yaprağının kaynadığı çaydanlığı aldı, kendisi ve misafiri için birer fincan doldurdu. Sonra yüzündeki gülümsemeyi koruyarak birini genç adama uzattı.
“Demek Avcı Kalesi tamamen boşaltıldı, ha… Temsilcilerin er geç bunu yapacaklarını tahmin ediyordum. Aşağılık herifler rekabetten hoşlanmazlar.”
Nerton, başını salladı. İki eliyle sardığı fincanın sıcaklığı onu biraz gevşetmişti. “Bizim için de sürpriz olmadı,” dedi keyifsiz bir ifadeyle. “Ödeneklerimiz azaldığından beri bekliyorduk bunu. Her şeye rağmen üzüldük tabii. Orası bizim yuvamızdı.”
“Peki kalede yaşayan onca adam… Onlar ne oldu?” diye sordu Sersanol. Çayından bir yudum aldı. “Federasyon ordusuna mı katıldılar?”
“Hayır,” dedi Nerton güçlü bir sesle. “Bunu teklif ettiler, ama kimse kabul etmedi. Onurumuzla dağıldık. Herkes farklı bir yöne gitti. Kimi köyüne, ailesinin yanına döndü, kimi de benim gibi kendisine yeni bir düzen kurmaya çalışıyor.”
Sersanol, içini çekti. Sırtını uzun ayaklı masaya dayadı, kollarını kavuşturdu. Genç adamın anlattıklarını aklında ölçüp biçiyordu. Avcılar hakkında bildikleri etrafta konuşulan kadardı. Büyük savaştan sonra kurulmuş, askeri bir yapılanma olduğunu duymuştu. Başlarında savaşın kahramanlarından Durtemen vardı. Federasyon temsilcilerinin onlardan pek hazzetmedikleri söylenirdi. Aralarındaki iktidar mücadelesi sarhoş sohbetlerine kadar sızmıştı.
Karşısında, tahta bir sandalyede oturan misafirini birkaç saniye sessizce inceledi. Genç adamın üzerinde lacivert bir gömlek vardı. Kısa boyluydu, ama bol gömleğinin gizleyemediği kadar yapılıydı. Bal renginde saçları dağınıktı, biraz yorgun görünüyordu. Sakalını en son üç gün önce kesmiş olmalıydı. Alış veriş için köye indiğinde kendisini bulmuş, çocukluğunun geçtiği yuvayı görmek istediğini söylemişti. Anlattıkları doğru muydu, yoksa bir aldatmacadan mı ibaretti, henüz bilmiyordu. Keşke insanların samimiyetini ölçen bir büyü olsaydı.
“Seni hatırlamadığım için beni affet,” diye gülümsedi tereddüdünü saklayarak. Fincanı dudaklarına götürdü, buharı tüten çaydan bir yudum aldı.
“Artık iyice yaşlandım, hafızam zayıfladı. Yine de itiraf edeyim, yuvamda büyümüş kişilerin ziyaretleri beni hep mutlu etmiştir. Buradan ayrıldıktan sonra başınıza neler geldiğini merak ederim. Seni böyle güçlü kuvvetli bir delikanlıya dönüşmüş görmek hoşuma gitti.”
“Aradan on yıldan fazla geçti, efendim,” diye karşılık verdi Nerton. Yüzü ışıldamıştı. “Beni son gördüğünüzde bir çocuktum, çok değiştim. Hatırlasaydınız şaşardım zaten. Fakat ben sizi ve yuvada geçirdiğim günleri iyi anımsıyorum. Burada her zaman mutluydum. Bu yüzden kale boşaltıldıktan sonra gidecek başka bir yer düşünemedim.” Bir an sustu. Sonra gülümseyerek, “Lufas’ı da çok özlemiştim,” diye ekledi.
“Sizin şu kale Turayfor’daydı, öyle değil mi?” diye sordu Sersanol. “Öyle büyük bir ülkeden sonra küçük Lufas’ımızda sıkılabilirsin. Buraya yerleşmeye mi geldin, yoksa geçerken mi uğradın?”
Nerton dudaklarını büzdü. Birkaç saniye sessiz kaldı. Fincanı yanındaki cam sehpaya bırakıp bakışlarını yere indirdi.
“Aslında eğer izin verirseniz, bir süre yuvada kalıp size yardım etmek istiyorum,” dedi zayıf bir sesle. “Maddi bir beklentim yok, kaleden ayrılırken bize bolca altın verdiler. Sadece şu an nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyorum ve düşünmeye ihtiyacım var. Hayatımın son beş yılı avcılarla geçti, orada yaşlanmayı planlıyordum. Yeni planlar yapmam gerekecek.”
Başını kaldırıp Sersanol’a baktı.
“Ayrıca kaledeyken bir amacım vardı. Değer verdiğim şeyler için yaşıyordum. Şimdi ise bir boşluktayım. Sizin yaptığınız işe inanıyorum, yardım edebilirsem bu bana iyi gelecek.”
Tam o sırada oda bir çocuk kahkahasıyla doldu. İki adam aynı anda başlarını çevirip sesin geldiği yöne baktılar. Bulundukları odayla çocukların oynadığı salonu ayıran kapı oldukça kalın bir tahtadan yapılmıştı. Kahkaha bu kapıyı aşabildiğine göre, çocukların keyfi yerinde olmalıydı.
“Burası pek sakin bir yer sayılmaz,” diye güldü büyücü. “Düşünmek ve plan yapmak için uygun olduğuna emin misin?”
Nerton başını salladı. “Daha iyisini bulamam, efendim,” diye cevap verdi saygıyla.
Sersanol, sessiz kaldı. Düşünceli görünüyordu. Genç avcı, bu sırada onu dikkatle süzüyordu. Sersanol, her zaman için hayranlık duyduğu kişilerden biri olmuştu. Bir ideal uğruna avcılara katılmasında ondan etkilenmesinin payı vardı kuşkusuz. İhtiyar adam daha yeni başbüyücü olmuşken, büyülerin politika malzemesi yapılmasına kızıp yönettiği okuldan ayrılmış, kendini kimsesiz çocuklara adamıştı. Yetenekleriyle çevre köylerde yaşayan insanlara yardım ediyor, karşılığında çocuk yuvası için bağış topluyordu. Pek çok kişi ihtiyarın okuldan ayrılışını başka olaylara yorsa da Nerton bunlara hiç kulak asmamıştı. O iyi bir adamdı, bunu biliyordu. Diyarda az rastlanan türden.
Büyücünün kararsız kaldığını fark edince, eğilip bacaklarının arasında duran torbasını kucağına aldı. İplerini çözüp açtı, içinden kalın bir külçe çıkardı.
“Bakın, altın konusunda yalan söylemiyorum,” dedi yumuşak bir sesle. “Hırsızlık falan yapacağımdan endişe etmeyin. Hiçbir şeye ihtiyacım yok. Bilakis size yüklü bir kira ödeyebilirim. İşinize yararım, Efendi Sersanol. İyi odun keserim, marangozluktan da anlarım. Bana bir şans verin lütfen.”
Büyücü gülümsedi. “Hırsızlık mı?” dedi sakince. “Hayır, evlat, beni düşündüren bu değildi. Burada çalacak pek bir şey yok. Hem ihtiyarlamış olsam bile güçlerim yerinde, kendimi hırsızlardan koruyabilirim. Kafama takılan başka konular var…” Gülümsemesi genişledi. “Bu arada o altınları ulu orta çıkarma torbandan, başın derde girer.”
Nerton, tam bu konuların ne olduğunu soracaktı ki, dışarıdan gelen at kişnemeleriyle irkildi. Büyücü de şaşkın görünüyordu, misafir beklemediği belliydi. İhtiyar, pencereye doğru bir adım attı, tedirgin gözlerle dışarıyı gözledi. Gelenlerden pek hazzetmediği sıkıntılı ifadesinden anlaşılıyordu. Genç avcı da sessizce ayağa kalkıp aynı yöne baktı. Atlıların giydiği üniformaları seçince, ister istemez yüzü bulutlandı.
Altı kişiydiler. İkili sıra halinde ilerliyorlardı. Gerideki dörtlü sıradan süvarilerdi, bu yüzden Nerton dikkatini öndekilere verdi. Soldaki, süslü kıyafeti ve omzundaki sırmalara bakılırsa kıdemli bir federasyon subayıydı. Oldukça gençti, sivri çenesinin altında bir tutam sakal bırakmıştı. Uzun, kahverengi saçları omuzlarına dökülmüştü. Diğeri, işlemeli cübbesi ve silahsız olmasıyla besbelli bir büyücüydü. Orta yaşlı bir adamdı, ilk bakışta göze çarpan iri burnuna rağmen hoş bir yüzü vardı. Nerton, bu grubun bir çocuk yuvasıyla ne işi olabileceğini kestiremedi. Ama habersiz gelmeleri hayra alamet değildi.
Sersanol, konuğuna bir el işaretiyle sakin olmasını işaret etti. Masaya döndü, fincanını kaplumbağa şeklindeki kristal kağıt ağırlığının yanına bıraktı. Sakin tavırlarla kapıyı açıp dışarı çıktı. Nerton, önce onun yanında durmaya heveslendi. İşler karışırsa müdahale etmesi gerekebilirdi. Sonra gelişmeleri pencereden seyretmenin daha iyi olacağına karar verdi. Büyücü, ona ihtiyaç duyacak olsaydı bunu söylerdi herhalde. Yine de eli gayri ihtiyari kemerine gitti, kılıcının gümüş kabzasını yokladı.
Birlik, Sersanol’un üç adım uzağında durdu. Askerler neredeyse aynı anda atlarından indiler. Federasyon subayı, diğerlerinin önüne çıkıp, eski başbüyücüye saygılı bir selam verdi. İhtiyar adamın geçmişini biliyor olmalıydı, ama yüzünde ondan çekindiğini gösteren bir ifade yoktu. Nerton bunu pek garipsemedi. Ne de olsa Sersanol, koca göbeği ve tüylenmiş hırkasıyla eski gücünden çok uzak görünüyordu.
“İyi günler, Kalen’li Sersanol,” dedi subay sakin bir sesle. “Ben Lupilas’lı Onik. Federasyon Teftiş Subayıyım. Burada federasyonun ve Lufas Valisi Ere’nin bana verdiği yetkiyle bulunuyorum. Yönettiğin çocuk yuvası hakkında bazı üzücü söylentiler dolaşıyor. Pek inandırıcı değil, ama kimsesiz prom çocuklarına sahip çıktığın, onları yuvada barındırdığın söyleniyor. Bunun yasak olduğunu elbette bilirsin. Eski bir başbüyücünün, bir okul yöneticisinin kanuna aykırı işler yapacağına ihtimal vermiyorum. Yine de senden içeriyi aramamıza izin vermeni rica ediyorum. En azından söylentilerin önünü almak için.”
Sersanol birkaç saniye sessiz kaldı. Nerton, bu arada ihtiyar adamı kaygıyla süzüyordu. Federasyon, son savaştan bu yana promları her vesileyle köleleştiriyordu. Kimsesiz çocuklar da en çok para eden köle tiplerindendi. Kaleye bağlıyken yıllarca prom avlamıştı, bu goril benzeri, kıl yumağı yaratıkları sevdiğini söyleyemezdi. Savaşta şeytanlara destek verdikleri için başlarına gelenleri hak ettiklerini düşünüyordu. Yine de hiçbir zaman çocukların alınıp satılmasına sıcak bakmamıştı. Bakışları önce askerlerin, sonra ihtiyar başbüyücünün üzerinde dolaştı. Ona bir sokak çocuğuyken sahip çıkan, bir nevi babalık yapan Sersanol adına kaygılanmıştı. Federasyon, promlar konusunda mazeret kabul etmezdi. Eğer söylentiler doğruysa, ihtiyarın başı derde girecekti. Şimdi bu askerleri alt etse bile bir kaçak durumuna düşecekti.
Elini kılıcına götürdü. Yersiz yurtsuzdu, kaybedecek fazla bir şeyi yoktu. Durum kötüleşirse burada olacakların sorumluluğunu üstlenebilirdi. Kolayca ülke dışına kaçıp ortadan kaybolurdu. Onu sürünmekten kurtaran bu ihtiyarın incitilmesine seyirci kalamazdı.
Ama korktuğu olmadı. Sersanol, “Elin ağzı torba değil ki büzesin,” diye mırıldandı başını sallayarak. Sakin bir tavırla omzunu silkti. “Bakalım hakkımda daha neler yumurtlayacaklar… Gelin içeri, komutan, istediğiniz gibi arayın. Sanırım meslektaşım da bir bakmak ister. Benim bütün işlerim kanuna uygundur. Eğer aykırı bir şey bulursanız cezama razıyım.”
Subay, ihtiyar adamın rahatlığından etkilenmiş gibiydi. Yüzündeki ifade biraz yumuşamıştı. “Sayın Ternok, içeride bir görünüm büyüsü olup olmadığını araştıracak,” diye cübbeli adamı işaret etti. “Kendisi bu konuda uzmandır.”
Serasol, Onik ve Ternok, arka arkaya binaya girdiler. Dışarıda kalan dört asker, dağılıp çevreyi incelemeye başladılar. Subay, bir köşede masum masum oturan Nerton’a şüpheci bir bakış attı. Bakışları içinde eflatun çiçekler olan uzun bir saksıya, sonra onun önünde duran Sersanol’e kaydı. “Kendisi eski bir öğrencim,” diye yumuşak bir sesle durumu açıkladı ihtiyar. “Beni ziyarete gelmesi ne incelik, öyle değil mi? Yetiştirdiğim her çocuk bu kadar düşünceli olmuyor.” Subay, kendisine gülümseyen genç adama küçük bir selam verdi. Onu aklındaki suçlu resimleriyle kıyaslar gibi dikkatle süzdü, çok geçmeden ilgisini kaybetti.
Sersanol odayla salonu ayıran kapıyı açtı, iki adım gerileyip kollarını kavuşturdu. “Buyurun, çocukların hepsi burada,” dedi sevecen bir tavırla. “Başka bir odamız yok. Oynadıkları yerde uyuyorlar ne yazık ki. Yaza binaya ek yapmayı düşünüyorum, ama bakalım, gücüm yeterse.”
Nerton, üç adamın arasından içeriye meraklı bir bakış gönderdi. Oldukça geniş bir odaydı. Duvarlarda bahar şenliklerini anlatan rengarenk tablolar, yerde geniş minderler vardı. Tam ortada duran uzun, dikdörtgen yemek masasında meyvelerle dolu tabaklar sıralıydı. Bir köşede üç ayaklı, şık bir şamdan yükseliyordu. Camlarda çiçek motifli perdeler asılıydı. Ufaklıklar, oyuna iyice daldıkları için onları seyredenleri fark etmemişlerdi. Oldukça kalabalıktılar. Neşeli görünüyorlardı. Bazıları şakacıktan birbiriyle boğuşuyor, kimi oyuncaklarını kurcalıyor, kalanlar nedeni belirsiz kahkahalar atıyordu. Kız ve erkeklerin sayısı eşit gibiydi. Hepsinin insan olduğunu görmek, genç avcıya derin bir soluk aldırdı.
Subay ve büyücü içeride dakikalarca kaldılar. Onik tüm dolapları açtı, yerdegizli bir kapak aradı. Ternok ise ellerini kavuşturup durmadan bir şeyler mırıldandı. Oradan oraya koşturan çocukların arasında ciddi ifadelerle işlerini yapmaya çalışan iki adam, Nerton’a komik görünmüştü. Ama sorun çıkarmak istemediği için bunu belli etmedi
Salonda işlerini bitiren ikili, ilk odaya geçip orayı da aynı şekilde aradılar. Sonunda Onik, “Ben şüpheli bir şey göremedim, ya sen?” diye sordu büyücüsüne. Ternok dudaklarını büzdü. Biraz kararsız bir ifadeyle, “Pek değil,” diye mırıldandı. “Sadece şu kızıl saçlı kızın elindeki oyuncaktan işkillendim. Ona odaklandığımda garip bir rahatsızlık hissettim.”
Federasyon subayı, sorgulayan bakışlarını Sersanol’a dikti. Bu durumdan hoşlanmadığı yüzünden okunuyordu. Nerton, işte şimdi ortalık kızışıyor diye düşündü. Tam elini kılıcına atıyordu ki, Sersanol babacan bir tavırla, “Dostumuz haklı,” diye gülümsedi. “Ben onu tamamen unutmuştum.”
İhtiyar, ellerini oyuncak ayıya doğru uzattı, Nerton’un bilmediği bir dilde, iki kısa cümle söyledi. Birkaç saniye sonra ayının çevresinde ince, yeşil, ışıktan bir katman oluştu. Kızıl saçlı ufaklık, olanlardan ürktüğü için ayısını yere bıraktı, biraz uzaklaşıp şaşkın şaşkın etrafına bakmaya başladı. Katman yoğunlaştıkça oyuncak görünmez oluyordu. Bu arada şekli yavaş yavaş değişiyordu. Sonunda ışık birden kıvılcımlar saçarak yok oldu. Artık yerde ayıyla aynı ölçülerde, oyuncak bir tavşan duruyordu.
“Çocuklar tavşandan sıkılmışlardı,” diye masum bir tavırla kollarını iki yana açtı Sersanol. “Her nazlandıklarında yenisini alamıyorum, ne yapayım.”
Subay içini çekti. Yan gözle Ternok’a bakıp, “Başka?” diye mırıldandı. Büyücü başını iki yana sallayınca, “Peki o zaman,” diye kabullendi. “Demek ki yanlış ihbarmış. Sizi rahatsız ettiğimiz için kusura bakmayın, Efendi Sersanol.”
İhtiyar adam içten bir gülümsemeyle, “Ne rahatsızlığı,” diye karşılık verdi. Tombul ellerini göbeğinin üstünde birleştirdi. “Bilakis, geldiğinize sevindim. Burada pek misafirim olmuyor doğrusu. Kalıp bizimle bir çay içmez miydiniz? Yeni demledim, dışarıdaki gençlere de yeter.”
Onik, başını iki yana salladı. “Daha uğrayacağımız yerler var,” dedi nezaketle. “Bugünlerde herkes hakkında bir söylenti çıkıyor ve bunları mümkün olduğunca araştırmaya çalışıyoruz. Hem yanlışları düzeltmek hem de haksız yere suçlananları temize çıkarmak için. Verdiğimiz rahatsızlık yüzünden bir kez daha özür dilerim.” Bakışları yarı açık kapıya yöneldi, salonda oynayan ufaklıkları birkaç saniye sessizce seyretti. “Burada güzel bir iş yapıyorsunuz, Efendi Sersanol,” dedi gülümseyerek. “Hakkınızda konuşan serseriler sizi rahatsız ederse, bir haber uçurun yeter.”
Subay, Ternok’a kendisini izlemesini işaret ettikten sonra odadan çıktı. Çok geçmeden, askerler atlarının üzerinde ormanın derinliklerinde yitip gitmişti.
“Kibar bir adam,” diye ağaçlara doğru baktı eski başbüyücü. Beyaz sakalını sıvazladı. “Şu genç subay, kibar bir adam, öyle değil mi? İyi bir aile terbiyesi aldığı belli. Benim veletler de büyüyünce ona benzerler umarım. Keşke federasyon için çalışmasaydı… Onunla arkadaş olabilirdik.”
Nerton, başını sallayarak onayladı. Ardından ayağa kalktı, ihtiyar adamın yanına gitti.
“Hakkınızda böyle söylentiler çıkması çok üzücü, efendim,” dedi ekşi bir suratla. “Bazen bu insanlar için savaştığımı düşününce kendime şaşıyorum. Hayvan herifler çocuklara bile merhamet etmiyorlar.”
İhtiyar, kaşlarını hafifçe çattı. “Eski bir avcı için iddialı sözler…” diye mırıldandı genç adamı süzerek. “Sen hiç prom avlamadın mı?”
Nerton başını salladı. “Avladım elbette. Bu benim görevimdi. Ama sadece silah taşıyanları. Bir çocuğa zarar vemektense ölmeyi tercih ederim. Bu adamların yaptığı aşağılık bir iş.”
Sersanol bir kaşını kaldırdı. “O çocuk insan olmasa bile mi?” diye sordu. “Promlar zamanında bu diyara çok zarar verdiler… Elimde olsa hepsini diyardan sürerdim. Bence şefkati hak etmiyorlar.”
“Atalarının yaptıkları yüzünden onları suçlayamayız,” diye hoşnutsuz bir sesle yanıtladı genç avcı. Büyücünün bu tavrını garipsediği yüzünden okunuyordu. “Babamı hiç tanımadım. Belki de eşkıyanın tekiydi. Siz onun yaptıkları yüzünden beni suçlar mıydınız?”
Sersanol’un bakışları yumuşadı. Yüzüne anlayışlı bir gülümseme yayıldı. “İnsanları insanlara rağmen seveceksin, Nerton,” dedi tatlı bir sesle. “Eğer babanın eşkıya olduğunu öğrensem ne seni ne de onu suçlardım. Belki sadece kaderi… Eğer bir sokak çocuğu olarak doğsaydı, büyüdüğünde eşkıya olmayacağını kim bilebilir ki?” Sesi birden ciddileşti. “İlk konuşmamızda sana güvenip güvenmemekte kararsızdım. Ama az önce, askerler içeriyi ararlarken, yüzünden beni gerçekten önemsediğini okudum. Kaygılanmıştın. Elin birkaç kez kılıcına gitti, fark etmedim sanma. Çocuklar hakkında söylediklerinde içten olduğuna inanıyorum, evlat, gözlerin dürüst bakıyor. Sanırım artık sana güveniyorum. Hem açıkçası… Her şeyi kendime saklamaktan çok sıkıldım.”
Sersanol ellerini iki yana açtı, Nerton’un asla telaffuz edemeyeceği üç kelime fısıldadı. Son sözcük ağzından çıkar çıkmaz, genç avcı başının dönmeye başladığını hissetti. Önce sorunu kendisinde sandı, ama çok geçmeden asıl garipliğin binada olduğunu fark etti. Duvarlar esniyor, titriyor, eğilip bükülüyordu. Aslında sadece duvarlar değil, binanın içindeki tüm eşyalar hareket halindeydi. Cam sehpa olduğu yerde dönmeye başlamıştı.
Çaydanlığın altında yanan ateşin rengi yeşile dönmüştü. Sandalyeler zemine batıp çıkıyordu. Birden çocuklar aklında geldi. Deprem oluyordu herhalde, çocukları derhal dışarı çıkarmalıydı. O tarafa doğru bir adım attı, salondaki miniklerin de eşyalar gibi eğilip büküldüklerini, gitgide saydamlaştıklarını görünce donup kaldı. Duvardaki resimler çoktan silinip gitmişti. Geride kalan boş çerçeveler bir yap boz gibi parçalara ayrılmıştı. Perdedeki çiçekler bir bir siliniyordu. Sağa sola atılmış minderler avucuna sığacak kadar küçülüp sonra yine eski boyutlarına dönüyordu. Etrafta sabit duranlar sadece kendisi ve Sersanol’dü.
İhtiyar büyücü, elini avcının omzuna koydu. “Sakin ol,” dedi babacan bir tavırla. “Yalnızca on saniye sürecek.”
On saniye sonra, Nerton ve Sersanol, ormanın içinde geniş, boş bir arazide, birkaç kayanın arasında yalnız başlarına duruyorlardı. Etrafta ne bir duvar vardı ne de bir bina kalıntısı. Tüm eşyalarla birlikte çocuklar da kaybolmuştu. Genç avcı, az önce oturduğu sandalyeye baktı, geniş yüzlü bir kaya parçası gördü. Ayağıyla toprağı eşeledi, gerçekti. Neler olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu. Kendini toplamak için birkaç saniye sessizce bekledi. Ardından bir açıklama istercesine büyücüye baktı.
“Gördüğün şeylerden hissettiklerine, hepsi beyindedir, evlat,” diye mırıldandı Sersanol. İşaret parmağıyla şakağına iki kez vurdu. “Beyin ikna olursa, göz ve dil de olur. Seni daha köyden gelirken büyülemiştim. Kusura bakma, sana güvenmeye hazır değildim.” Kendisini şaşkın şaşkın dinleyen genç adamı yan gözle süzdü. “Gerçek çocuk yuvası yüz metre arkamızda, şu ağaç kalabalığının ardında. Seni küçük bir testten geçirmeden oraya sokmak istemedim. Çocuklarımı riske atamazdım, öyle değil mi? Onlar benim için çok kıymetli.”
Nerton, bir ayağını önündeki kaya parçasına dayadı, az evvel cam sehpanın durduğu boşluğa dalgın dalgın baktı. Çayın sıcaklığı hâlâ genzindeydi. Tablolar, minderler, o şık şamdan, kahkaha atan çocuklar… Etrafta çimen ve taştan başka hiçbir şey yoktu. Son bir saattir yaşadığı her şeyin hayal olması onu sarsmıştı. Hepsi bir büyüden ibaretti ha… Bu kadar kolay kandırılmak, özgüvenini zedelemişti. Ruh hali yüzüne yansımış olacak ki, “Hâlâ kalmak istiyor musun?” diye sordu Sersanol. Bakışlarından hayır cevabını anlayışla karşılayacağı okunuyordu.
Nerton, başını salladı. Aslında büyücüye hak vermişti. Bu ıssız yerde, tek başına yaşayan bir ihtiyarın temkinli davranması en doğrusuydu. Bir haydut olmadığını nereden bilebilirdi ki? Biraz toparlanınca hafifçe gülümsedi. “Doğrusu beni gafil avladınız,” dedi elini kılıcına götürerek. “Ama en azından, artık er geç işinize yarayacağımı biliyorum. Ben buradayken böyle oyunlara daha az ihtiyacınız olur. Yalnız demin büyük bir risk aldığınızı söylemem lazım. Federasyon subayları kandırılmaktan hoşlanmazlar. İyi ki büyücüleri çömez çıktı! Oyununuzu fark etseydi ortalık epey karışırdı.”
Sersanol da güldü. “İnsanları insanlara rağmen seveceksin,” dedi az önceki sözünü hatırlatırcasına. “Ama kendini korumayı da bileceksin. Askerler oyunun bir parçasıydı, evlat. Buraya senden başka kimse gelmedi. Onik ve Ternok benim veletlerden ikisinin adı. Güzel isimler, öyle değil mi? Neyse ki henüz federasyonun dikkatini çekecek kadar önemli biri değilim.” Sesi alçaldı. “Ama bir gün gelmeyeceklerini kim bilebilir ki…” Arkasına dönüp ormanın içine doğru yürümeye başladı. Birkaç adım attıktan sonra, “Gelirken şu tavşanı yanına al,” diye seslendi donup kalmış avcıya. “O gerçekti. Buradaki tek gerçek şey… Çocuklar ona bayılıyorlar, unutursak vay halimize!” Dudaklarına keyifli bir gülümseme yerleşti. “Özellikle de şu promlar! Biliyor musun… Prom veletleri bazen çok nalet olabiliyorlar.”
Barış Müstecaplıoğlu Kimdir?
Barış Müstecaplıoğlu, 1977’de doğdu. Yükseköğrenimini Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde tamamladı. Hikâyeleri Yaşasın Edebiyat, Varlık, Kitap-lık gibi dergilerde yayımlandı. 2002-2005 yılları arasında, Türk Edebiyatı’nın ilk fantastik kurgu serisi olan ve dört kitaptan oluşan Perg Efsaneleri’ni kaleme aldı. 1002. Gece Masalları derlemesine yine Perg’de geçen bir öyküsüyle katıldı. Bu seriyi tamamladıktan sonra Şakird, Kardeş Kanı ve Bir Hayaldi Gerçekten Güzel isimli, farklı türlerde üç roman kaleme aldı. 2008’de yayınladığı Hodi Podi, Gökyüzündeki Ülke isimli çocuk kitabından uyarladığı tiyatro oyunu, 2010’da Devlet Tiyatroları repertuarına alındı. Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan’ı kapsayan Word Express yolculuğu, Frankfurt Kitap Fuarı, Romanya Edebiyat Festivali gibi çeşitli uluslararası etkinliklere genç Türk edebiyatını temsilen katıldı. Çeşitli eserleri Lehçe, Bulgarca ve İngilizce’ye çevrildi. Öyküleriyle birçok seçkide yer alan yazarın Fazladan Bir Ceset isimli polisiye öyküsü, Amerika’da Akashic Books tarafından yayımlanan İstanbul Noir seçkisine alındı. 2011’de kitaplarının yayın hakları Suriye ve Çin’e satıldı.