Bulunduğum yer tam bir berbatistan. Omuzlarımda görünmeyen, tekinsiz bir şeylerin yoğun basıncıyla etrafı izliyorum. Çok kalabalık, ortalık insan kaynamakta. Çevresi irili ufaklı toprak öbekleriyle dolu büyük bir çukurun içindeyiz. Kenarlara yığılmış toprak tekrar çukura dolmasın diye tahtalarla, kazıklarla desteklenmiş. İnsanlar artık yaşamıyormuş gibi kül rengine dönüşmüşler, ama seslerini duyabiliyorum. Gri, fısıltılı bir hortlak kitlesi. Daha önce hiç duymadığım bir üslûpta dalgalanan ıslık korosu bir yükselip bir alçalmakta. Sanki tuhaf bir Hieronymus Bosch tablosu içindeyim.
Hasta olduklarını hissedebiliyorum, oysa artık çok geç. Tedaviye değil ölmeye gelinmiş besbelli. Ateşle ilgili bir şeyler var, evleri garip maskeler takan birileri tarafından yakılmış. Bir çeşit temizlik yapılmış sanki. Büyük bir veba salgını sonrasını çağrıştırıyor. Ben de bu insanlardan biriyim, ama yine de onlardan farklı bir yanım var: hâlâ ayakta olan, yaşayan, bilinci fokurdayanım. Aralarından bazıları feri akıp yitmiş gözleriyle yardım istercesine bana bakıyor. Onları gören diğerleri de dönüp gözlerini bana dikiyor, ancak çaresizim. Ateş yavaşça bizim bulunduğumuz yere doğru yaklaşıyor! Alacakaranlıkta fısıltılar bağrışmalara, feryatlara dönüşüyor. Arkama bakıp gidebildiğim kadarıyla birkaç adım geriliyorum. Bir anlığına hayatta kalan en son kişiyim, ama bu uzun sürmeyecek.
*
Bugün ilk defa ölü yıkadım. Nasıl yaptım ben de bilmiyorum. Hastanenin koridorlarında adeta sürünerek ilerlerken Alman kadın beliriverdi karşımda. Onu dişi bir kurta benzettiğimden Asena adını vermiştim. Kendisi ismini söylememişti. Sanki söylerse bir tılsımın boncukları çözülüp dağılıverecekti. Çalış, durma, düşünme, çalış. Yoksa senin de sonun ablan gibi olacak dedi Almanca. İçinde bulunduğum duruma katlanabilmem için bir suflör görevi görse de arasıra rolümden sıyrılıp kapa çeneni, beni yalnız bırak diye bağırmak istediğim de oluyordu. Bir iki kez denemişliğim vardı. Almancasını, kamçıvari sloganlarını da alıp birkaç hafta ortalarda görünmemişti. O olmayınca iş yerine hasta olduğumu söyleyip ben de kabuğuma çekilmiştim.
“Bakıyorum yine daldın, bu dalışlar uzayıp, sıklaştıkça neler olabileceğini tekrarlamama gerek var mı?” dedi Asena. Allahtan düşüncelerimi okuyamamaktaydı. Söyleyeceklerini söyleyip, tembihliklerini bir çocuğun eline tutuşturulan beslenme çantası gibi bilincime yükleyip, duvarlardan birinin içinde erir erimez karşımda bizim katın baş hemşiresi olacak illet kadın bitiverdi. Gümüş bir künyenin sallandığı sağ elinde tuttuğu beyaz plastik bardaktan bir yudum su içip, “Bayan Lion, öldü,” dedi, “Anlamıştım zaten. Birkaç saattir yine karnından nefes alıp vermeye başlamıştı.”
Anlamadım gibisinden gözlerine bakarken, “Bir tek yeni doğmuş bebeklerle ölmek üzere olanlar tekrar karınlarından nefes alıp verirler. Onun dışında hayat bizi o kadar sıkıştırmış ki soluğumuz akciğerlerimizden aşağı inemiyor,” dedi. Bilmediğim bir şeyi öğretmekten memnun söylevine devam etti.
“İyi oldu ama öyle değil mi? Daha ne kadar yaşayabilirdi ki? Geçen ay yüz yaşını devirmişti. Her gün altını pisletiyordu. Bak sen de temizlemekten kurtuldun böylece.”
Hemşirelerle doktorlar arasındaki hiyerarşik düzen, benim gibi hasta bakıcılar ve hemşireler arasında da vardı. İğne vurmak, serum takmak gibi basit şeyleri yapıyorduk gerektiğinde, ama esas işimiz çoğunlukla yaşlıların altını değiştirmek, çarşaflarını yenilemek, yemeklerini yemelerine yardımcı olmaktı. Soyadı aslan olan Fransız bayan ölmüştü demek. Daha dün yemeğini götürdüğümde elinde sıkı sıkıya tuttuğu bir çıkartmadan yeşil beyaz formalı, yakışıklı, ünlü bir futbolcunun resmini gösterip, “Bak bu benim oğlum, birazdan buraya beni ziyarete gelecek,” demişti. Oysa kimsesi yoktu. Ona sekiz santimetre ebatlarındaki bu kartı yan odadaki dedesini ziyarete gelen çocuk düşürmüş olmalıydı.
Baş hemşire elindeki boş plastik bardağı alıp yanında durmakta olan metal çöp kutusuna attı. Bir iki hasta bakıcısı sabah arayıp hasta olduklarını gelemeyeceklerini bildirmişlerdi. Bugün iki ölünün daha yıkanıp, defne hazır hale getirilmesi gerekmekteydi, bu yüzden bana da yeni bir işin yolu görünmüştü. Aslan bayan yıkayacağım ikinci ceset olacaktı.
Aslanları da kurtları da severdim, annemin söylediğine göre çocukken büyüdüğümde ne olacağımı soranlara aslan olacağım diye cevap verirmişim. Bunun mümkün olmadığını anladığım ve o kadar üzerlerine titrediğim oyuncak bebeklerimin beni görüp duyamadıklarını öğrendiğimdeki anda da hissettiğim hayal kırıklığı, ara sıra yoklamak için koyduğum yerlerinde hâlâ taptazeydiler. Ömrü hayatım hayal kırıp, tekrar yapıştırmaya çalışmakla geçmemiş miydi? Baş hemşire elime birkaç kağıt tutuşturup, bileğine bol gelen saatini çevirip baktıktan sonra birazdan görüşürüz diyerek yanımdan ayrıldı. Arkasından bakarken onun kolaylıkla bir hapishane gardiyanı da olabileceğini düşündüm.
*
Süpermarketin dünya yemekleri bölümünden küçük bir paket kuru karides, bir paket kişnişli, hindistan cevizi soslu hazır Tayland çorbası, sebze meyve bölümünden de yeşil limon ve birkaç kırmızı İspanyol acı biberi aldım. Görebildiğim kadarıyla bambu konservesi kalmamıştı, kimseye de sormak istemedim. Bu akşam kendimi yakacaktım. Acı yediğimde hayat beni çimdik atarak uyandırıyordu. Birçok kadının aksine özellikle adet dönemimin yaklaşmaya başladığı zamanlar canım çikolata değil az pişmiş kırmızı et ve acı biber çekmekteydi.
Elimdeki alış veriş torbasını yere bırakıp posta kutusuna baktım. Bedava bir yerel gazete dışında bomboştu. Hindistan’dan yazıştığım kalem arkadaşımdan da bir süredir mektup almıyordum.
Artık görüşmediğim bir tanıdığımın dokuz doğurmuş kedisinden aldığım, adını Ziggy koyduğum kedim tam kapının önünde beni beklemekteydi. Elimdekileri mutfağa bırakıp, Ziggy’ye mamasını verdim. Televizyonu açmak için elim kumandaya gitti, ama son anda hatırladım, birkaç gün önce bozulmuştu. Mutfaktaki radyoyu açtım. Haberler yeni bitmiş, şimdi de spor haberlerine geçilmişti. Hiç hazetmediğimden kapadım. Yarı açık olan pencereden içeri iri bir rüzgâr parçası girdi, hava bir anda kurşun grisine dönüşmüştü. Bulutlar epey yüklüydüler. Tam zamanında damlamıştım eve. Bir an önce bir şeyler atıştırıp ilacımı almalıydım. Birkaç gün arka arkaya kötü uyuduğumda beklenmedik ziyaretçilere ev sahipliği yapmak zorunda kalıyordum. İşten izinli olduğum günlerde sorun yoktu, ben de ara sıra Almanca ve İngilizce çene çalmaktan, sadece kendi aralarında anlamadığım bir dilde konuşan biri kız diğeri oğlan, sarışın ikiz çocuğu kavgalarından ayırmaktan, elbiselerini giydirmekten, sonra da usul usul pırasa gibi dümdüz saçlarını taramaktan mutluluk duyuyordum. Ama yarın erkenden hastanede olmalıydım.
Dört bardak soğuk suya döktüğüm çorba tozunu el mikseriyle iyice bir karıştırıp çok kısık ateşte kaynamaya bıraktım. O kaynarken ben de kısa bir duş alacaktım. Telefona bir göz attım, tek bir mesaj vardı, o da yeni bir telefon şirketinin promosyonu içindi.
*
“Yeniden doğuşa inandığım söylenemez, ama Asena’nın söylediğine göre bir önceki hayatımda Almanmışım. Üstelik nazilerle iş birliği içinde olan bir casus. Bu hayatımda Hollanda’da göçmen bir Türk olarak dünyaya gelmemin sebebi ikinci dünya savaşı sırasında yaptıklarımın cezasını çekmek, göçmenliği daha iyi anlamak içinmiş. Karma yani. Arasıra kendimi içinde bulduğum bu çukur sonradan fikrimi değiştirip yahudilere yardım ettiğim anlaşılınca beni de onlarla birlikte yaktıkları yermiş.”
“Peki nasıl çıkıyorsun o çukurdan?”
“Kurtuluşum çukurdan fiziksel olarak çıkmakla olmuyor. Astral bedenim vücudum yanarken yukarılara doğru süzülüp olanları izliyor. Hem de çukurda bir yığın külden başka bir şey kalmayana kadar. Sonra içimde tarifi imkansız bir duygu, sanki bir kâbus görmüş de uyanmışım gibi, sizin bana hap yazarak esas hayat olduğunu kanıtlamaya çalıştığınız gerçekliğe dönüyorum. Genellikle yağmuru izleyen bir kedi gibi koltukta oturmuş öylesine dimdik karşıma bakarken buluyorum kendimi.”
“Hımm…Peki bu hafta yapman gereken alıştırmaları yaptın mı?”
“Hangilerini?”
“En az iki kişiyi telefonla arayacak, bir kişiyle de bir kafede buluşacaktın…”
“Ha şu kabuğuna çekilmeme önlemleri…Evet YİK’ten (Yalnız İnsanlar Kulübü) Ariel’i aradım yüzmeye gidelim diye, ama beli incinmiş, gelemeyeceğini söyledi. Bir de Gabriela ile telefonda görüştüm. O da aşırı depresifmiş, sevgilisi Hans’dan ayrılmış, kullandığı anti depresanın dozu 150 miligram’a fırlamış. Uyuşmuş dili ağzında dönmediğinden pek uzun bir sohbet olmadı ne yazık ki.”
“Gabriela şu Alman olan arkadaşın mı?”
“Arkadaşım olduğunu iddia edemem. Biliyorsun benim arkadaşa ihtiyacım yok. Aslında onları bazen kullandıkları hapların isimleriyle çağırmak istiyorum. Gabriela: Bayan Efexor,150 miligram. Ariel: Seroxat, 75 miligram, Victoria: Prozac, 75 miligram… Sizin ve içinde yaşadığınız gerçekliğin normal yaşamam adına bana dikte ettiği bir etkinlik bu arkadaşlık oyunu,” dedim ve elimde kıvırmaktan tiftiklenip, parçalara ayrılan selpak mendili önümdeki kül tablasına attım. Kül tablaları artık küllükten başka her işlevi görmekteydiler. Kül kardeşler isimli bir şiirin kelimeleri beynime vantuzlanmak için hazırola geçtiler, ama ben kafamı içinde ne kadar para olduğu anlaşılmayan bir kumbara gibi olabildiğince hızla sallayınca geri çekildiler.
“Annenlerle telefonlaşma nasıl gidiyor?” diye sordu psiko-hanım laf olsun diye. Her şeyi laf olsun diye soruyordu zaten. Bu kaçıncı psikoloğumdu? Başlarda bir gün iyi niyetlisine, nesneline rastlarım diye değiştirip durmuştum. Her seferin sonu hayal kırıklığı ve tıkanıklıktı. Ben işi paranormal olasılıklara bağlamaya çalışmaktan çoktan vazgeçmiştim, ama onların neurobiolojiye tapmalarından da bıkmıştım. Kimisi sanrılarımı hemen def etmemi, anında başka şeylere odaklanmamı öğütlerken, kimisi de onları anında not almamı, elimden geldiğince sonuna kadar diretmemi önermişti. Artık daha çok bekleme odasındaki dergi çeşitliliği, otomatın lezzetli, bedava kahvesiydi beni buraya getiren.
“Anneme ne zaman arayıp nasıl olduğunu sorsam, bana nasıl olduğumu sorma ben ihtiyarladım deyip, tıpkı Alman kadın gibi çalışmamı öğütleyip telefonu kapatıyor. Babamla konuşmak istemediğimi bildiğinden o evdeyken benimle adı Nermin olan biriymişim gibi konuşuyor.”
“Bu Nermin’in kim olacağı hakkında bir fikrin var mı?
“Malesef hayır. Pencereyi kapatabilir miyiz ben çok üşüdüm.”
“Gelecek sefer ablanla ilgili konuşmak istiyorum. Ziyaretine gidiyor musun?”
“Hayır, artık mezarlığa gitmemeye karar verdim. Orada müthiş bir yalnızlık duygusu çöküyor üzerime. Öyle ağır ki oturduğum yerden kalkamıyorum bir süre. Her an yanımda bir çukur açılacak ben de içine düşüp bir daha çıkamayacakmışım gibi geliyor. Ablam da yalnızlıktan öldü zaten. Ben tek başıma onun kara delikleri andıran, etrafındaki her şeyi soğuran yalnızlığıyla başa çıkamadım.”
Gözlerim dolmuştu. Sadece abi ve abla konuları açıldığında olurdu bu. Karşımda duran kitaplığa baktım bir süre, sonra duvara. Oda psiko-hanımın tatillerinde gittiği ülkelerden getirdiği hatıralık eşyalarla doluydu. Benim gibilerle uğraşmasının nedenini tekrar tekrar hatırlatıp, bir sonraki tatile kadar dayanabilmesi için motive eden etnik tarzda sabırlıklar…
*
Evimizin biraz ilerisinde küçük bir Liman vardı. Uzaktan oyuncağa benzeyen arabalar yük taşır, vinçler de gemilere yüklerdi. Okuldan geldiğimde evde kimse yoksa pencerenin önüne geçer uzun uzun izlerdim onları. Kedimiz henüz birkaç aylıktı, kucağıma yerleşir, mırıl mırıl uyurdu. Sonra ablam da okuldan gelince onu bir sepete koyup gezmeye çıkarırdık. Limanda gemilerin arasında dolaşır, hangi ülkelerden geldiklerine bakardık. Bazen gemicilerden minik hediyeler, çikolata falan aldığımız da olurdu. Bu gezintileri elimizden geldiğince uzatmaya çalışırdık, ama kışın hava çabuk karardığından eve erken dönmek zorundaydık. Üstelik babam limana gittiğimizi kesinlikle duymamalıydı. Ablamın yeni patlamış göğüslerine bakarak, “Eşşek kadar oldun görmüyor musun? Artık oralara gidip o heriflerin arasında dolaşırsan bacaklarını kırarım” dediğini duymuştum. Bir keresinde de annemin evde olmadığı bir gün ablamın odasından çıkarken işaret parmağını dudaklarına götürüp yavaşça kapıyı çektiğini hatırlıyorum. Annemle babam eve her geldiklerinde daha merdivenlerde kavgaya başlamış olurlar, her cuma boşanma kararı alırlar her Pazartesi de bundan sırf tembellikleri yüzünden vazgeçerlerdi. Üç çocuğun en büyüğü olan abim çok geçmeden bu kavga dövüşten bıkmış evi terk etmişti. Bir yıldır büyük bir gemide çalışmakta, dünyayı dolaşmaktaydı. Birkaç ayda bir eve uğrar – annemle babam yokken gelmeye özen gösterirdi – bize hiç görmediğimiz meyvelerden, şekerlemelerden getirmiş olurdu.
“Bizi de götür ne olur?” demiştik bir gün ablamla ben sızlanarak. Siyah deri ceketini çekiştirip durmuştuk o kapı boşluğunda vedalaşmaya hazırlanırken. Cebindeki kitabın yazarının ismi göz kırpmıştı: Carlos Castenada. Ablamın saçını okşamış, beni de koltuk altlarımdan kavrayıp havaya kaldırıp döndürmüş, “İkiniz önce okulunuzu bitirin, sonra üçümüz birlikte gideceğiz buralardan, sözüm söz!” demişti gülümseyerek. Yüzünde görmeye alışık olmadığımız bir haftalık sakal bıyığının arkasına gizlenmiş örtülü endişesi fazladan inandırıcı yapmıştı verdiği sözü. Bir babacanlık yerleşmişti mimiklerine. Ziggy Stardust’ı mırıldanarak, çevik hareketlerle merdivenleri inmiş, giderken her zaman yaptığı gibi üç kez kısa kısa zile basmıştı. Günlerden en sevmediğim gün pazartesiydi. Puslu, gri bir öğleden sonrasıydı ve sabahtan beri durmadan yağmur yağıyordu. Pencereye koşup arkasından baktık. Başına cebinden çıkardığı siyah bir bere geçirdi, birkaç adım sonra balıkçı dükkânının yanından köşeyi dönüp, Yelken sokağında gözden kayboldu. Bu onu son görüşümüz olacaktı.
*
Vişne rengi uzun bornozuma sarınıp banyodan çıktığımda, çorbayı ocağa koyalı onbeş dakika olmuştu. Bir iki ay önce Ikea’dan yeni aldığım şifonyerin önünde durup, kafama sardığım siyah havluyu sıyırıp yüzümü tekrar kuruladıktan sonra kendimi izlemeye başladım. Her banyo sonrası bir yenilik görebilmek umuduyla bakardım yüzüme, her seferinde aynı soluk teni, aynı donuk bakışları tekrar bulurdum yerlerinde. Bu halimle hiç fazladan makyaj yaptırmadan bir korku filminde oynayabilirdim.
İki elimin baş ve işaret parmaklarıyla göz kapaklarımı aralayıp, kafamı aynaya iyice yaklaştırıp gözlerimin içine baktım. Bomboştular. Bu boşluk gözlerimin içinden bir şeylerin yitip gitmesiyle değil de dışardan elle tutulur bir boşluğun, doluluk kılığına bürünüp gözlerime yuvalanmasıyla oluşmuştu sanki. Koyu kahverengi gözlerim ne kadar da mattılar. Bornozumun kuşağını çözüp çıplak tenime baktım, bembeyazdım, cılızdım, siyah gür saçlarımı çalışmaya başladığımdan beri kısa kestirmiştim. Koltuk altlarımdaki ve venüs tepeciğimdeki tüyler hatırı sayılır uzunluktaydılar. Cinsiyetsiz bir görüntüm vardı. Ne bir sevgilim ne de cinsel isteğim vardı. Cesete benzeyen bir kadın değil de kondisyonu iyi bir cesettim sanki. İnsan her gün aynı şeyleri görüp, hissettiğinde uyuşuyor, bu uyuşukluğun üzerine bir de benim gibi fazladan hap alıyorsan bir tabloya bakar gibi bakıyorsun kendine. Islak bornozu ve havluyu alıp kapının arkasındaki askılığa astım. Üzerime lacivert eşofmanımla, beyaz bir kazak geçirdim.
Çorba kıvamına ermişti. Neyse ki bu öyle sürekli karıştırmayı gerektirmeyenlerdendi. Karides paketini hâlâ kaynamakta olan karışımın içine boşalttım, kırmızı biberleri yıkayıp ince ince kıydım. Limonu da ikiye kesip bir çay tabağına koydum. Beş dakika sonra hazırdı acılı çorbam. Acı, sıcak ve ekşi bir arada…
*
Elimde kocaman çorba kasesi ve kaşığım oturma odasına geldiğimde siyah deri koltukda John’un oturduğunu gördüm.
“Hi, hello,” dedi gülümseyerek.
“Hi John,” dedim, “Çorbanın kokusunu mu aldın?”
Oturduğu yerden kalkma zahmetine girmeden odayı inceleyip bizden başka kimsenin olmadığına emin olunca hafifçe öne kaykılıp, kısık bir sesle, “Sana yeni bir görev verildi,” dedi.
Puflayıp, çorbamın üzerinde yüzen acı biberlere baktım, “Önce yemeğimi yememe müsade eder misin?” dedim.
“Ama o zaman haplarını alıp, onların senin için yazdığı bir senaryoda oynamayı seçeceksin. Yalnız, hasta damgasını yemiş, kırkına bir basamak kalmış bezgin bir kadın rolü.”
“Olsun, böylelikle en azından bütün ipleri koparmamayı başarabiliyorum,” dedim ve kaşığımı çorbama daldırdım. Kafamın içinde yanlış frekansda seyreden bir radyonun cızırtılarına benzer sesler duymaya başladım. Geri sayım çoktan başlamıştı.
*
Doktor kalp demişti, ama ben onun yalnızlık hastalığından öldüğüne eminim. Birkaç yıldır çalışmıyordu. Evde kalmaktan, sürekli abur cubur yemekten zaten kötü olan cildi iyice bozulmuştu. Ben sekreterlik yaptığım zamanlar iş çıkışı uğruyordum, ama o zamanlar şimdiye oranla daha aktif olduğumdan fazla kalamıyordum yanında. Zaten o da pek zorlamıyor, kendini nasıl hissettiği konusunda dışarı bilgi sızdırmıyordu. Tek hobisi televizyondaki reklamlardan kendisine yeni çıkan, mucize vadeden kremler ısmarlamaktı. Bazen birlikte televizyon izleyip meyve yerken – genellikle yeşil elma – benim varlığımı unutup, elindeki yeşil elma parçasını tıpkı krem sürermişcesine yüzünde gezdirmeye başlıyor, sonra da dalgınlıktan tekrar ağzına atıyordu. Çalışmadığı halde cumartesileri bekliyor, o gün şehrin tam göbeğindeki, en pahalı ve lüks mağazaya gidip Chanel, Christian Dior, Estee Lauder gibi markaların satıldığı standların önünde saatlerini geçiriyor, hayran hayran yeni çıkan kozmetik ürünlere, onları satan bakımlı, güzel tezgahtarlara bakıyordu. İşsizlik maaşının çoğunu bu kremlere yatırdığından yemeye içmeye nerdeyse hiçbir şey kalmıyordu.
Bir akşam Kung-fu kursundayken telefona çağrıldım. Hastaneye gittiğimde çok geçti. O gün bugündür de hastanelerle haşır neşirim zaten.
Ablamı kurtaramadım, bari başkalarına hayrım dokunsun dedim. Annemlere durumu bildirmek için telefon ettim. O akşam kimse cevap vermedi telefona. Kötü bir haberle başbaşaydım tüm gece. “Senin suçun, niye yalnız bıraktın ablanı?” diye ağlayacaktı annem hiç kuşkusuz. Yalnızlık kişisel bir seçimdir, kimse kimseyi yalnız bırakamaz, sizce de öyle değil mi?
*
Kaşığımı kasenin yanına bırakıp, bir yudum su içip, “Neymiş o görev?” dedim.
Ceketinin iç cebinden çıkardığı, dörde katladığı buruş buruş olmuş bir kâğıdı çıkarıp açtı. “Türkçesi ÖYD, ingilizcesi NDE,” dedi John, “Ever heard of it?”
Tepkisiz kaldığımı görünce kağıdı bana uzattı. NDE’nin ne olduğunu açıklayan yazının kenarında bir de resim vardı. Hollandalı bir ressam olan Hieronymus Bosch’un Cennete Uçuş isimli tablosu.
“Görevin hastanede Ölüme Yakın Deneyimi yaşamış hastalarla iletişim kurup neler yaşadıklarını öğrenmek. Artık ölü de yıkadığına göre kim bilir belki onlarla da konuşabilirsin.” dedi John. İnce dudaklarının köşelerini zorlayan tebessümünden hiç haz etmemiştim.
“Ok, no problem. Bu konuya yabancı değilim zaten,” dedim başımdan savmak için. İyi ki Asena’yla birbirlerini görmüyorlar, yoksa sürekli aralarındaki çatışmayı dinlemek zorunda kalırdım. Asena ayık kalabilmem için bana alabildiğine sıradan bir hayat öğütlerken, John ayağımı yerden kesmek için elinden geleni yapıyordu. Bundan önceki görevim de rüya tabirinde ustalaşıp insanlara kehanetlerde bulunmak, gelecekte tıpkı Hollywood filmlerinde olduğu gibi dünyayı her sorundan hep Amerika’nın kurtaracağını anlatarak imajını parlatmaktı. Ama o görevi layığıyla yerine getirememiştim.
“Televizyonu sen mi bozdun yoksa?” diye sordum.
“Bunu neden yapayım ki?” dedi John. O sırada cep telefonu çaldı, elini cebine soktu ve odamdan siliniverdi.
“Fuck you John, cehenneme uç!”
*
Çekmeceyi açmak için uzanıyorum. Bayan Lion kimsesi olmadığından hâlâ morgda. Bir an elim buz gibi metale yapışacak sanıyorum. Tekrar arkamdaki kapıya göz atıyorum. Kimse yok, iyi. Uzun beyaz gömleğimin sağ cebindeki ses kayıt aletini kavrıyorum. Kırmızı düğmeye basıyorum. 23 aralık, saat 21.30 Morgdayım. Üç gün önce dünyaya veda etmiş madame Lion’un yanındayım. Madame Lion beni duyuyor musunuz? Eğer duyuyorsanız ne olur bir şeyler söyleyin. Abim, ablam, ikisi de öldü. Bana onların iyi olduğunu, ölümden sonra hâlâ varolduklarını anlatın ne olur.
Bir anlığına Madame Lion’un morumsu suratı kımıldıyor gibi geliyor, iyice yaklaşıyorum yüzüne. İçerisi florasan lambalarla aydınlatılmış. Tavandaki üç uzun lambadan bir tanesi kısa aralıklarla yanıp sönmeye başlıyor. Madame Lion uzandığı yerden doğrulup anlayabildiğim kadarıyla Fransızca, “Ah sen misin? Oğlum gelmedi mi?” diye soruyor. Morumsu yüzünde aptal bir ifadeyle elini yan tarafına sokuşturup, bir şey bulup çıkartıyor. O kart yine. Üzerinde bir futbolcunun resmi var. Kartı bana doğru uzatıp, “Oğlumu getirin bana, ne olur.” diye ağlamaya başlıyor.
*
“Bu su gibi çorba yeme alışkanlığın savaş zamanlarından kalma,” diyor karşımdaki sandalyeye sadece bana görünürlüğüyle oturmuş Asena.
Hastanenin kantinindeyiz. Sırt çantamın küçük gözünde, bir poşetin içinde sakladığım zehir gibi acı pul biberi çıkarıp, kremalı mantar çorbamın üzerine serpiyorum. Kaşığımı alıp çorbanın içinde bir şey arıyormuşcasına dalgın dalgın karıştırıyorum.
“Yapma soğuyacak, sen kaynar seversin,” diyor Asena hınzırca ve ekliyor, “Bugünlerde nasılsın? İş nasıl gidiyor, memnun musun? Sakın unutma memnun olmama gibi bir lüksün yok, ablanı düşün, kendini, ayakların yere basmazsa yok olup gidersin.”
Tamam anladık gibisinden bir bakış fırlatıyorum. Bir sigara ne iyi giderdi şimdi diye düşünürken, bizim kattan bir Türk yaklaşıp karşımdaki sandalyeyi işaret ederek oturabilir miyim diye soruyor. Asena adam üzerine oturmadan, görünmezliğine bok sürdürmeden kalkıp biraz ilerideki kolona yaslanıyor.
Karşımda oturan iş arkadaşımın hâlâ tabağımın yanında duran pul biber poşetine takılıyor gözü. Uzatıyorum, iki elini öne doğru kaldırıp açarak reddediyor. Tekrar karşıma baktığımda Asena’nın yerinde olmadığını görüyorum. İyi ki geçen gece morgda yakalanmadım ona, yoksa şu anda hâlâ kafa ütülüyor olurdu. Bazen onu neden sadece hastanede, John’u da neden hep evde gördüğümü merak ediyorum.
“Pek konuşkan değilsiniz,” diyor karşımda oturan, orta yaşlı, esmer, bıyıklı cüce.
Masanın altına eğilip bakıyorum çaktırmadan ayakları sandalyeden yere değiyor mu diye.
“Tuzluğu alabilir miyim lütfen?” diyorum sonra. Uzatsın ki eline dokunmaya çalışayım, dokunabiliyorsam gerçektir.
*
Pazartesiyi salıya bağlayan geceydi. Mahalle siren sesleriyle zangır bangırdı. Uyanıp salona gittiğimde annemle babamı, ablamı pencerenin önünde limana bakarken buldum. Gözlerimi oğuşturup ablamın yanına yaklaştım. Babam bir elini ablamın omzuna koymuştu. Belki on tane ambulans, beş altı tane de itfaiye saydım. Gemiler yanıyordu. Ablamla ikimiz bakıştık. Elimi tuttu. Annemlerin abimin birkaç günlüğüne şehirde olduğundan haberi yoktu.
Abimin ceseti hiçbir zaman bulunamadı. Ona ait tek bir eşya bile bırakmadı ardında. Ya kül olup suya karıştı, ya da bir daha dönemeyeceği kadar uzak olan diyarlara yelken açtı.
*
“İki kişinin yarıda bıraktıkları hayatlarını üstlenip, yaşayacak kadar güçlü değilsin. Annenleri arayıp ablan Nermin’in bir buçuk yıl önce kalp krizi geçirdiğini, öldüğünü, bunca zamandır onları ablanın adıyla arayanın sen olduğunu söylemelisin. Kung-fu dersleri alıp, amatör araba yarışlarına katılarak abini geri getiremezsin. Sürekli acı yiyerek kendini yakamazsın anla artık.”
“Onu son gördüğümde cebinde Carlos Castenada isimli bir yazarın kitabı vardı. Ben o zamanlar küçüktüm. Sonradan ardında hiçbir şey bırakmadığı için Castenada’ları alıp okuyarak onu tanımaya, neleri seviyor, neleri merak edip okuyor anlamaya çalıştım. Hayat bana bir Lucid Dream, berrak bir rüya gibi geliyor. Az pişirilmiş, rafadan bir gerçeklik içindeyim sanki. Yarı geçirgen, bir çeşit osmoz durumu. Tek olumsuz yanı sadece istediklerimi değil istemediklerimi de geçiriyor olması. Abimle ablamla rüyalarımda, ama gördüğümün rüya olduğunun bilincinde, az da olsa hasret giderebiliyorum. Her şey içiçe geçmiş durumda, baksanıza siz bile duvarınıza kurumuş kırmızı, acı biberler asmışsınız. Eminim öğlen yemeği molasında kendinize bir kase sıcak çorba ısmarlayacaksınız.”