“Abi acayip bir durum var. Dükkâna gel, bekliyorum…”
Telaşlı ve kısa bir telefon görüşmesinin ardından gecenin kör saatinde evinden çıkıp arkadaşının antika dükkânına gelmişti. Eski mahalle esnaflarıyla, modern dönem butik kafelerinin bir arada bulunduğu, betonarme dönüşümün kıyısından kenarından dönmüş eski bir mahallenin tam göbeğinde, asırlık bir çınar ağacının dibinde sıradan görünümlü bir dükkândı. Camekânında gramofonlardan siyah beyaz fotoğraflara, antika vazolardan kullanımı geçen yüzyılda kalmış müzelik ev aletlerine kadar, sadece nostalji meraklısı insanların ilgisini çekebileceği eski püskü bir nice nesne vardı. Dükkânın kapısını yokladığında kilitli olduğunu fark edip camını tıklattı.
Kısa bir süre sonra içerinin ışığının yandığını gördü. Arkadaşının kilidi çevirip kapıyı açtıktan sonra onu içeriye almasının ardından kapıyı hızla kapatıp dükkânın ışığını da kapattığını görünce: “Hayırdır istihbarat mevzularına mı girdin?” diyerek bu haliyle alay etmişti. Arkadaşı gergin bir şekilde: “Yukarı gel de asıl mevzuyu gör…” deyince, onun ardından dükkânın bir üst katına çıkmıştı. Kitapların, tozlu dosyaların ve antika eşya yığınlarının arasında, duvarın birine ışığı yansımakta olan eski tip bir sinematografın, hemen yanında ufak bir sehpanın üzerinde bulunan gaz lambasının ışığında orta boy bir sandığın durduğunu görünce bunun sabah satın aldıkları eski sandık olduğunu hatırladı. İstanbul’un eski ailelerinden birinin soyundan gelme orta yaşlı bir kadın, kocasının dedesinden kalma bu sandığı içindeki bazı eşyalarla birlikte satmıştı.
“Işıkları niye yakmıyorsun?”
“Görüntüyü görebilmek için. Bir de istesen de yakamazsın devrelerde arıza var yanmıyor.”
“Bu… Bu bizim sabah aldığımız sandık değil mi?”
“O abi. Geç otur şöyle…”
“Betin benzin atmış oğlum, ne bu suratının hali?”
“Sandığın içinden çıkanlarla alakalı.”
Sinematografın gerisindeki kanepeye oturdular. Dükkânın sahibi, sandığı önlerine çekerek gaz lambasını da yaklaştırdı. Tozlu bir kalpak, Cihan Harbi zamanından kalma olduğunu tahmin ettiği üç adet madalya ve bir adet nişan, eski tip Karadağ tabancası, 1905 basımı bir Almanca-Türkçe lügat, birkaç düzine siyah beyaz fotoğraf, bir düzine mektup. Bunların yanında bir başka ufak sandık. İçinde eski tip film saklamaya yarayan bir başka siyah kutu ve üç fotoğrafla bir de mektup vardı.
“Sandığın içinden ne çıktı da böyle oldun?”
“Abi fotoğraflardan anladığım kadarıyla adam sinemacı Osmanlı subaylarından biri. Enver Paşa’nın kurduğu Merkez Ordu Sinema Dairesi’nin ilk mensuplarından biri felan herhalde. Fotoğraflara baktım ilk sinemacılardan Fuat Uzkınay var birkaç tanesinde, bazılarında dönemin Darülbedayi oyuncuları var. Şu ufak sandıktan çıkanları da tasnif edeyim dedim. İşte bir sayfa mektup, üç fotoğraf birde şu iyi korunmuş film çıktı. Fotoğraflardan biri altı kişilik bir ekibe ait, bir kısmı subay. Biri bu sandığın sahibi, diğer fotoğraflarda kim olduğu yazılmış. Adamlardan diğeri de Fuat Uzkınay. Geriye kalanlardan ikisi Manakis Kardeşler! Aralarında bir sinematograf duruyor, resmin tarihi 1911. Romanya’nın Kalas Limanı’nda çekilmiş. Şimdi Galati diyorlar galiba. İkinci resim bir köy panoraması, Nefs-i Ruscuk’a bağlı Balabanlı köyü diye yazılmış arkasına. Üçüncü fotoğraf yine bu köyün meydanında tarihi bir çeşmenin önünde yine aynı ekibi gösteriyor.”
“Manakis Kardeşler ve Uzkınay aynı karede mi? Sadede gel, seni böyle korkutan ne oldu?”
“Köy görüntüsü falan sanıp şu film kutusunu açtım. Makaranın üstündeki kâğıtta “Rusçuk Cadısı-1911” diye bir kayıt var. İlkin heyecanlandım tabi. İlk Türk ya da Osmanlı filmi’nin çekilmesi genel bir görüşe göre 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na girilip Cihad-ı Ekber’in ilan edildiği gün çekilmiş. Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin yıkılmasının çekildiği video, Fuat Uzkınay çekiyor. Böyle bir kabul var. Bu filmin tarihi 1911 olunca dedim bu bundan da eski bir film bulduk herhalde. Kayıtlarda falan hiç bahsi geçmiyor.”
“Merkez Ordu Sinema Dairesi 1915’te kuruldu diye hatırlıyorum. Ama öncesinde de bu tip çalışmalar olmuş bildiğim kadarıyla ve yine ekibin başında Fuat Uzkınay var. İlk sinemayı bile 1914’te açtılar. Böyle bir kaydın olması imkânsız değil mi? Hani ilk filmden eski sonuçta, 1914’teki Abide yıkımından?”
“Olur, mu canım? İlk filmi 1905’ten itibaren çekmeye başlıyor Manakis Kardeşler. Manakis Kardeşlerin, Sultan Reşad’ın Selanik ziyaretinin kaydı var 1914’ten önce. Onlara kadar uzanır. Zaten o Selanik ziyaretinin kaydı da 1911 tarihli galiba. Adamların 1905 senesinde film makinesi getirdiklerini okumuştum. Balkanlara dair çeşitli görüntüler vardır onların elinden. Ama beni şaşırtan bilinen sinema tarihi dışında bir filmin varlığıydı. Bilinen tarihin dışında kalmış bir kayıt. Fakat isim tuhafıma gitti, Rusçuk Cadısı diye yazıyordu. Depodan baba yadigârı sinematografı çıkartıp kurdum, kaydı izlemeye başladım. Film orada koptu zaten…”
“Oha! Tahrif mi ettin?”
“Hayır, o anlamda değil. Yani gördüklerimden sonra bir tuhaf oldum. Abi bu ekiptekiler ilk önce bu resimdeki köyü gösteriyorlar sonra bir mezarlığı çekiyorlar. Mezarlığın içinde bir yeri kazıyorlar, bir tabut çıkıyor. Tabutun içi boş, adamlar böyle bakıyorlar falan. Sonra bir adam geliyor, bir şeyler yapıyor bir bakıyorsun tabutun içinde böyle upuzun, mumya gibi ceset gibi bir şey var. Aklım çıktı!”
“Oğlum eksik falan çekmişlerdir, bir var bir yok öyle görünür olmuş olmasın?”
“Yok, hiçbir duraklama falan yok. Mektupta yazıldığına göre sandığın sahibi Hulusi Bey, filmi ve bu kayıtları kapatmış uyarı babından izlemeyin, sağa sola göndermeyin gibisinden birkaç cümle karalamış. Bir de olası bir durumda Babıali’nin orada Matbaacı Salim Bey’e ulaşın dedi film başkasının eline geçmişse ona teslim edin, size yüklü para bırakır demiş. Bende sonradan hatırladım bu ismi bir kitabın iç kapağında yazıyordu. Baktım kitaba, şimdi Bizimer Sahaf‘ın sahibi olan Azmi Bizimer’in bir akrabası falan herhalde. O matbaacının adı yazılıydı sahafın adresinin yanında. Adresler uyuşuyor.”
“Salim bey o dönemde sahaflıkla da uğraşmakta olan isimlerden. Azmi abinin babasıdır. Acaba neden böyle bir tedbir düşünmüş? İzlet bakalım neymiş şu film…”
“Geri sarmıştım sen gelmeden önce zaten. Sen de bir gör.”
Sinematografı çalıştırdığında ilk başta siyah bir fon göründü. Ardından bir tepe üzerinden eski tip evleriyle, ağaçlarıyla eski dönemden bir Osmanlı köyünün görüntüsü başlamıştı. Arada bir zabitler kameranın önünden geçiyor, uzaktan uzağa köyü seyrediyorlardı. Bir sonraki görüntüde köy meydanını gösteriyorlardı. Ahaliden insanlar görüntülerinin alınmasında çekinir gibi makineye bakınıyor, çocuklar ise gülümseyerek seyrediyorlardı. Ardından yine görüntüye siyah fon girmiş, sonrasında selvi ağaçlarıyla ve haçlı mezar taşlarıyla bir Hristiyan mezarlığını göstermeye başlamıştı.
Köylü kılıklı birkaç kişi ve zabitler gelip gidip bir mezarın etrafında bekleşirken, bazı köylüler ellerinde kazmalarla küreklerle başında sadece tahtadan bir çarmıh bulunan toprak mezarı kazmaktaydı. Mezar açıldıktan sonra kalın urganlarla bir tabutu mezarın dışına çıkarmışlardı. Kapağını açtıklarında bomboş bir tabutla karşılaşmalarına rağmen sanki korkulu bir şey varmışçasına insanların eğilip eğilip sandukaya bakıyorlardı.
Daha sonra hırpani kılıklı, saçı sakalına karışmış bir adam elinde uzunca bir sopa ve çekiçle gelerek bir şeyler söyleyip tabutun üzerine eğilip kısa sopayı tabutun içine doğru uzatıp çivi çakar gibi çekiçle, sopa gibi görünen tahta kazığı çaktıklarını gördüler. Osmanlı zabitleri ve çevredeki diğer insanların yüzlerinde dehşet ifadeleri apaçık seçiliyordu.
Bir anda tabutun içinde bir şey peyda olmuştu. Upuzun, kararmış vücudu ve kefeniyle yatan bir ölü olduğunu tahmin ettikleri ancak insandan başka her şeye benzeyen bir varlıktı tabutun içinde yatan. Bir süreliğine ekran karardıktan sonra görüntü yine açılmış, bu sefer daha yakın plandan tabutun içini görüntülemekteydi. Kararmış, tahnitli mumyalara benzeyen bir ceset boylu boyunca uzanmış yatmaktaydı. Bir kadına aitmiş gibi görünüyordu zira bellerine dek uzanan saçları, kuyu dibine benzeyen simsiyah gözleri ve kocaman açılmış ağzıyla, boyu kadar uzun kollarının ucundaki siyah tırnaklı çarpık elleriyle halk hikâyelerindeki hortlaklara, cadılara benziyordu. Kalbine çakılmış kazığın etrafında kan lekeleri olduğunu tahmin ettikleri koyu lekeleri görebiliyorlardı.
Daha cadının cesedinin ilk görüldüğü andan itibaren korkudan tüyleri diken olmuş iki antikacının ayakları oldukları yerde titriyor, odanın gölgelerinden kara sıfatlı hortlaklar, gulyabaniler fırlayacak zannıyla karanlık köşelere bakmaktan çekiniyorlardı. Görüntü aniden kesilince bir müddet hiç konuşmadan oldukları yerde oturup kaldılar. Dükkânın sahibi aniden yerinden kalkarak çalışma masasının üzerindeki telefonun yanına seğirtti.
“Abi gaz lambasını getirebilecek misin? Telefon defterime bakmam lazım, Azmi abinin telefonu ben de kayıtlı değil ama defterde vardır kesin.”
“Azmi abiyi neden arıyorsun? Salim Bey vefat etmiş gitmiş, Azmi abi ne yapacak?”
“Abi bu görüntüyü Salim Bey’e teslim edin yazmış. Açıklama falan yok mektupta. Ne olduğunu Azmi abi biliyordu bence.”
“Tamam, korkutucu bir görüntü ama bence bir oynama falan yapılmıştır. Belki basit bir sinema hilesidir. Neden yaptıklarını anlamış değilim gerçi o ayrı.”
“Azmi abi belki aydınlatır bizi getir lambayı.”
“Diyafonu aç ben de duyayım. Adam inşallah gecenin bu saatinde aramamızı ters karşılamaz.”
“Azmi abi akşamcı diye bilirim, ayaktadır muhtemelen.”
Gaz lambasının ışığında doksanlara ait ajandanın sayfalarında Azmi Bizimer’in telefonunu bulan dükkân sahibi, numarayı çevirdikten sonra diyafon tuşuna basıp bekledi. Bir süre sonra telefon açıldı:
“Alo? Kiminle görüşüyorum?”
“İyi geceler Azmi abi. Ben Servet. Antikacı. Rahatsız etmiyorumdur inşallah?”
“Ha, Servet… Hayır evladım rahatsız etmedin ayaktayım, uyumuyordum. Hayırdı bu saatte aradığına göre önemli bir şey olmalı?”
“Abi önemli mi bilmem ama biz sabah birilerinden birkaç parça antika satın aldık. Eski bir sandık. İçinden çıkan eşyalara fotoğraflara göre Hulusi Bey diye birine aitmiş. Adam subay. Sinemacı, bu Fuat Uzkınay’la resimleri var birlikte.”
“Hmmm. Hatırlar gibiyim. Eski sinemacılardan Hulusi Gördüm olması lazım.”
“Abi işte bu eşyaların arasından bir ufak sandık çıktı. Bir tane film kutusu bulduk bu 1900’lerin başından bir film. Kutunun yanında çıkan mektupta da görüntüleri izlemeyin, bulursanız Salim Bey’e iletin diye bir şeyler yazmış. Sizin dükkânın adresini göstermiş.”
“Görüntülerde ne vardı?”
“Abi bir grup adam var, işte Uzkınay, bu Hulusi bey, birkaç subay falan. Yanlarında Manakis kardeşler de var. Rusçuk Cadısı-1911 yazıyor filmin üzerindeki notta. Bunlar Balabanlı diye bir köyün civarında herhalde bir Hristiyan mezarlığına girip bir tabut açıyorlar. Tabut ilkin boş, sonra bir adam gelip tahta çakıyor tabuta içine. Bir bakıyorsun bir tane acayip görünüşlü ceset peyda oluyor.”
“Ha… Şu mevzu. Rahmetli babam anlatmıştı.”
“Abi yoksa görüntüyü alan subayların arasında bir akrabanız falan mı vardı?”
“Yok ondan değil. Rahmetli babamın bir merakı vardı. Böyle tuhaf görüntüleri toplamayı severdi. Ucubelerin, ispritizma celselerinin kayıtlarını falan satın alırdı ondan bundan. Uğursuz şeyler, hiç hazzetmezdim rahmetli olunca çoğunu elden çıkardım. Bana bir görüntüden bahsetmişti, onu hiç satın alamadığından yakınırdı. Demek sizin elinize geçmiş.”
“Niye satmamış abi?”
“Babamlar şimdiki kadar olmasa da zengin sayılırdı. Çok yüksek meblağlar önermiş Hulusi Bey’e zamanında. Hulusi Bey yanaşmamış. Babamın dediğine göre elinde az sayıda hakikaten tabiatüstü hadiselerin kaydı bulunmaktaymış. Gerçek görüntüler yani, ucubelerin çekimlerinden ziyade hakiki çekimler. İşte en kıymetlisi bu görüntüymüş. Gerçek bir cadının öldürülmesinin kaydıymış.”
“Bir dakika abi… Nasıl gerçek cadı görüntüsü?”
“Bir dost sohbeti sırasında Hulusi Bey ağzından kaçırmış. Bunlar zamanında 1911 senesinde bir film makinesi kiralamışlar kendi paralarını denkleştirip. Aracı olanlardan biri Manakis Kardeşler. Bunlar Romanya’da makineyi almışlar, İstanbul’a geçecekler. Deneme amaçlı Balkan şehirlerinden geçelim demiş Manakis Kardeşler, bunlar da kabul etmişler. Rusçuk yakınlarına gelince bir köyde hortlak, cadı söylentisi duymuşlar. Cadıcı kiralamışlar def etsin diye. Bunlar o konuşmaya tanık olunca folklorik bir hadisedir diye kaydedelim makineyi deneriz demişler. Gitmişler köye tabutu açtıklarından itibaren ceset görünüyormuş, taze kanlı haliyle falan. Sonra kaydı izlerken bunları bir korku salmış. Cadının cesedi öldürülmeden önce görünmüyor. Manakis Kardeşler demiş hemen, bu gerçek cadıdır, aynada yansıması olmadığı gibi film makarasına da sureti alınamıyor demek diye. Bunu saklamışlar tabi bahsini açmamışlar. Babam öğrenince çok para saçmış ama Hulusi Bey kabul etmemiş.”
“Abi istiyorsan sana satayım?”
“Yok evladım ne yapayım ben o uğursuz şeyleri? Babam ölünce hepsini elden çıkarttım zaten bir şekilde. Babamın tuhaf merakıydı, nur içinde yatsın rahmetli. Sen satacak yer bulursun.”
“Vay be abi demek olayı buymuş. Neyse seni de rahatsız ettik. Gece gece uğraştırdım.”
“Estağfurullah, lafı bile olmaz. Yalnız kapatmadan sana bir teklifim var?”
“Ne teklifi abi?”
“Babamın topladığı görüntülerden biri elimde kaldı. Çok kıymetli olduğu için satamadım. Belki senin vasıtanla elden çıkartabilirim.”
“Cadı kesme görüntüsü gibi bir şey mi?”
“Yok bu başka türden. Çok gizli ellerden geçmiş, babama ulaşmış. Fahrettin Altay Paşa, Selçuklu sultanlarından kalma hazine falan bulurum diye Selçuklu sultan türbelerini, mezarlarını açtırıyor. Bir tane dehlizden sesler falan gelince o dehlizi meşalelerle, lambalarla gündüz gibi yapıp bir çekim alıyorlar. Dehlizdeki hücrelerden birinin demir kapısını açıyorlar. Duvara zincirlenmiş, tahnitli bir Selçuklu mumyası var. Canlı gibi hareket ediyor, kıpırdıyor, hücre kapısında tılsım buluyorlar.”
“Yok abi kalsın, hiç bulaşmayalım”
“Bak bir de şey var, bu Çukurova’da Yılankale’nin dehlizlerinden birinden Almanlar Şahmaran mumyası çıkartıyorlar, gündüz vakti canlı gibi…
MEHMET BERK YALTIRIK Kimdir?
Tarihçi, korku-fantastik hikaye yazarı. Gölge e-Dergi, Kayıp Rıhtım, Kayıp Dünya, Tımarhane e-Dergi ve Korku Sitesi’nde hikayeleri yayınlandı. Blog adresi: http://songulyabanininyeri.blogspot.com/