“Achtung!”
Ernst Walfried Kirchhoff uykunun bağlarından sıyrılınca gördüğü rüyanın son sahnesi bir süre bilincinin ekranında asılı kaldı. Bir otel odasının kapısının kilit tokmağına ‘Achtung!’ yazılı bir ipli kartı asıp kırmızı halılı holde yürüyüp gidiyordu. Krem rengi karttaki harfler de kırmızıydı.
Ernst bir süre holde yürüyen ikizinin sırtını izledi ve sonra bir başka algı her şeye hâkim oldu. Holden sıyrıldı ve yatak odasına döndü. Koku. Evde bir koku vardı. Mutfak tarafından geliyordu. Evdeki her değişiklik tehlike işaretiydi. Çünkü sabık ajan Ernst bir süredir bu dünyada bir başınaydı. Yıldırım hızıyla elini diğer yastığın altına attı ve oradan aldığı tabancayı kontrol etti. Glock 17’nin ağırlığı, dokuz adet kurşunun varlığı içini bir nebze olsun rahatlatmıştı. Akşamdan kalma olmasına rağmen çevik bir hamleyle yataktan kalktı. Üzerinde eski sevgilisi Dodo’nun bir buçuk yıl önce aldığı gri boxer şort vardı sadece. Yatak odasının kapısı aralıktı.
Ayak uçlarında yürüdü. Her an tetikteydi. Bir atak bekliyordu, ama tehlike bu tür kokular çıkartarak gelmezdi. Durumun soyutluğu kendisine ’Rüya mı görüyorum acaba?’ sorusunu yöneltmesine neden oldu. Tam o sırada halının üstünde duran 25 euro sentin üstüne bastı. Ayak tabanının tepkisi hiç de rüya dilinde değildi. Somut ve metalik bir algı vermişti. Koku çağrışım köprüleri kurmuştu. Annesi harika kekler yapardı. Muzlu, çilekli, çikolatalı, portakallı. Anıları çocukluk zamanındaki bir an’a eğilmişken bunu durdurdu. Acil durum modunda kaldı. Ona öğretildiği gibi sol eliyle kapıyı açtı ve silahını salona doğrulttu.
“Günaydın Bay Kirchhoff. Neredeyse hazırız.”
Ernst kalan zamanda kendine birkaç kez, ‘Neden tabancadaki kurşunları boşaltmadım?’ diye soracaktı. Oturma odasında onunla konuşan, otuz ortalarında siyah saçlı, buğday tenli bir adamdı. Sağ elinde bir toz bezi tutmaktaydı. Uçuk mavi gömlek ve siyah pantolon giymişti. Dalgalı gür saçlarının altında orta genişlikte bir alın ve iri gözler vardı. Bıyığı daha yeni büyümekteydi. Kahverengi gözler kendisine dostça bakmaktaydı. Silahsızdı da üstelik. Buna rağmen Ernst’in tetiğe baskı yapan parmağı kritik noktada duruyordu. Her an 9 milimetrelik kurşunlar muhatabının bıyık uzatma sürecine ket vurabilirdi. Bunu yapmadı. Tam tersine silahı tutan eli aşağıya indi. Ve namlunun ucu yerdeki bej rengi kirli halıya yöneldi. Mutfak tarafından gelen konuşma sesleri Ernst’in akıl yürütme zembereğini dağıtmıştı. Evde en az üç kişi vardı. Ona belli etmeden içeriye nasıl girmiş olabilirlerdi?
“Kahvaltınız hazır olmak üzere. Son Kahvaltı.”
Adamın yüzünde hiçbir hinoğluhinlik emaresi yoktu. Ses tonu alaycı değildi. Tam tersine, bakışları empati ve gam diyebileceği duygu ışımasına sahipti.
“Son mu?”
Kara kafalı adam başıyla olumladı. Ellerini ‘Ne yapalım’ anlamına iki yana açmıştı. Ernst özellikle son haftalarda her dakika bir infaz beklentisi içindeydi. Şaşkınlığı ortamın uçukluğu nedeniyleydi. Ernst iki ay öncesine kadar Alman gizli servisi Anayasayı Koruma Teşkilatı – BND hesabına çalışan orta dereceli bir memurdu. Görevi gizli servisin Nasyonal Sosyalist Yeraltı – Nationalsozialistischer Untergrund-NSU örgütüyle birlikte icra ettiği eylemleri denetlemekti. Ernst 37. yaşgününde aldığı bir kararla örgütten firar etmiş ve elindeki gizli servis ve NSU bağlantısı delillerini gazetecilerle paylaşmak için fırsat kollamıştı. Vicdanı Neo Nazi maskesi altında icra edilen şeyleri daha fazla kaldıramıyordu.
Dürüstlüğüne çok güvendiği bir gazeteci arkadaşı, Ronald Weiss, elindeki malzemeyle ilgilenmiş, ama randevusuna gelmemişti. Bu on iki gün önceydi. Bir daha ondan haber alamamıştı. Weiss Bulletin adlı bloğunda yayınladığı haberler durmuştu. Ronald bekârdı. Aradan geçen zamanda geceleri evinin ışığı hiç yanmamıştı. Cep telefonu meşgul çalıyordu. Yolladığı şifreli maillere de cevap vermemişti. Ajanlar arası popüler jargonla hayattan soğumuştu büyük bir ihtimalle. Bu nedenle bir diğer gazeteci dostuyla ilişki kurmamıştı. Hem yakayı ele verebilirdi hem de adamın başını belaya sokardı. İki çocuk babasıydı. Aklından bunlar geçerken ‘Akbaba’nın Üç Günü – Three Days of the Condor’ adlı filmi hatırladı. 1975 yapımıydı. Bir gizli servis skandalını gazetelere duyurmak isteyen ajana iş arkadaşı ‘Sence basarlar mı?’ diye soruyordu. Ernst her şeye rağmen Almanya’nın bu en yeni ve kalıcı skandalını onun göbekten aktaracağı bilgileri haber yapabilecek birilerinin varlığına inanmaktaydı. Eski ajanların yuvarlak hesap değerlendirmelerini basanlar çıkmıştı. Bilt örneğin. Kendisi kaçıp iz kaybetmeyle çok zaman ve enerji harcamıştı. Aslında yurtdışına kaçmalı ve oradan hamle etmeliydi, ama çok geçti artık. Güvendiği dağlara kar yağmıştı.
“Size tekmil vereyim Bay Kirshhoff. Adım Mehmet. Şu anda mutfakta iki kişi kahvaltınızı hazırlıyor. Bir kişi tuvaleti ve banyoyu temizliyor. Ben oturma odanıza çeki düzen verdim ve sofrayı kurdum. Geri kalan beş kişi de yakındaki markette. Malzeme apartıyorlar.”
Ernst daha çok genç olduğu için ani bir bunama haline girdiğine ihtimal vermiyordu. Gece sadece bira ve votka içmişti. Heineken bira ve Imperia votkası. Evde kalanlar bunlardı. Bir ara Stella Artois birası içerdi. Sonradan bulabilirse sadece Paulaner’i yeğler olmuştu. Hâlâ kafası biraz iyiydi, ama nöronları bu sahneyi izah edebilecek kadar dağıtmış değildi.
“Siz kimsiniz yahu?”
Siyah saçlı adam mahçupça gülümsedi.
“Biz bu dönerci cinayetleri denilen vakanın kurbanlarıyız. Mutfakta Yunan anahtarcı ve dönerci kardeşlerim birlikte kahvaltınızı hazırlıyor. Ben dönerci değildim. Sebzecilik yapıyordum. Tuvaleti temizleyen kardeşim de çiçekçiydi. Markette olanlar arasında 2007 yılında NSU tarafından öldürülen polis memuru hanımefendi de var. Adı neydi?”
“Adını duymak istemiyorum.” dedi Ernst. Farkında olmadan silahı yine kara kafalıya doğrultmuştu. “Bir kelime bile duymak istemiyorum.”
“Ateş etmeyeceksiniz değil mi? Biz zaten ölüyüz. Bu gördüğünüz yüksek frekanslı fotonlardan yapılma bir beden. Dokunun bana isterseniz.”
Ernst ilk kez çok gerçek bir yapıyla karşı karşıya olduğunun bilincinde adama doğru yürüdü ve serbest eliyle sol omuzuna dokundu. Aldığı duyum içi su dolu bir balona dokunmaya benziyordu. Et ve kemikten yapılmadığı çok açıktı.
“Bir de şuraya bakın.”
Ernst adamın işaret ettiği yere bakınca içi üşüdü. Kafasının sol tarafında uzun favorilerinin bittiği yerdeki deliği gördü. Iki euroluk madeni para büyüklüğündeydi. Kurumuş kanda kemik ve beyin parçacıkları vardı.
“Bir kurşunla kafamı patlattılar. Çok tuhaf bir deneyimdi. Kalan hayatım oradan uçtu gitti adeta. En sonuncu düşüncelerim bir balkon pervazı gibiydi. Oraya tutunan parmaklarım çözülüp gidiverdi. Boşluk neyim varsa hepsini emiverdi. Neyse, bu konularla sizi meşgul etmeyeyim. Son kahvaltınızı şuradaki sehpada mı, yoksa yemek masasında mı yemek istersiniz?”
Ernst tabancayı tutan eliyle masayı işaret etti ve yatak odasına geri döndü. Hızla giyindi. Sahte kimliğini, elinde kalan son parası olan 34 adet yüz euroluk desteyi pantolonunun arka cebine yerleştirdi. Takım elbise, V yaka petrol mavisi tişört vardı üzerinde. Gerekirse rahatça koşabileceği mokasen ayakkabılarını giymişti. Yedek şarjör sol cebini birazcık çökertiyordu. Tabanca kemerine arkadan takılı, odaya döndü. Mehmet bıraktığı yerde duruyordu. Yüzündeki ifade aynıydı. Adama karşı bir dostluk duygusu hissetti. Ernst katolik bir ailenin çocuğuydu. İma edilen çok tanıdık şeyin anlamını sormadan duramazdı.
“Niye durmadan son kahvaltı deyip duruyorsun?”
“Peki, siz benim etten kemikten bir mamul olmadığımı bizzat tecrübe ettiniz. Neden panikle dışarıya kaçmıyorsunuz?”
“Siz nesiniz tam olarak? Hortlak mı?”
“Ruh değiliz. Bizden kalan ‘Ah’ enerjisiyle bir araya gelmiş fotonlardan yapılmayız. ‘HALT!’ tayifesiyiz. Bunu bize bu sabah marketteyken yaşlı bir fizikçi söyledi. Gönül gözü açık bir beyefendiydi. Bu dağınık dokuyla tek tek malzeme apartmak zor oluyordu. Bir salatalık aşırmak için ne kadar uğraştık sorma. Adam durup bizi seyretti. Ona durumu izah ettik. Bu açıklamayı yaptı. Bizden ayrılırken gözleri yaşlıydı. Bakışları ‘Ah yerde kalmamalı’ diyordu sanki.”
“Anlıyorum.”
Ernst, Neo Nazi kılıflı cinayetleri ve tezgâhları ortaya çıkartmak için elinden geleni yapmıştı. Üstleri kurnaz insanlardı. Bu niyetini sezmiş olmalıydılar. Ernst’in son umudu Beate Zschape’nin yakalanmasıyla basına sızan NSU-Gizli servis ilişkisinin ayyuka çıkmış olmasıydı. Kadın her çarşamba AH (Adolf Hitler) 41 plakalı bir arabada buluşmalarını anlatmıştı sorgulamasında. Ernst’in mahkemede tanıklık yapması dışında o tarafa sunabileceği ek bir bilgi yoktu. Böylelikle kendisini sadece postunu kurtarmaya konsantre edebilirdi. Zira onu mahkemenin kapısından bile geçirtmezlerdi. Hücresinde ya kalp krizi geçirir ya da NSU üyeleri Mundlos ve Böhnhard gibi intihar eder giderdi. İşin bu tarafının lamı cimi yoktu. Planı çok basitti. Evinde para bulunduran, uyuşturucu mafyasına çalışan eski bir ajana baskın yapacak ve kapitaliyle yurtdışına kaçacak, en az on yıl geri gelmeyecekti. Başka türlü postu kurtaramazdı. Bu sabaha kadarki planı buydu, ama fotondan yapılma maktuller dengesini altüst etmişti.
“Siz şöyle oturun lütfen kahvaltı hazırmış.”
Ernst otomatik olarak denileni yaptı. Mehmet mutfağa doğru yürüdü. Bu evi altı olasılık içinden birinci olarak seçmişti. Kalabalık bir semtteydi. Bina on dört katlıydı. Kat başına dörderden toplam elli altı daire mevcuttu. Dairenin sahibi Hans Terbout şu anda İspanya’da Rosas diye bir yerdeydi. Adamın facebook hesabından hergün ne yaptığını okuyordu. Dün akşam duvarına ‘Gerçeklere ancak onları yamultarak tahammül edebiliriz. Bu nedenle tüm dostlarımı sangria içmeye davet ediyorum’ yazmıştı. Ernst, uzun süre Terbout’u izlemişti. Mailleri, telefon konuşmaları, kredi kartı harcamaları falan. Adam eşcinseldi. Milan adlı bir Makedonyalı sevgilisi vardı. Milan eski bir gazeteciydi. NSU hakkında birkaç yazısı yayımlanmıştı memleketinde. Gizli servis bu tür kimseleri mercek altına alıyordu. Hans Terbout bir gönüllü enformasyon verme gurusuydu. Zamanla Milan’ın Alman devlet politikaları için zararsız bir tip olduğu anlaşılmıştı. Ernst bu arada adamın bir yıl Rosas’ta kalacağını, yedek anahtarın durduğu yeri ve daha birçok ayrıntıyı öğrenmişti. Şimdi iki haftadır burada kalıyordu. Bir kez büyük bir alışveriş yapıp bir daha dışarı çıkmamıştı. Ernst sıradan bir tipti. Ayırıcı hususiyetleri çok azdı. Bu nedenle bıyık bırakma, farklı giyinme, ortalıkta pek az görünme, gözetleyici kameralardan kaçınma önlemleriyle iki ayı yakalanmadan geçirebilmişti.
Mehmet yanında biri esmer iki adamla geldi. Diğerleri de onun gibi sakin ve rahat tavırlıydı. Hiç konuşmadan hürmetli bir tavırla masaya krem rengi tertemiz bir örtü serdiler. Tabaklarla donattılar ve ‘Hoşçakalın’ diyerek gittiler. Onlara o sırada ilk kez gördüğü bir üçüncü de katılmıştı. Biraz aceleleri vardı sanki. Ernst ve Mehmet yalnız kalmışlardı.
“Marketteki yaşlı fizikçi bey bize pek sarih izah etti.” dedi Mehmet. “Bu yapılar kararsız. Şansına ben sağlam çıktım. Diğerleri o yüzden biraz apar topar gittiler. Size karşı bozuk suretli görünmemek için Bay Kirchhoff.”
Ernst’in bu alanda şaşacağı pek az şey kalmıştı, ama onları yapıbozuma uğramış durumda görmek istemezdi.
“Buyrun kahvaltınızı yapın lütfen.”
Ernst, “Teşekkür ederim.” dedi ve masanın üstündeki tabaklara baktı. Beyaz peynir, söğüş domates, kokusu tuhaf bir salamla yapılmış omlet, siyah zeytin, tereyağı, kızarmış ekmek ve ince belli bardakta çay. Masanın bu hali Ernst’e üç yıl önce yazın gittiği Alanya’daki otelde yaptığı kahvaltıları hatırlatmıştı.
“Omlete pastırma koyduk. Tadı belki tuhaf gelebilir önce, ama çemenin insanı saran bir yanı vardır.”
Ernst başını salladı ve kızarmış ekmeklerden birini alıp tereyağı sürdü. Koku nefisti. Bir ısırık aldı. Tadı da öyleydi. Sonra da omletten bir parça kopardı ve ağzına götürdü. Çemen denen şey garipti, ama saklı bir cazibeye sahipti gerçekten.
“Beğendiniz mi Bay Kirchhoff?”
“Harika.”
Mehmet’in iri gözleri memnuniyetle ışıdı.
“Çok iyi. Şimdi… Şimdi benim de gitmem gerekiyor. Bilinen nedenden ötürü. Sizle tanıştığıma memnun oldum.”
“Ben de öyle.”
Ernst ayağa kalkıp elini uzatınca Mehmet hafif bir tereddüt geçirdi ve elini onunkine değdirdi. Bu defa dokunma hissi biraz daha normale yakındı, ama sabık ajan bütün ömründe asla böyle bir şeye dokunmamıştı. Çocukken ilk kez pamuk şekerine dokunmaya benziyordu biraz.
“Pişmanım. Çok. Bunu nasıl izah edeceğimi bilmiyorum.”
Mehmet anlayışla gülümsedi.
“O yüzden geldik. Haydi, Allaha emanet ol. Tschüss.”
Ernst minnetle başını salladı.
“Güle güle. İyi dedim mi?”
“Telaffuzunuz çok iyi Bay Kirchhoff.”
Ernst bir yıl boyunca Türkçe dersi almış bir ajandı. Rusça, Fransızca ve Yunanca da bilirdi. Lisedeyken Fransızca şiir yazdığı zamanların ne kadar geride kaldığını düşündü. Kendinden çeyrek yüzyıl yaşlı öğretmenine âşıktı. Matilda Molendraft. Çilli yüzlü, pileli etekler giyen, saçları kafasına yapışık gibi duran yarı Fransız , yarı Alman bir kadındı. Beş yıl sonra bir sokakta karşılaştığında gözüne anneannesi kadar yaşlı görünmüştü. Bunda artık çiçeği burnunda bir ajan olmasının da rolü vardı.
Mehmet kapıyı aralayınca içeriye bir koku doluştu. Bir şeyler yanmıştı sanki. Organik, plastik karışımı bir şeyler. İştahı kaçmıştı birden.
“Koku.” dedi. “Kokuyu alıyor musun sen de?”
Mehmet içini çekti ve biraz utangaçça ona baktı.
“Bir ara Ludwigshafen’dan gelen bir arkadaş da uğramıştı yanımıza. Şubat 2008’de beşi çocuk dokuz kişi yandılar. Derin kundaklamaydı malum. Arkadaş orada yanarak ölenlerden biriydi. Şimdi çözülüp gitmediyse hâlâ markette domates avuçlamaya talim ediyordur. Bir ara burdaydı. Siz uyurken. Ondan arta kalan koku olmalı. Böyle şeyler… Neyse. Ben kaçtım.”
Kapı kapanınca Ernst bu candan hayaletten başka bir şey duymak istemediğini farketti. Karnı aç olmasına rağmen iştahı kapanmıştı. Bu arada işlek zekâsı en yeni planını yapıvermişti bile. Sonu ne olursa olsun buradan çıkacak, basınla ilişki kuracak ve mahkemede konuşacağını söyleyecekti. Çok riskliydi, ama artık kaçmayacaktı.
Masadan kalktı. Banyoda ellerini yıkadı. İçerisi gıcır gıcır olmuştu. Dişlerini fırçaladı. İçinde ‘Kaçmaya devam et’ diyen ses çok zayıflamıştı. Yatak odasına gitti. Yanına pek bir şey almasına gerek yoktu. Küçük evrak çantası yeterliydi. Çantayı aldı. İçini kontrol etti. Bu belgelerin bir kısmı bilinen şeylerdi şu anda, ama yine de ses getirecekti.
Oturma odasına gidince masanın üstündeki mükellef kahvaltı görünümü gözüne olağan üstü bir manzara gibi göründü. Da Vinci’nin ünlü tablosunu düşündü. Bütün hayaletler masa başında oturuyor olsaydı şimdi. Bu hayal içini sızlatmasına rağmen gülümsetmişti. Tam kapıya doğru yürürken kilitte bir anahtar döndü. Hans Terbout. O mu gelmişti. Ansızın. O kadar sangrianın ardından. Gelen Hans değildi. İki genç adamdı. Biri kahverengi ceket ve mavi kot pantolon giymişti. Tişörtü siyahtı. Diğeri bordo eşofmanlıydı. İkisi de tanıdık değildi. İkisinin de elinde susturuculu tabancalar vardı. Kendi silahını çekmesi için vakti kalmamıştı.
Hans pek az korkmuştu. Sonuçta iki aydır her dakika hayal ettiği bir şeydi bu. Hayaletler boşuna gelmemişti. Şimdi olacak ve bitecekti. O sofra buna delaletti.
“Geç kaldınız. Çay soğudu” dedi.
İlk kurşun kalbine girdiğinde arkaya doğru sarsıldı, ama yere düşmemeyi başardı. İkinci kurşunda da öyle. Üçüncü kurşunla yere yıkıldığında sağ eli hâlâ sımsıkı çantayı kavramaktaydı, ama Ernst artık buna aldıracak durumda değildi. Su testisi su yolunda kırılmıştı. İnşallah onun da içinde yeterince ‘Ah’ enerjisi mevcuttu.