Geceleyin anlatılanları, seninle konuşan hayvanları dinlemediğin sürece sorun yok. Ama onların seslerini bir kez olsun dinlemeye gör, gece içine alır seni; yutar, ve çiğneyip sabaha kusar.
Gün ağarırken, dışarısı henüz uyanmamışken, sokaktan gelen tek tük sesleri dinlerim ben. Önce ezan sesi: Nerede olduğunu, kim olduğunu söyler sana. Sonra sarhoşlar, aşkın imkansızlığı, hayatın zorluğu omuzlarına çökenler. Çöp kamyonlarıyla çöpçüler gelir sonra. Dünü temizlerler. Bir umut, yeni ve güneşli bir güne uyanacağını sanırsın. İşine yetişmeye çalışan bir kadının topuk sesleri yankılanır sokakta. Kalkmalıyım artık yatağımdan, diye düşünürken arabalar yoldan geçer, hızla. Gri, siyah, beyaz; eski, yeni model arabalar… Yatağından kalkmak istemezsin. Biraz sonra bir okul servisi alır yan komşunun çocuğunu, evin önünden. Sağ salim gidebilse bari, diye düşünürsün.
Üfleyerek kalkarım yatağımdan. Banyoya doğru yarı uyur, yarı uyanık ilerlerim. İlk iş bakarım aynadaki aksime. Güzel olanın, güzel geçer günü. Çirkinlerse, çirkindir hep, ve çirkin geçecektir günleri. Çaresi yok bunun. Yüzümdeki asimetriye takılmadan yaşamak zor. Şaşı olmaksa, sanıldığından da zor bir şeydir. İnsanların benimle konuşurken hangi gözüme bakacağını bilememeleri. Ve bu nedenle, kimseyi hiçbir zaman yeterince ikna edememem, özellikle de aşık olduğum kadını.
Geçirdiğimiz geniş zamanlar olmadı onunla. Ama tanıyorum ben onu. Yüzüne uzun süre bakamadım hiçbir zaman. Başım önümde selamladım hep onu. Yamuk bakışlarımı, gözüne gözüne sokmanın alemi yok. Sesini biliyorum en çok onun. Çünkü sesi, kalbinden geliyor. Konuşma ritmini zaman değil, kalbinin vuruşları ayarlıyor. Bildiğim bir şey değil, onun sesi. Üstelik, sustuğunda da konuşuyor. Anlamsız bir şeyini görmek mümkün değil. Bir ömür geçirsen, tanıyamayacağın kadınlardan o. Ondan aşığım ona. Evli ve iki çocuklu olması değil mutluluğumuza engel olan; asıl engel, benim bedenim. Aynadaki aksim. Yetmiş kiloluk, asimetri harikası vücudum. Kısa bacaklarım, dar omuzlarım, alnımın her yerinden çıkan saçlarım, kamburluğum, ve biri kuzeydoğuyu, diğeri güneyi gösteren bok rengi bakışlarım.
Yine de vazgeçmedim kadınlardan. Hayat kadınlarıyla birlikte oldum ben. Geceleri seviştim onlarla. Yüzümü görmediler. Zaten, bakmakta da ısrar etmediler. Benden hiç etkilenmediler. Beklentisiz, sürprizsiz birliktelikler yaşadım onlarla. Onlar, diğer insanlar gibiydiler. Ama daha umursamazdılar. Bu nedenle, kendimi hep rahat hissettim onların yanında. Kim olduğumu, nasıl bir adam olduğumu unuttum onlarlayken. Işığı kapattım, şaşılığıma takılmasınlar diye. Birisiyle, yatağa her girdiğimde, hayal ettim sevgilimi.
Bir insan akrabasıyla nasıl olur? Niçin sever onu, nasıl birlikte olur? Babam, amcasının kızıyla evlenmiş. Annemle babam, ben doğmadan akrabaymışlar zaten. O kan bağı, benim gibi bir quasimodo’nun dünyaya gelmesine neden olmuş. Bir üretim hatasıydım ben. Hastalıklı bir spermin dünyaya gelmiş, vücut bulmuş haliydim. Baştan kaybetmiştim. En baştan, bir sıfır yenik başlamıştım hayata. Aile serveti bölünmesin diye yapılmıştı bu evlilik. Birkaç yıl sonra, varlıkları, yavaş yavaş tükenmişti. Kısacası, annemin ve babamın, amcamın yani dedemin, yengemin yani anneannemin hatalarını her gün yüzlerine vuran tek varlığım ben. O kadar iğreniyorum ki kendimden, herkesi öldürebilirim gözümü kırpmadan.
O sabah, aceleyle yüzümü yıkamak için banyoya gittiğimde, dudağımın kanamış olduğunu fark ettim. Uyurken ısırmış olmalıydım. Çok da dert edilecek bir şey değildi, benim için. Yakışıklılığımı kanattığım dudağım, evvelki gün tıraş olurken kestiğim yanağım ya da burnumun ucunda çıkmış olan bir sivilce bozacak diye bir korkum yoktu nasıl olsa. Tersine, içimde görünüşümü düzeltmeye çalışmak, bunun için ameliyatlar olmak, umutlanmak korkusu vardı. Çünkü hiçbir ameliyat, hiçbir doktor, hiçbir bakım, hiçbir her neyse, benim görüntümü değiştiremezdi. Ben, görüntüsüyle bir olan insanlardandım. Bilirsiniz, hani bazı insanlar yakışıklıdır, ama kötücül bir tarafları vardır her daim. Bazıları tipsizdir, ancak bir saflık, temizlik vardır içlerinde. Bir kısmı da, yüzüne bakılmayacak çirkinlikte ve suretine yakışır derecede kötüdürler. Ben, sonuncu grubun değerli bir üyesiydim. Sahte düzeltmelerle bu yaştan sonra kendimi başkalarına güldüremezdim. Üstelik, içimde zerre kadar insan sevgisi yoktu. Ben, kısa, kambur, haddinden fazla kıllı, hayvandan hallice, otuz beş yaşına basmış, şaşı ve fena bir adamdım. Üstelik, ailemle yaşıyor olmama rağmen, her ayın on beşinde maaşı biten, çoğu zaman onlardan harçlık alan, günde iki paket sigara içen, işe yaramaz, alkolik adamın tekiydim. Annemin, evlenmem için bana köyden kız bulma ümitleri yıllar önce tükenmişti. Babam, çoktandır yüzüme bile bakmıyordu. Doğru düzgün bir işim olmadığı için onların gözünde bir hiçtim.
Eve hakim olan yabancı ve sevimsiz ortamda, annemin her sabah umutla ‘yeni bir güne başlaması’ sinirlerimi daha da bozuyordu. Her allahın günü, yapmayacağımı bile bile kahvaltı hazırlıyordu benim için. Yüzünde yapmacık bir tebessümle, her şey yolundaymış gibi davranması, artık üç yaşındaki çocuklara bile annelerinin hazırlamadığı kahvaltıları hazırlaması beni çileden çıkarıyordu. Onun bu yapmacık telaşları, benim o evde bulunmamın hiçbir manasının kalmadığını kanıtlıyordu.
Çayımı içip, alel acele evden çıkarken, karşı dairede oturan ve beni sadece bu eve değil, bu mahalleye, şehre, hatta hayata bağlayan yegane kadınla karşılaştım. Selma, aşık olduğum kadındı. Adından da güzel, iyi huylu platonik sevgilimdi o benim. ‘Günaydın, nasılsınız Ahmet Bey?’ dedi, evden çıktığımı görünce. Kapısını kilitlerken, çantası omzundan süzülüp, bileklerine indiğinde hafifçe kaldırdı kolunu, siyah deri çantası usulca yerleşti omzuna. Saçının ucundan birkaç tutam sıkıştı çantanın askısına. Eliyle kurtardı onları. Anahtarlığını beyaz paltosunun sol cebine koydu. Bana doğru dönerken, bir kez daha saçlarını saldı omuzlarından aşağıya. Başımı hemen öne eğerek, ‘İyiyim, sen… Siz nasılsınız?’, dedim. ‘Sağ olun, iyi günler!’ diyerek, merdivenlerden aşağı hızla indi. Geriye, onun ipeksi sesi ve harikulade kokusu kaldı.
Sigara almak için sokağın köşesindeki, mahallenin tek bakkalı olan Hasan’ın dükkanına girdim. Her zamanki gibi, iki paket sigara, bir tuzlu kraker alırken, insana bir yıl yetecek kadar dedikoduyu iki dakika içinde anlatıverdi. Selamsız Apartmanı’nda, üç numaralı dairede oturan kadının, geçen gün evine yabancı bir erkek aldığını; dün, akşam saatlerinde tesisatçı Kerim Abi’nin küçük oğlunun hastalandığını; belediyenin yol çalışmasını durduracağını, saydı bir bir. ‘Eyvallah!’ diyerek kapıdan çıkarken, ‘Ha, bir de, geçen gece, üst mahalledeki koruluğun orada bir cinayet işlenmiş. Kadının birine tecavüz etmişler. Yüzünü taşla ezerek tanınmaz hale getirinceye kadar dövüp, öldürmüşler.’ dedi. ‘Hadi ya. Neyse, işe geç kalıyorum.’ diyerek çıktım dükkandan. Krakerimi yerken otobüs durağına kadar yol aldım.
İşe geldiğimde herkesin yüzü bir karıştı. Kafenin en büyük ortağının öğleye kadar iş yerini ziyaret edeceğini söylüyorlardı. Temizlik işlerini halledip, saat dokuz olduğunda kapıları açtık. Akşam üstüne kadar, biraz olsun dinlenemeden, yemek yiyemeden çalıştım. Küçük patron, ekonomik krizi bahane edip benim dışımdaki garsonları işten çıkarmıştı. Altı aydır, mekanın tüm temizlik, bulaşık ve servis işlerini ben yapıyordum. İşimden nefret ediyor, ancak kovulmamak için bir o kadar da özen gösteriyordum. Çünkü bizimkilerle tüm bir günü aynı evde yaşamak fikri bile, beni çileden çıkarmaya yetiyordu. Üstelik bu iş, içki ve sigara param için yeterli oluyordu. Bu da bana yetiyordu. Ama, geçen ay, Selma’nın kızının doğum günü için güzel bir oyuncak hediye almayı düşünmüştüm. Patrondan maaşıma zam yapmasını istedim. Onun doğrudan bana bakan gözlerindeki acınası ifade, aklımdan çıkmıyor. Şaşı ve zaten yüzüne bakılamayacak derecede çirkin bir adam olan bana iş verdiği için ona minnettar olmalıymışım. Benim gibiler, aldıkça daha fazlasını isterlermiş, adamın yakasına sülük gibi yapışırlarmış. Aslında, o amme hizmeti yapıyormuş. Kırdığım tabakları, maaşımdan kesmediği için şanslıymışım falan filan. Bir sürü bunun gibi lakırdılar… Onun sözleri üzmüyor, aksine eğlendiriyordu beni. Ama sıkılıyordum karşısında durmaktan. Hemen bir sigara yakmak veyahut bir duble buzlu sek rakı içmek istiyordum. Sonra tüm gün, bu amaçla akşamı zor ediyordum. O nedenle, ofisine hiç uğramamak en iyisiydi.
Fakat, benim de istisnalarım vardı. Selmam vardı benim. Öğlen mesaisi saatinde tek başına ilk kez geldi kafeye. Cam kenarındaki masaya yanaştı. Çantasını zarif bir hareketle masanın kenarına koydu. Paltosunu çıkarıp sandalyesinin sırtına astı. Saçlarını düzeltip, yerleşti yerine. Menüyü alıp inceliyor; bir yandan da yoldan geçenlere bakıyordu. ‘Oğlum hadi, müşteriye baksana.’ diyen patronun sesiyle uyandım. Benim için zaman yine durmuştu. Hemen yanına gittim. Beni görünce çok şaşırdı. Orada çalıştığımı bilmiyormuş. Ürkek bir hali vardı. O an, pek anlam verememiştim, şimdiyse meseleyi ancak anlıyorum. Servis süresince bana oldukça kibar ama bir o kadar da mesafeli davrandı. Tedirgindi. Geçen geceki cinayeti sordu: ‘Kimmiş katil, öğrenebilmişler mi?’ dedi. Bilmediğimi söyleyip, kızlarını sordum. Bir süre sohbet ettikten sonra patronun beni çağırmasıyla yanından ayrılmak zorunda kaldım. Ben diğer masalara bakarken kalkıp gitmişti. Bana yüklü miktarda bahşiş bırakması biraz ağrıma gitmişti, ancak onu görmüş olmak, bendeki kasvetli hali götürmüştü. Günümü aydınlatmıştı. O gün benim keyfimi hiçbir şeyin bozmasına izin vermemeye karar verdim.
Mesaim bittiğinde, Ali’nin birahanesine gittim. Eve birkaç durak uzaklıktaki bu birahanenin sahibi uzaktan akrabamızdı. Mekanın yıllardır müdavimi olmama rağmen bir gün bile bana içki ısmarlamamış olan, son derece cimri bir adamdı. O da Bakkal Hasan gibi, muhtarıydı buraların. Herkesi bilirdi. Her şey, ondan sorulurdu. Buraya gelenlerin çoğu, birahanesinden çok, Ali’nin kendisine gelirlerdi: Ondan en son haberleri, dedikoduları dinlemek için onunla saatlerce otururlardı. Benim niyetimse, her zamanki gibi sadece içmekti. Gündem, korulukta işlenen faili meçhul cinayetti. Öğlen, Selma’nın bana yaptığı sürprize karşılık ben de onun hayalini mekanın en güzel masasında ağırlıyor, ona buz gibi bir yetmişlik Tekirdağ’la teşekkür ediyordum. Karşımda onu düşleyerek saatlerce oturmuş gece yarısını geçirmiş olduğumu fark ettiğimde, eve geç kalacağımı anlayıp hesabı ödedim ve hızla oradan ayrıldım.
Ertesi sabah, saatimin alarmıyla yataktan fırladım. Saat yedi buçuktu, ve ben işe geç kalmıştım. Yüzümü bile yıkamadan apar topar hazırlandım. Evden çıkarken annem arkamdan seslendi: ‘Oğlum, dün gece korulukta bir kadını öldürmüşler yine. Oralara gitme sakın! Aklım sende kalmasın.’ Kapıyı çekerken bana hala bir şeyler söylediğini duyuyordum.
Hiç huyu olmamasına rağmen, büyük patronun sabah erkenden iş yerine geleceği tutmuştu. Çalıştığım günden bu yana, ilk kez işe geç kalmıştım. Bu şanssızlığıma şaşırmadım. Hayatı boyunca aksilikler yaşamış, doğuştan sakat bir insanın başına birkaç kez de olsa, iyi şeyler gelebileceğini düşünebilir insan. Ama benim lanetlenmiş hayatımda bunlara yer yoktu. Patrondan bir sürü azar işitip, tuvaletleri temizlemeye koyuldum. Hızla işleri yetiştirip, kafenin sabah müdavimlerine servis yaptım. Hemen sonra, benim de başıma güzel şeylerin gelebileceğini düşündürten bir şey oldu: Selma kafeye geldi. Bir gün önceki gibi tedirgindi. Etrafına çekinerek bakıyordu. Yanına gittiğimde rahatladığını hissettim. İki gün üst üste benim işyerime gelmesi tesadüf olamazdı. Bana karşı diğer insanlardan daha nazik olması, ötekilerinin aksine ilgili olması, her karşılaştığımızda benimle konuşmaya çalışması sadece kibarlığından değildi. O da beni seviyordu. En azından, hoşlanıyordu benden.
Yanında daha fazla olabilmek için diğer masaların servislerini çabucak yapıyor yine onun oturduğu masanın etrafında buluyordum kendimi. Tabağındaki yemekten aldığı neredeyse her lokmada masasına fazladan peçete koymak, bardağındaki suyu doldurmak, ekmek koymak bahanesiyle yanına gidiyordum. Önceleri, ona karşı olan zaafımı belli etmemeye ne kadar çalıştıysam, şimdi bir o kadar belli ediyordum. Bu şaşkın halim, patronun gözünden kaçmamış, beni yanına çağırıp, müşteriyi rahatsız etmemem konusunda uyarmıştı. Ama onun ne düşündüğü, bana ne söylediği umurumda değildi. O an, beni işten çıkarsa bile üzülmeyecek, tersine Selma’nın yanında daha fazla vakit geçireceğim için sevinecektim. Fakat, Selma kısa süre sonra hesabı ödeyip masadan kalktı. O muhteşem kokusu kaldı geriye. Arkasından bakakaldım. Onunla doğru düzgün iki çift laf edemediğim için kendime kızdım. Onun yarın da kafeye gelebileceği ihtimali tüm gün beni ayakta tutacaktı. Alışık olmadığım bir duyguya kapıldığımı hissetmiştim. Hayatım boyunca en çok kaçtığım şey olan ümit etmenin esiri olmuştum artık.
Akşam saatlerinde, otobüsle eve dönerken iş çıkışı bir iki kadeh bir şeyler içmek için Ali’nin birahanesinin bulunduğu durakta indim. Orada bir saat zor oturabildim. Rakının tadı her zamanki gibiydi. Ali, yine bildik hikayelerini anlatıyordu; mekanın sadık müşterileri de yerlerindeydi, ancak bende alışık olmadığım bir telaş vardı. Bu durum, Ali’nin de gözünden kaçmamıştı. İki masa çaprazımda oturduğu yerden bana seslendi: ‘Bir haller var sende! Ne oldu ulan, yoksa aşık mı oldun?’ Kendimi bu denli belli etmemem gerektiğini biliyordum. İleride, onunla bir ilişkiye başlayacaksak, düşüncesi bile gülümsememe yetiyordu, bunu gizli yürütebilmeliydim. O, sonuçta evli ve çocuklu bir kadındı. Onun adına leke sürülmesini asla istemezdim. Ali, soru sormaya devam ettikçe, artık kalkmam gerektiğini anladım.
Bizim evin bulunduğu caddenin girişindeki yol ayrımına geldim. Soldaki düz yol, doğrudan bizim eve çıkıyordu. Sağdaki yol ise, koruluğun oradan geçiyordu, ancak daha kısa bir yoldu. Sağa sapıp, kısa yoldan ilerlemeye karar verdim. Koruluktan geçerken burnuma tanıdık mis gibi bir parfüm kokusu geldi. Bu, Selma’nın kokusuydu. Gecenin bu saatinde onun orada olması imkansızdı ama ben yine de, ne olur ne olmaz etrafa göz atmaya karar verdim. Ağaçlık alanda bir sağa bir sola dönüyor, önceden geçtiğim yerlerde daireler çizerek ilerliyordum. Kimseciklerin olmadığına tam da emin olmuşken, uzaktan belli belirsiz bir ses duydum. Sese doğru ilerledikçe, onun kokusunu daha net duyar oldum. Sesini de işitmeye başlamıştım. Çığlık ve hırıltılar arttıkça, aklıma iki üç gündür önemsemediğim, ancak annemin ve mahalledekilerin sözünü ettiği cinayetler geldi. Katil, sadece kadınları öldürüyordu. Hem de korulukta. Hızlanmaya başladım.
Bir iki adım sonra, çalılığın arkasında gördüm Selma’yı. Toprağın üzerinde, sırt üstü uzanmış, iki eliyle üstündeki adamın başını okşuyor; onu öpüyordu. Başını kaldırdığında adamı da gördüm, büyük patronumdu.
Sonrasını hatırlamıyorum. Selma’ya zarar vermeyi hiç istemedim. Onu gözümden sakınırdım, ama kendimi kaybettim işte. Diğer cinayetlerle ilgim yoktur, Hakim Bey. Çok üzgünüm. Savunmam bu kadar.
Hakim, gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. Genzini temizlemek için bir kez yutkundu.
‘Anlaşıldı. Yaz kızım. Gereği düşünüldü. Sanık Ahmet Çobanoğlu’nun…’
Cansel Uygun kimdir?
1985 İzmir doğumlu. Tevfik Fikret Lisesi’nde orta öğrenimini, Bornova Anadolu Lisesi’nde lise öğrenimini tamamladı. Bir süredir İstanbul’da yaşamakta. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümü mezunu. Marx ve Marksist teorisyenler, yabancılaşma, toplumsal mücadeleler, Türkiye yakın tarihi, kadın çalışmaları, toplum ve sinema, edebiyat sosyolojisi akademik ilgi alanları. Çeşitli akademik dergilerde makaleleri yayımlandı. Metin yazarlığı, çevirmenlik ve dergicilik yaptı. Senaryo yazarlığıyla ilgili eğitim aldı. Bir kültür sanat dergisinde köşe yazarlığı yaptı. Fransızca ve İngilizce biliyor. Sinema yazarlığı yapıyor, belgesel çekiyor. Uzun süredir öykü yazmakta. Öyküleri yaklaşık bir senedir internet ortamında ve çeşitli dergilerde yayımlanmaktadır.