“Kırk katır mı, kırk satır mı?”
Kahverengi saçları kendiliğinden bukleli kız, elinde külahta vanilyalı dondurma tutmaktaydı. Dizlerinin altında biten pamuklu bir elbise giymişti bugün. Rengi külahındaki üç kat topla aynıydı. Bu sözcüğün çağrıştırdıkları nedeniyle allanan yanakları ilk günlerdeki kadar koyu renkli değildi. ‘Hepimiz aynı dertten muzdaribiz’ düşüncesinin rahatlatıcılığının şiddet düşürücü etkisiydi herhalde.
“Vız gelir, tırıs gider,” dedi Ömer.
Kakaolu dondurma geleneğini kırıp ilk kez limonlu istemişti. Yaladığı sarı toptan akan sıvı çenesine damlayınca masadaki peçeteyle dikkatlice sildi. Ardından dudağının üzerindeki hayali bıyığı da temizledi. Bunu sık sık tekrarlamasına zamanla alıştığımız için aldırmaz olmuştuk.
“Kasım yüz elli, yaz belli,” dedim sıra bana geldiğinde.
İki sene önce bahçede üzüm bağını budarken atmış beş yaşında kalp krizi geçirip ölen dedemin lafıydı. Kış aylarında ağrıyan dizlerini ovarken teselli olarak en sık tekrarladığı sözdü.
‘Peki şimdi ne olacak?’ dedi Gözde.
Dondurmadan aldığı her parçayı zevkle dilinin üstünde eriyene kadar gezdirmekteydi kız. Son gelişimizde burada çok mutluyum, demişti. Ben de iyi vakit geçirmekteydim. Özel bir şeyler yaşıyor olmanın hissiyle sarmalanmanın heyecanı müthişti. Ailelerimizin, en yakın arkadaşlarımızın bile bilmediği bir sırdı.
Camekândan dışarıya ya da kül grisi rengine boyalı kapıya bakmaya gerek yoktu. Bir şekilde kafenin haricindeki dünya ile bağlantımız mevcut değildi. Her şey burada başlayıp burada bitmekteydi. Masadaki müşteriler biz burada olduğumuz müddetçe değişiyordu, ama hiç birinin gelip gitmek için kapıyı kullandığına şahit olmamıştık.
Ömer’le birbirimizin yüzlerine baktık. O, kafenin bize endeksli olduğunu düşünmekteydi. “Yoksa gariplik duygusunu bu denli hisssetmezdik” demişti geçen sefer. Üstünde lekesiz ve ütüsü jilet gibi bir gömlek vardı. Hiç sokak kıyafetleriyle gelmemişti. Başında herzamanki yavru ağzı rengindeki siperli şapkası vardı. Zamanla bu renge alışmıştım. Sanırım annesi giyim kuşam alanına sadece bu şapkayla nüfuz edebilmekteydi. Benim annemin sahası daha genişti. Sık sık giydirdiği kahverengi fitilli bahçevan kot şortumla çıkagelmiştim yine. İçlik olarak beyaz bir tişört giymiştim. Bu kıyafetleri son zamanlarda hiç kullanmadığımı çok net hatırlıyorum. Şortumu örneğin küçük gelmeye başladığında komşumuz Şerife ablanın oğlu Selim’e vermişti annem. En son 2 sene önce giymiştim. Ben bu zaman içersinde beş santim boy attığımdan üstümde doksan derecede yıkanıp çekmiş gibi durmaktaydı. Düzen hastası titiz Ömer ve Gözde’nin bu halime aldırdıkları yoktu ama.
“Ben buraya Ali dayımla geliyordum. Sonra Maltepe’ye taşındık. Yolumuz düşmez oldu. Üstünden epey zaman geçti tabii.”
Gözde, bu kaçıncı tekrar dercesine Ömer’e baktı. Okul çıkışlarında arkadaşlarıyla bu kafeye geliyordu. Şemsiye çikolatalardan almak için eve dönüş yolunu biraz uzatmaktaydı. Hepimiz bir şekilde buraya gelip gitmiştik. Bu arada Gözde’nin elindeki dondurma külahının yerine koca bir bardak buzlu limonata gelmişti. Hangi arada ısmarlamıştı. Masaya garsonun geldiğini hatırlamıyordum. Özel müşterilere ‘göz açıp kapayana kadar servisi’ vardı belki de.
Göztepe’deki Değirmen Pastanesi’ndeydik. Bunu dışarda vızır vızır geçen mavi minibüsleri ve Göztepe Araştırma Hastanesi’nin yerini görmeden bilmekteydim. Dedem bir sene boyunca karaciğer iltihaplanması için bu hastaneye kontrollere gelirken beni de yanında getirirdi. Çıkışta bu pastanede oturur canım ne isterse yememe müsaade ederdi. Ekler pasta ve dondurmadan sonra en çok sevdiğim şeydi. İkisinden de bol bol yemiştim. Ereğli’nin sınırlarından girer girmez annem tarafından şekerli mamüller ambargosu başladığı için Değirmen’de tatlının tadını çıkarmaktaydım.
Ömer kimseden bir yorum gelmeyince devam etti. “Diğer müşterilerin bize baktığını gören var mı hiç? Hep aynı masadayız. Canımız ne isterse önümüze geliyor. Ödemeyi kim yapıyor? Benim cebimde beş kuruş bile bile yok.”
Elimi otomatik olarak cebime attım. Para vardıysa bile delik ceplerimden düşüp gitmiş olmalıydı. Ömer bu buluşmalarımız üzerinde şimdiye kadar çok varsayımda bulunmuştu. Hepimiz bu pastaneye bazı yakınlarımızla daha önceden gelmiştik. Birbirimizi bu sohbetler haricinde başka bir yerde görmediğimizden emindik. Ben İstanbul’da oturmuyordum bir kere. Biz bunları düşünürken elele tutuşmuş bir çift ilerimizdeki masaya yerleşti. Amcamın bir ara üzerinden hiç çıkarmadığı Camel Tropi gömleği giymiş olan adamın bir işaretiyle garson yeni müşterilerle ilgilenmeye başlamıştı.
“Boşverin. Vız gelir, tırıs gider,” dedi Gözde.
Ömer’in cümlesini kullanmıştı. Anlamını da ondan öğrenmiştik. Ömer, Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’sini, Necip Fazıl’ın Kaldırımlar’ını, İstiklal Marşı’nın on kıtasını ezbere tastamam bilmesine rağmen abisinin bu sözünü tercih etmişti. Bir keresinde Han Duvarları’nı bize bir solukta okumuştu. O şiirler bize de okutulurdu okulda. Eve ezber ödev verilirdi. Uzun olanlarda hata yaptığımda dedem ‘kaletsiz oku evladım’diyerek tekrarlatırdı. Onun gibi okumam asla mümkün değildi. Ömer kafası zehir gibi olanlardandı. Bir şekilde hepimiz yakınlarımızın sıkça yineledikleri sözleri tercih etmekteydik.
“Merhaba arkadaşlar.”
Sesin sahibi olan bizim yaşlarımızdaki çocuğu görünce apışıp kaldık. Burada olduğumuz süre içersinde garsonlar da dahil bizle konuşan ilk kişiydi. Kapıdan girmemişti. Gökten zembille inmişti yani dedemin ifadesiyle. On beş yaşlarında olmalıydı. Çalı gibi dikleşmiş siyah saçlarının altındaki iri kahverengi gözleri ışıl ışıldı.
“Adım Buğra,’ dedi çocuk. ‘Size bazı şeyleri açıklayacağım. Şu an ortak bir rüyadasınız. Ve sizi buluşturan ortak bir noktanız var.”
Birbirimize bakakaldık. Her duruma bir yorumu olan Ömer’in bile şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı.
“Eziyet görüyorsunuz. Üçünüz birden. Eziyetin sürekliliği beyninizden birbirinize bir kanal açtı.”
“Nasıl olabilir?” dedi Ömer. Şaşkınlığından sıyrılmaya başlamıştı.
“Şimdi göstereceğim size. Gözde önce sen anlat. Sana eziyet eden babandı değil mi?”
İkinci bir şok durumumuzun özelliği nedeniyle ilki kadar sarsıcı değildi. Yine de Gözde’nin gözleri dolu dolu olmuştu. Ömer kolunu kızın omzuna attı.
“Babam buraya yakın bir yerde bakkal işletiyor. Küçük bir yer. O marketler çıkıp gelene kadar her şey iyiydi, der sürekli. Bazen sevdiği de olur beni. İçmediği zamanlar. İçtiğinde annemle kavga ediyorlar. Beni de dövüyor.”
Buğra, ‘devam et’ anlamında başını salladı.
“Elinde para kalmadığında dedemden ve amcamdan istiyor. Geçenlerde amcamla büyük kavga ettiler. Akşam sopayı ben yedim.”
Gözde bunu daha önce de anlatmıştı. Bazı ayrıntılar yeniydi. ‘Kırk katır mı, kırk satır mı’ lafı babasının kızın avucunu açarak sopayla kabartmadan önce ona söylediği bir sözdü. Buğra, Ömer’e bakarak, “Sıra sende,” dedi.
“Abim,” dedi Ömer.
Gözleri hayranlıkla karışık öfkeden parlamaktaydı. Ömer çok iyi notlar alan bir öğrenciydi. Anne ve babası ondan çok umutluydu. Ömer tam bu kelimeleri kullanmamıştı. Anlamak kolaydı. Sadece notlar yaldızlı değildi, üstü başı da parıl parıldı. Elbiselerini kendi seçmekteydi. Elimdeki kurumuş çikolatalı dondurma lekesine baktım. Ömer’in üzerinde rüyada bile tek bir leke yoktu.
“Abim lise sonda bu sene. Geçen sene beş zayıfla geldi. Annem üzüldü. Babam okumayacak bu çocuk, diye azarladı ve beni örnek gösterince ne oldu dersiniz?”
Bu hikayeyi üçüncü kez kez dinliyorduk. Bir abim olmadığı halde halini çok iyi anlıyordum. Dayak kimden gelirse gelsin dayaktı sonunda.
“Mahalleden bir çocuk,” dedim sıra bana geldiğinde. “Adı Ekrem. Herkes ona Eko diyor. Ve babasıyla bir sorunumuz var.”
Aynı şeyi anlatmaktan dolayı utancım biraz hafiflemişti. Ömer ve Gözde ayıplayıcı gözlerle bakmamaktaydılar. Dediğim gibi hepimiz aynı dertten muzdariptik.
“Müteahhit, babamla ve onun babasıyla anlaşmış. Evlerimizi yıkıp yenilerini yapacak. Annem geç bile kaldık diyor vermekte. Ekrem’in eviyle aramızda Şahin amcanın evi var. Müteahhit Şahin amcayla da anlaşmak üzere. Yerlerimiz dar olduğu için Şahin amcanın yeriyle bizimkini birleştirerek büyük apartman yapmak istiyormuş. Ekrem’in babası da ‘bizimkiyle birleştir’ demiş. Aylardır kavga edip duruyorlar. Ondan sonra Ekrem bir gün beni birkaç arkadaşıyla sıkıştırdı. Yalnızdım. Karşı koyamadım. Karnıma tekmeyi indirdi. Olduğum yere çöküp kaldım. Sonra da gerisi geldi.”
Ağlamıştım da, ama bunu Ömer’e, Gözde’ye söylemedim. Eko daha sonra bir gün sırıtarak yanıma yaklaşmış ve sırtımı tıpışlamıştı. Ben de bu davanın sona erdiğini sanarak eve gitmiştim. Annem evde, sırtımda ‘satılık eşek’ yazan kağıdı bulduğundaki utancımdan yerin dibine girmiştim.
“Hepsi bu kadar.”
“Korkmayın.’ dedi çocuk. ‘Yavaş yavaş geçecek bunlar. Seni baban dövmeyecek, seni abin, seni de mahalle arkadaşın.”
“Nasıl olacak bu.” dedi Ömer.
“Sizi dövenlere zor rüyalar ısmarlayacağız.”
“Nasıl olacak peki?’
“Şimdi nasıl oluyorsa, öyle. Bu eziyetler sizi bir araya getirdi. Daha önce birbirinize tanımazdınız. Tüm bunlar bitince de hafızanızdan yavaş yavaş silinecek. Tıpkı diğer çocukluk rüyaları gibi.”
Arkadaşlarımın yüzünde inanmamazlık ve itiraz izleri yoktu. Yedi rüyamızda da bu kafede bir araya gelmiştik. Yarı bilinçle burda bunun için toplandığımızı biliyorduk. Şimdi bunu iyice anlamaktaydık.
Dayakların biteceğini duymak çok heyecanlandırmıştı beni. Onun sözlerine inanmaktaydım. Yoksa bu rüyalarla hiç görmediğim bu çocuklarla biraraya gelmezdim.
“Sizi dövenler o gece rüyalarında karanlıkta kalacaklar. Bitmez tükenmez uzunluktaki zifiri karanlık koridorlarda dolaşıp duracaklar. Dövmedikleri zaman bunu görmeyecekler. Zamanla yarı bilinçle de olsa durumu hissedip vazgeçecekler. Siz başka bir şey yapmayın. Onların sopası da böyle olacak.”
Ekrem’in karanlık bir koridorda dolanıp durması fikri beni çok mutlu etmişti. İntikam sayılmazdı. Benim gibi eziyet görmeyecekti. Ömer, Buğra’nın sözleri üzerine düşüncelere dalmıştı. Ne kadar eziyet ederse etsin abisine çok düşkündü.
Çocuk bunları dedikten sonra arkasına dönüp gitti. Ben daha şimdiden dayaktan kurtulduğumuza inandığımı hissediyordum. Yüzüm gülmüştü. Kapıdan çıkmadan önce bize dönüp ‘dondurmalar benden’ dedi. Gözde yaşasın diyerek elini çırptı. Hepimiz keyiflenmiştik yeniden. Valla bu üçüncü külah olacaktı. İnşallah rüyada yenen dondurmalar karın ağrıtmıyordu.
*
“Kırk katır mı yoksa kırk satır mı?”
“O da ne demek?”
On beş sene öncesinden çıkagelen bir cümleydi.
“Az önce birini gördüm. İnsanlar çift doğmuş desem inanır mısın?”
“Ist ein schönes Mädchen?”
Yeliz’le Münih’teki Teknik Üniversite’de yüksek lisans yaparken tanışmıştık. Almanca ikinci ortak dilimiz olmuştu. Bir kızdan bahsetmediğim besbelli olduğu için rahat rahat sormuştu soruyu. Allahtan kıskançlığı her kadına yönelik değil, sınıf sınıftı.
Az önce gördüğüm kişi Gözde değil, o rüyada masamıza gelen çocuğun büyümüş haliydi. Birden o rüyaları yıllardır düşünmediğimi hatırladım. Unutmuştum. Anı defterimden yavaş yavaş silinmişlerdi. Her şey Buğra adlı çocuğun dediği gibi olmuştu. Ekrem gerçekten karanlık koridorlara kapatılmış mıydı bilmiyorum. Ama birkaç kez daha beni isteksizce sıkıştırdıktan sonra dayakların arkası kesilmişti. Test etmek için onunla karşılaştığımızda gitme işini ağırdan alıyordum. Hatta mahallenin çocuklarına onu korkuttuğuma dair söylenti yaymıştım. Kulağına gitmiş olmasına rağmen bana bir daha parmağını bile dokundurmamıştı.
Diğerlerine ne olmuştu. Gözde’nin sarhoş babası, Ömer’in kıskanç ergen abisi dayağı kesmişler miydi. İçimde bir yan evet, diyor. O rüyalar haricinde onları bir kez bile görmedim. Ne rüyaların hemen bitiminden sonra, ne de şimdi. Onları unutmuştum bile.
“Şuna baksana” dedi Yeliz. Bir işhanının girişindeki antikacının önündeydik. Duvara asılmış siyah saç örgüleri omuzlarına düşmüş bir köy kızı heykelini göstermekteydi.
“Küçükken bizim evde vardı bundan. Çok korkardım. Şimdi hiç korkunç değil oysa.”
Kız elimden tutup içeri çekti. Heykelciği alacaktı. Ve artık hiç korkmayacaktı. Belki yarın bir gün çocuğumuz korkacaktı. Biz korkması gerekmediğini öğrettiğimizde vazgeçecekti. Bu görüntüler zihnime ard arda dolmuştu. Bebeğimizin heykele bakarak ağlaması, bizim onu kucağımıza alıp susturmamız. Beynim kafeyi, saçları bukleli kızı ve şiir okuyan o çocuğu dün gibi hatırlamaktaydı.
“Belki sana da bir şey buluruz.” dedi Yeliz. Bu arada satıcı heykeli yerinden almış nişanlıma uzatmaktaydı. O an yolun karşısındaki pastaneyi gördüm. Değirmen kafe değildi. Değirmen’e rüyalardan sonra hiç yolumun düşmediğine eminim. Küçük bir pastaneydi bu. On beş yaşlarındaki bir çocuk elindeki külahı dik tutmaya çalışarak pantolonunun arka cebinden para çıkarmaya çalışıyordu. “Çocukluğumdan kalma bir şey buldum” diye mırıldandım nişanlıma. Duymadı. Dikkati köylü kız heykelindeydi. Pastanedeki çocuk üç toplu dondurmasından bir ısırık aldı. Dilimde dondurmanın soğukluk hissi gitti geldi. Aşağıya indi. Karnım birden fena halde ağrımaya başlamıştı.