Olmuyordu. Elleri terli. Nefesini tuttu. Tüm aksiliklerin dağılmasını umarak duman doldurdu ciğerlerine. Denedi. Denedi ama yine olmadı. Merdaneyi sökmek gerekiyordu belki de. Umursamadı. İnatçıydı. Kasılan ellerine, parmaklarına devam edin komutunu gönderdi.
Castile’li korkak Miguel kılıcını kınına güçlükle soktu. Yüzündeki mağrur ifadeyi ter, kan ve hatta çamur bile örtememişti. Müslümanların İspanya’daki 800 yıllık hakimiyetini sonlandıran orduda yer almıştı. Her türlü övgü yetersizdi o an. Şimdi ortalığa ölüm sessizliği hakimdi. Kılıç sesi yoktu, çığlıklar kesilmişti. Uzaklardan gelen bir kadın inlemesi hariç. Farklı bir dilde ama içten bir duyguyu paylaşıyordu kocasının ve oğlunun katilleriyle.
1492, zaferin yılıydı. Yeniden Fetih tamamlanmıştı. Şimdi, Müslüman ve Yahudiler Gırnata’dan kovulduktan sonra, ganimetin nasıl paylaşılacağı üzerine yeni bir savaş başlayacaktı. Miguel de savaş meydanında kazandığı tüm asil duyguları kenara bırakmış, diğerleri gibi bu soruya odaklanmıştı. Bir iç savaş öncesinde gibiydi Gırnata. Müslümanların ve Yahudilerin boşalttığı evler onlardan katbekat fazla olan İspanyollara nasıl pay edilecekti? Bir evin birden fazla talibi olması kaçınılmazdı. Bu durumda Kral Ferdinand’ın sözüne ve adaletine güvenmekten başka çaresi yoktu muzaffer askerlerin. Savaşta en büyük faydayı sağlayanlara öncelik tanınacak demişti yüce kral. İşin gerçeği Miguel’i savaşa iten de sadece buydu. Ne Müslümanlardan nefret ediyordu ne de fakirlikten. Kral’ı da umursadığı yoktu. Dırdırcı karısının insanca yaşamaları için tek çıkış yolunun bu savaşın sonunda dağıtılacak ganimet olduğunu düşünmesi, Miguel’i pek de anlamadığı şekilde buraya kadar getirmişti. Gırnata şehrinin devasa kapısından içeri girdiklerinde Miguel servetin ve ihtişamın kendisine ne denli uzak kavramlar olduğunu kavrar gibi olmuştu. Şehir tıpkı papazların ağızlarından düşüremedikleri Cennet’i andırıyordu. Her yer yeşildi ve her yerden su sesleri geliyordu. Sokaklarda sükunet ona rüyadaymış gibi bir his veriyordu. Ve El Hamra Sarayı… Ahşap süslemelerinin sardığı, kırmızı tuğlaların ördüğü ilahi yapıt, eski Arap şairlerinin dediği gibi, zümrüt içinde bir inciyi andırıyordu. Gırnatalıların ruhlarını şeytana sattıkları doğru olmalıydı. Faniler böyle bir esere vücut verebilirler miydi?
Miguel görmüş geçirmiş bir adam sayılmazdı. Babası Castile’deki kiliselerin birisine yiyecek tedarik eden sıradan bir çiftçiydi. Binbir rica neticesinde oğluna kilisede eğitim aldırmayı başarmıştı. Ne var ki Miguel’in kavrayışı zayıftı. Okuma yazmayı öğrenmenin ötesine geçemeyeceğini kısa sürede kabullendi. Evlendi ve baba mesleğine döndü. Miguel, yine de, kilise eğitiminin kendisine okuma yazmanın ötesinde bir görgü kazandırdığını düşünürdü. Öyle olmasaydı günlerdir yağmalanan, yıkılan, üzeri dışkıyla kaplanan Endülüs yapıtları ona ızdırap verir miydi?
Yağmalamanın olacağı, savaş başlamadan konuşuluyordu. Ancak her şeyin bu denli çabuk gelişeceğini kim tahmin edebilirdi? El Hamra başta olmak üzere tüm yapılarda, İspanyol ordusunun çoğunluğunu oluşturan köylü ve eşkıyaların gözüne değerli görünen ne varsa kısa sürede çalınmıştı. Kral’ın buna göz yumacağını ya da göz yummaya mecbur kalacağını düşünenler haklıydılar. Fırtına basit bir yağma ile dinecek gibi değildi. Bir hafta içinde din değiştirmeyi reddeden Müslüman ve Yahudilerin sırtları da dahil olmak üzere her yere Katolik amblemleri kazındı. Şimdi fetihten iki hafta sonra Gırnata tamamen el değiştirmişti. Katolik olmayı kabul eden az sayıdaki Müslüman ve Yahudi’yi saymazsak sürgün Gırnatalıların ortak kaderi olmuştu…
Miguel yağmanın sonlandığı ancak ganimetin dağıtılmadığı o günlerde geçici olarak yerleştirildiği konağa alışmak üzereydi. Hatta uzun yürüyüşleri sayesinde şehrin birçok ayrıntısına hakim olduğunu düşünüyordu. Yine de her gün yeni bir keşifte bulunma umuduyla uyanıyordu. Gördüğü her olağanüstü yapıyı, alışkanlığı, fikri gece defterine kaydediyordu. Burada yaşamasının mümkünlüğü konusunda ciddi şüpheleri vardı. Her geçen gün umudu sönüyordu. Kral hala ganimetle ilgili bir açıklama yapmamıştı ve sanılanın aksine savaşçılar şehri terk etmeme konusunda çok inatçıydılar. Miguel daha fazla dayanamazdı. Eşi ve çocuğu ona muhtaçtı. Belki yarın, Castile’e dönmesi gerekecekti. İşte bu günlük o günler içindi. Beynindeki imaj silinmeye başlayınca yazdıklarını okuyacak her şeyi yeniden yaşıyor gibi olacaktı. Eşine, oğluna Gırnata’yı götürecekti.
17. geceydi…
Miguel’in aklına giren bir bilgi kalıntısı gitgide daha rahatsız edici bir hal aldı. Doğrulanmadan veya yanlışlanmadan rahat vereceğe de benzemiyordu. Fetihten önce, yani Gırnata uzak bir hayal iken Yahudi tüccarlardan şehir ile ilgili yüzlerce hikaye işitmişti. Bunlardan birisine göre şehirdeki her kapı farklı renge boyanmıştı. Nasıl olduysa bu söylenti o geceye dek Miguel’in bilinç üstüne çıkamamıştı. Genç adam yatakta birkaç kez döndükten sonra merakına teslim oldu ve sokağa çıktı. Şanslıydı, zira dolunay ona yardımcı olacak gibiydi. Serin yaz gecesinde paralel üç sokak gezdi. Sonra şunu fark etti ki kapıları tek tek gezmek pratik değildi. Üstelik Gırnata’nın hala bir baskın ile Araplara döneceğinden endişe eden nöbetçiler onu casus sanıp bir okla yere yığabilirlerdi. En iyisi şehri gören tepeye çıkmaktı. Öyle yaptı. Ne var ki atladığı bir nokta vardı; ay ışığı bu kadar uzaktan bakınca işlevini yitiriyordu. Ama ısrarcıydı. Gidip yatağına uzanmasını engelleyecek kadar büyümüştü merakı. Sabırla güneşin doğmasını bekleyecekti. Yüzünü göğe çevirdi. Ellerini başının altında birleştirdi. Neden sonra yüzünde mutlu bir ifade ile sızdı. İzlendiğini hissedene kadar da uyanmadı.
Savaşın sezgileri güçlendirdiği söylenir. Belki de bu yüzden, Miguel tepesinde bekleyen adamın ona zarar vermeyeceğinden emin gibiydi. Sarıklı adam, güneş ile Miguel’in arasına girmiş, sessizce onu izliyordu. Bu adamın şakacı bir İspanyol olmadığı düşünülürse mantıklı tek seçenek öfkeli bir Arap olacağıydı. Miguel elini kılıcına attı. Hayret, kılıç yerindeydi. Adama doğrulttu. Adamın tepkisizliği onu ürkütmüştü. “Kimsin sen?” sorusu yerine “Benden korkmadın mı?” demeyi tercih etti Miguel. İhtiyar adam gökyüzünü gösterdi ve kusursuz bir İspanyolca ile “Yıldızlara hayranlık duyan insandan kötülük gelmez.” dedi.
Uzun ve dolu konuştular. Hava karardığında Miguel yeni bir dost kazandığını düşünüyordu. Bilge Abd el-Musavvir’in kendine hayran bırakamayacağı insan yoktur diye geçirdi aklından. Bin yılda edinilebilecek bilgi, ölçülü samimiyet ve yerinde nükteler bu yolda kullandığı silahlardan sadece birkaçı olmalıydı. Miguel sevginin ve aceleciliğin yarattığı bir heyecanla Abd el-Musavvir’e “Dile benden ne dilersen?” dedi. Arap çekinmeden diledi. Miguel pişman olmadı. Tersine, söz verdi Tanrısına, ne pahasına olursa olsun onun isteğini yerine getirecek, onu komutanın huzuruna çıkaracaktı.
İşler beklendiğinden hızlı ve pürüzsüz gelişti. Basit bir asker ile komutan arasında yer alan dört aracının ikna edici konuşmaları neticesinde komutan, Miguel’den Arap’ı kendisine getirmesini istedi. Komutan elbette kendi çıkarını gözeterek böyle bir karar vermişti. Eğer Arap bahsedildiği kadar yetenekli ise Kral ondan faydalanmak isteyebilirdi. Ancak Kral Ferdinand soluk yüzünü asıp her zamanki memnuniyetsiz tavrını takınır da Arap’ı istemezse Komutan Arap’a talip olacaktı. Savaş sanatı ile ilgili kitapları İspanyolcaya tercüme etmesi için ona ihtiyacı vardı. Miguel’in anlattığına göre Arap’ın tek isteği dinini değiştirmeden Gırnata’da yaşamaya devam etmekmiş. Bu isteği karşılandığı taktirde gönül rızası ile çalışmaya hazırmış. Komutan bu şartları ona sağlayabileceğini düşünüyordu. Ona rahatça çalışabileceği bir oda ve Gırnata’nın şu baş ağrıtmayan mumlarında okuma imkanı sunabilirdi.
Durdu Nurcan. Yine kağıt sıkıştı merdaneye. Önce tuşlara sonra daktiloya vurdu sinirle. Bu kez öfkesi geçecek gibi değildi. Zira öfkesinin ardında basit bir teknik sorun yoktu. İstediği öyküyü yazamıyordu. Tıkanıp kalmıştı yine. Şimdi Abd el-Musavvir’le ilgili bilgece birkaç kıssa anlatabilir, Kral’ın kız kardeşini ona hayran bırakabilir kısacası işleri içinden çıkılmaz hale getirebilirdi. Ancak bu tür bir öykü kendisini sadece tarihle ve özellikle o altın geçmişle mutlu edenlerden başkasına ulaşamayacaktı. Karar vermesi gerekiyordu. Şimdi ya “yazdıkça kalemin açılır” safsatasına inanmaya çalışarak öyküsünü sürdürecekti ya da işin kolayına kaçıp eleştirmen kimliğine bürünecek, kıskandığı herhangi bir yazara yanlış anlatıcı seçtiği veya kahramanın iç çatışmalarına yer vermediği gibi bir iddia ile saldıracaktı. Hangisini seçerse seçsin, yatağına girdiğinde yazma özrünü, babasından aldığı genlere bağlayacaktı. Huzurla uyuyabilmesi ve yazarlık geleceğinden ümit kesmemesi için buna mecburdu.
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Halen İstanbul Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümü, doktora programında eğitimini sürdürmektedir. Alper Bilgili’nin Kaplumbağa Adayı Müneccim Sabri adlı öyküsü de Ters Ninja’da yayınlanmıştı.