Koridorun damarlarıma zerkettiği sıvı gerilimin kıvamını tasvir etmem imkânsız. Kurumuş kan rengi badanalı, dar ve alçak tavanlı yerde ayak seslerim tuhaf bir yankı yapmakta. Sanki hemen önümde ve arkamda aynı anda atılan iki çift adım daha var. Arkama bakmamak için kendimi güç tutuyorum. Bana verilen teknik tavsilerden en birincisine uymaktayım. Arkaya bakmak pişmanlıktır. Pişmanlara burada geçit yoktu. Korkuyorum, heyecan midemde vakum, ama asla pişman değilim. Adımlarımı seve seve atıyorum. Yapmağa kalkıştığım şeyi candan benimsemiş durumdayım.
Sol tarafta şu ana kadar rasladığım yegane kapı belirdiğinde koridorun sonuna varmama iki metre kalmıştı. Penceresiz çıplak duvara bakarak içimi çektim. Önünde durduğum koyu kahverengi kapının üzerinde bir isim etiketi yok, ama doğru yerde olduğumu derinliğine hissediyorum.
Parmaklarım kapının tahtasına vurduktan birkaç saniye sonra kapı aralandı. Lacivert pantolonlu, beyaz gömlekli, orta yaşlı bir adam kapıyı açtı. Bembeyaz gür saçlı, orta boylu, enerjik bakışlı biriydi. Kalbim büyümüştü sanki birden. Göğüs kafesimi zorlamaktaydı.
“Hoşgeldin. Seni beklemiyordum.”
Adam kollarını açınca ona sarıldım. Bunu yaparken sol elimde turuncu renkli bir şemsiye tuttuğumu farkettim. Holde yürürken ayırdında değildim. Hiçbir zaman bu renk bir şemsiyem olmamıştı. Bu koridorda yürümenin azizliklerinden biri olmalı. Kapının iç tarafındaki duvara dayadım.
“Arafor’u kolay buldun mu?”
“Neyi?”
“İneceğin doğru durağı?”
Gözlerim dolmuştu. Az kalsın hüngür hüngür ağlayacaktım. Kendimi güçlükle tuttum ve “Evet” dedim.
“Metroyla geldin değil mi?”
“Evet.”
“Bu saatte tenhadır.”
“Öyle.”
“Gel şöyle oturalım.”
İçinde bulunduğumuz mekân eski usül iki beyaz vapur koltuk ve küçük bir sehpadan ibaret eşyaya sahipti. Tabanı beyaz mermer döşeli sekiz metreye sekiz metre ebatlarında bir stüdyoydu burası. Mutfak olarak kullanılan bölümdeki eyvenin üzerinde kocaman bir semaver durmaktaydı. İlkel bir uzay aracı maketi gibi ışımaktaydı bulunduğu yerden.
Koltuklardan birine oturdum. Beyaz saçlı, iri kahverengi gözlü adam sevecenlikle beni süzdü ve “Çay içiyoruz değil mi?” dedi.
Başımla onaylayınca semaverin yanına gitti. Ve pirinç musluğundan kız belli iki bardağa çay doldurdu. Çay bardağının sıcaklığın parmaklarımda hissedince bana verilen teknik tavsiyelerden en başta gelenini hatırladım ve bardağımı sehpanın üzerine koydum. Buradaki ikramları reddetmeyecek, ama bedenime yabancılaşmış molekülleri dahil etmeyecektim.
“Annen niye gelmedi?”
“Son anda çok önemli bir işi çıktı da.”
Adam bunu normal buluyormuş gibi başını salladı ve çayından bir yudum aldı. Bir şey söylemesini boşuna bekledim. Tiril tiril beyaz gömleği, diri duruşu ve enerjik bakışlarıyla çok sıhhatli bir görünümü vardı. Altmışı sollamış olmasına rağmen elli başlarında görünüyordu. Bu adam benim babam. Öleli 38 dakika oldu. Ben onun biricik kızıyım. Şu anda hastahanede cesetleşen bedeninin bulunduğu yatağın yanındaki diğer yatakta uzanmış durumdayım. İkimiz de karmaşık yapılı nöro holografik ölçüm aparatlarına bağlıyız. Bu sayede Arafor durağı denen yeri bulabildim.
Sessizlik sünmekteydi. Tam bir şey söylemek üzerken kapı çalındı.
“Birisini mi bekliyorsun?”
Babam enerjik bir şekilde yerinden doğruldu.
“Komşular. Çok iyiler, ama biraz fazla insan canlısı takılıyorlar.”
Kapıya doğru yürüdü. Az önce ölmüş biri için çok diri bir görünümü vardı. Kapıyı on santim kadar araladı. İçeriye soğuk bir dalga şeklinde bedbelirti rüzgarı esmiş gibiydi. Holde yürürken bir ara hissettiğim gerilimi hatırladım. Fısıltı şeklinde konuşmalar duyuyordum, ama tek bir kelimeyi bile sökememekteydim. Bilmediğim bir dilden konuşuyorlardı sanki. Babam İngilizceyi iyi bilirdi. Fransızcası da fena değildi. Burada konuşulan dil bunlardan hiçbiri değildi. Araforcaydı belki. Bu da teknik olarak öngörülmüş bir durumdu.
Birden bir kelime beynimin içine süzüldü. Sonra diğeri. “Gönder onu.” Babam bu kelimeler sarfedildikten bir saniye sonra dönüp bana baktı. Bakışlarında beni yeniden görüyor, tartıyor gibi bir şeyler vardı. Alnı hafifçe kırışmıştı. Kapıyı örttü ve yanıma geldi. Hiç içmediğim çay bardağına ve yüzüme baktı. Bu konuda da uyarılmıştım. Reset zamanı. Kaldığımız yeri hatırlatacak sözler edilecek.
“Metroyla geldim. Kalabalık değildi.”
Babam şaşılacak kadar hızla tereddütlü halinden sıyrıldı ve “Bizim durağı bilenler çoktur,” dedi. Aynı uyumlu haline kavuşmuştu yeniden. Karşıma oturduğunda yüzü gülüyordu.
“Sen Nimet’sin.”
Başımı salladım. Gözyaşı bezlerim gıdıklanmaktaydı yeniden.
“Çocukken… Seni okula almaya gelirdim. On beş yirmi kızın içinde yüzü üstü başı kir içinde olan tek kız sen olurdun. Her tarafın yara bere içindeydi sürekli. Çok zeki ve enerjiktin.”
“Annem daha çok kızardı.”
“Annen…”
Babamın alnı kırışmıştı. Az önce son nefesini verdiğinde annemle başucundaydık. Babam içinde bulunduğu komadan bir anlığına sıyrılmış, bize bakmış, bize gülümsemeye çalışmıştı.
Dudakları bunun tamamlamaya vakit bulamadan bakışları donmuştu. Annem şimdi burada olduğumu bilmiyor. Ben babamın öleceği kesinleştiğinde Arafor geçişi için gerekli başvuruyu yapmıştım. Haftalar önce. Yapılan testlerden başarıyla çıkınca anneme belli etmeden bu işe giriştim. Annemin haberi olsa asla izin vermezdi. Bunu iyi bildiğim için kendisine isteğimi açmamıştım. Babamın cesedi yattığı hastahane odasından alınırken onu sağolsunlar bizi hiç desteksiz bırakmayan iki ablasına emanet ettim ve deneyin yapılacağı bölüme gittim. Annem morgla ilgili bazı belgelerin ayarı için gittiğimi sanmaktaydı. Bugün salıydı. Babamın arzusu üzerine kendisini Cuma günü defnedecektik.
“Annen yıkıyordu çamaşırları tabii. Kadın haklıydı yani.”
“Doğru. Sen de yaralara iyi pansuman yapardın.”
Ölümün hemen sonrası zihin bedenden sıyrılırken oluşan düşünceleri dört boyutlu olarak kaydeden sistem 2014’den beri bilinmekteydi. Bazı bilim insanları biri çözülen, diğeri normal seyrinde olan iki zihni interaktif olarak birbirine bağlayan şeyin 5. boyut, bilinç boyutu olduğunu iddia etmekteydi. Ölüm Esnasındaki Zihinsel İlişki teknolojisi henüz emekleme çağındaydı, ama küresel ölçekte büyük bir heyecan yaratmıştı. İki yıl sonra şu anda bütün dünyada bilinen 848 başarılı kayıt vardı. Başarı oranı sofistike aparatlara rağmen on binde ikiydi. Bu içinde bulunduğum seyirin kayıdı 849. olacaktı inşallah. Başarılı seansların kayıtları belli işlemlerden geçtikten sonra sıradan bir DVD oynatıcısında bile izlenebilmekteydi. Youtube’ de de dolanmaktaydı bazıları.
“Yaralı keçi deyince kızardın bana.”
“Öyle.”
Bu deneylere karşı çıkanların sayısı az değildi. En başta din alimleri ve dindar kimseler bu deneylerin yapılmasına karşıydı. Ruhun bedeni terk etmesi işlemini zedeleyeceği ve ruhun doğal evrimini bozacağı görüşü hakimdi. Deneyleri yaratıcının iradesine karşı gelmek olarak görenler de vardı. Goethe’nin en ünlü eserinde Doktor Faust güç ve teknolojiye sahip olmak için şeytanla anlaşıyor ve ruhunu şeytana satıyordu. Bu durum hatırlatılarak GDO’ların ardından insanlığın en büyük ruh satışının Ölüm Esnasındaki Zihinsel İlişki teknolojisi olduğu söylenmekteydi. Ama çamurunda yaratıcının nefesini barındıran insanın bu adımları atmaması mümkün değildi. İlk sonuçlar açıklandıktan sonra din alimlerinin bir kısmı fikir değiştirmişti. Yavaşça hakim olmaya başlayan yeni görüş şöyleydi: Tanrı istemese bunların hiçbirini gerçekleştiremezdik. Yapılan testler ölüme yeni adım atmış kimseyle ilişki kuracak kimsenin mutlaka ruhun ölümsüzlüğüne inanan biri olması gerektiğini ortaya koymuştu. Bunun din ya da kuvantum fiziği çıkışlı bilimsel inanç olması pek bir fark yaratmıyor gibiydi. Önemli olan ruhun bitimsizliğine olan inançtı. Ben iki bakışı da içtenlikle benimsemiş bir kimseydim. Koridora besmele eşliğinde ilk olarak sağ adımımı atmış ve bu aşamaya kadar varmıştım. On binde ikiye dahildim artık. Muazzam bir şeydi.
“Hepsi hayal gibi şimdi değil mi?”
Başımla onayladım. Yıllar önce Holografik Evren adlı bir kitap okumuştum. Zaman ve mekâna bağlı olmayan elektron bulutları, mini meteorlar, kar tanelerinden ibaret bir hayal aleminde yaşıyor olabiliriz görüşünü sezgilerim reddetmiyordu. Babam gibi mistik yapılı biriydim. Varlığımın muhteşem bir zihnin bileşeni olduğuna çok samimiyetle inanırdım. Bu bakışa göre ölüm bilincin bir holografik boyuttan diğerine geçişiydi. Bir alemden diğerine yani.
“Bana çocukken rüyalarını anlatırdın. Yeniden çocuk rüyalarını keşfetmek şey gibiydi… Şey… İnsana hayatın bitimliliğini unutturan bir yanı vardı.”
Rüyalarda da bilinç başka boyutlara yolculuk yapabilmekteydi. Babam bir keresinde sözü edildiğinde buna tülden parmaklarımızın uykuda dokunduğu yıldızsal yakınlık demişti. On iki yaşında falandım. Aklıma kazınmıştı.
“Kim kimi rüyasında görüyor diye saatlerce konuşurduk.”
Sözlerim babamı memnun etmişti. İçinde bir neşe kaynadığında sıkça yaptığı gibi derin bir nefes alıp alt dudağını ısırdı.
“Biliyor musun sen kapıyı çalınca varlığını hissettim. Buraya varabileceğini pek şey yapmamıştım. Tahmin yani.”
Babam düşüncelerimi okuyordu sanki. Yapılan kayıt denemelerinde deneklerin çoğu koridora adım attıklarında kopuyorlardı bu alemden. Doku uyuşmazlığına benzetilen bir red söz konusuydu. Çıkış işin en zor yanı denmişti defalarca. Hiçbir holo-kayıt şu ana kadar giriş ve çıkışın yapıldığı koridoru görüntüleyememişti. İki holografik alem arasındaki kayıtdışı boşluk deniyordu buraya. Ünlü bir fizikçinin ‘Tanrının mahrem yolu’ sözcüğü çok popüler olmuştu. Sonuçtan umutluydum. Kendimi tutamayıp yasak olan sorulardan birini yönelttim.
“Burası neresi baba?”
Sorum babamı rahatsız etmemişti. Gülümseyerek biraz düşündü. Aklını topluyor gibi bir hali vardı. O sırada yine kapı çaldı. Bana bir dakika işareti yaparak kapıya doğru yürüdü. Bu defa yığılmayı çok açıkça hissetmiştim. Ani bir kararla yerimden doğruldum.
“Baba açma kapıyı.”
Adamın eli kapının kulpuna birkaç santim kala durakladı. Dönüp bana baktı.
“Komşularım… Ziyaretçi sevmezler de pek.”
“Kim onlar?”
Adamın yüzünde bir şey saklayan ya da endişelenen bir ifade yoktu.
“Senin benim gibiler. Sadece dadanıklar biraz.”
“Nasıl yani?”
“Buradaki her şeye talipler. Daha çok şey gibi… Gemileri söküp parçalara ayıran işçiler var ya. Demiri ergitip başka eşyalar yapıyorlar.”
Babam mimardı. Ben de onu takip etmiş ve mimar olmuştum. Beraber çalıştırdığımız bir büromuz vardı bir ay öncesine kadar. Bazen gemilerin söküldüğü yerleri ziyarete gider ve çıkan malzemenin işimize yarayan kısımlarını satın alırdık. İnsanın zihni de böyle bir işlemden mi geçmekteydi ölüm sonrasında? Sökücüler kimdi? Alıcılar peki?
“Senle birlikte Dalgalandım da Duruldum’u söylerdik.”
Kafamdaki soruları erteleyip gülümsedim. Babam hem Nilüfer’i, hem de Müzeyyen Senar’ı sevdiği için bu parçayı çok hevesle söylerdi. Annem bize katılmaz, ama gözlerinden bu seanstan mutlu olduğunu belli ederdi. Aile denen nesli tehlikede olan üniteyi pekiştiren nağmelerdi icra ettiğimiz. Yılların ağır ceza avukatıydı. Hislerini asla bu kelimelerle ifade etmemişti haliyle.
“Yıllar önce.”
“Dün gibi.”
Babam hâlâ kapının önünde durmaktaydı. Kapının tekrar çalınmasını bekliyor gibi bir hali vardı. Daha önceki başarılı kayıtlarda dadanıklara ait kanıtlar vardı. Onların ne olduğu bilinmiyordu. Şu ana kadar tekini bile görüntüleyememişlerdi, ama istisnasız ölen herkes bu şeylerle ilişki kurmuştu. Onlarla bire bir ilişki kurmam yasaklanmıştı. Merakson motorum had devirde çalışmasına rağmen böyle bir fikre sahip değildim zaten.
“Buradaki neye talipler baba?”
Babam iki elini yana açarak odayı işaret etti.
“Gördüğün her şeye.”
“Eşya mı yani sadece?”
“Buradaki eşyanın tamamı sonradan kurulma. Yapı olarak farklı. Bilmem anlatabildim mi?”
Adamın son cümleyi kendine has mizah duygusuyla söylemesi ve sakin duruşundan etkilenmiştim. Korkmuyordu dadanıklardan. Bu çok açıktı. Beynindeki tümör yüzünden ikinci kez ameliyatı ertesinde eve geldiği günü hatırlamıştım. Kesin ölüm teşhisi konmuştu. Biz biliyorduk, o hissediyordu. Sakinlikle karşılıyordu. 63 yaşındaydı daha ve mesleğinin doruğundaydı. Bir yığın parlak fikri vardı. Bunlar şimdi bana miras kalmıştı. Yüzlerce sayfalık çizimler, yarısı okunamayan, aceleci elyazısıyla alınmış notlar. İlk günler göreceli sorunsuz geçmiş ve mucize bekleyen yanımız güçlenir gibi olmuştu. Ardından zihninin bulanması, hareket etme yeteneğini kaybetmesi ve komaya girme zamanları gelmişti.
Aklıma buradaki eşyanın tümünün zihin ürünü olduğu gelince ürperdim. Bedenim bir laboratuvar odasında babamınkinin yanında yatmaktaydı. Maddi bedenlerimiz oradaydı. O halde dadanıkların talip oldukları şeylere babam ve benim buradaki şekillenmemiz de dahildi. Turuncu şemsiyeye baktım. Bizden belki de tek farkı konuşamamasıydı sadece.
“Neden beni istemiyorlar o zaman?”
Babam kapıya kaçamak bir bakış attı.
“Kesin bilmiyorum. Sanırım senle ilgili bir hususiyet nedeniyle olmalı.”
Yüz ifadesi çok normaldi babamın. Sanki iyi günlerinde karşılıklı konuşuyor gibiydik. Birden bir şeye ayıktım. Babam öldüğünü bilmiyordu. Bilse üzerine bir laf ederdi. Benim gibi hislenirdi. Hayata çok bağlı, canlı kanlı biriydi sağlığında. Şimdi ne olacak diye endişelenirdi birazcık. Merak ederdi en azından ve bundan söz ederdi. Şimdi niye babamla hastalığı ve ölümü hakkında konuşmamamın tembih edildiğini anlamıştım. Şu anda İstanbul’daki yegane Ölüm Esnasındaki Zihinsel İlişki ekibi tarafından gözlenmekteydim. Nöro-holografi bölümü başkanı nörofizyolog profesör Hilmi Bezircioğlu ve üç yardımcısının burayı benim yaptığım gibi deneyimleyip deneyimlemediklerini çok merak etmekteydim.
“Nasıl bir hususiyet yani?”
“Bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok.”
Yüzünün sakinliği, endişesizliği vargımı doğrulamaktaydı. Babam öldüğünü henüz bilmiyordu. Sol bileğimdeki saatime baktım. Rakamları, akrebi ve yelkovanı tek tek seçebiliyor, ama toplamının ifade ettiği manayı sökemiyordum. Beni bu seansa hazırlarlarken daha önceki testlerin ışığında Arafor ortamında en fazla 23 dakika bulunabileceğimi söylemişlerdi. Ben şu anda duygu olarak en az üç çeyrektir bu odada oturduğum hissine sahiptim. Beşinci boyutun zaman telakkisi normal dünyanınkinden farklı olmalıydı. Burada kalabileceğim zamanın sonuna geldiğimi hissediyordum yalnız.
Ayağa kalkıp babama sarıldım. Ben de ömrümü tamamlayıp bilincim bu taraflara geçişlendiğinde kendisiyle tekrar karşılaşabilir miydik acaba. Bunu ne çok istediğimi düşündüm. Holografik evren ve güçlü isteklerin manyetik alanı bir arada kimbilir nelere kadirdi. Manevi ihtiyaçların maddi kazançları hiçlediği noktaydı. Tasavvuf ehli kimselerin yüzyıllardır dedikleri şey belki de buydu. Kâinattaki dalgalardan oluşan senfoninin ruhumuzu kuran nağmeleri.
Birden kapı tarafındaki uçuk mavi badanalı duvarlarda irili ufaklı yumrular belirince telaşla irkildim. Babam bakışlarımın yöneldiği yere baktı ve “Dedim sana misafir sevmezler.”
Gitme anının geldiğini fena halde hissetmekteydim. Tekrar sarıldım babama. Teni, kokusu, bakışları ve konuşmasında en ufak bir garabet yoktu. Tamamiyle kendisiydi. Arafor durağında misafir olan ben değildim. O’ydu.
“Gidiyor musun Nimet?”
“Evet. Yine gelirim.”
Gözlerimin içine sevgiyle baktı. “Aynı durak bulunmaz artık.”
Gözlerim yaşlı başımı salladım. “Biliyorum. Hoşçakal baba.”
“Hoşçakal kızım.”
Duvarda nefes alıyor veriyor gibi irileşen küçülen bombelere bakarak kapıya doğru yürüdüm. Kapının kulpuna elim deyince bütün bombeler yokoluverdi. İçimden deli gibi arkama dönüp sessizleşen babamı görmek istiyordum. Kendimi güçlükle engelleyip kapıyı araladım. Hol geldiğim gibiydi. Nereden ışıklandırıldığı belirsiz, tenha ve tekinsiz. Kapıyı ardımdan örtmeden öylecene aralık bırakıp dışarıya adımı attım ve geldiği yöne doğru yürümeye başladım. Dönüş yolu için aldığım direktifi mırıldanarak yinelemekteydim.
“Arkaya bakmak yok. Korkup koşmak ve panik yok. Allahım sen benim aklımı koru.”
Koridor bir zıt komutlar alanı gibiydi. Gelişimde hissettiğim şeyler kat kat şiddetlenmişti. İki ayaklı, soluk alıp veren vehimiçi bir ünite gibiydim. Üç adet on yıla sığdırdığım bütün kâbuslarım, travmalarım, korkularım, gelecek endişelerim resmi geçit yapmaktaydı. Her an koridorda bir delik belirip beni yutacak, kıllı, uzun tırnaklı şeytanımsı parmaklar tarafından saçlarımdan yakalanacağım cinsinden fantazilerle sarsılmaktaydım. Midem on santimetre küplük bir alana sığışmak için çabalamaktaydı. Dizlerim titriyordu.
Neyse ki, bu resmi geçit alayına paralel ilerleyen diğer bir kortej de mevcuttu. Babamın beni küçük çocukken bir yerde salıncakta sallarken attığım kahkahalar, uyumak üzereyken anlattığı öykülerin içimde yarattığı sevildiğim güvenli bir yerdeyim duygusu, dizime pansuman için tentürdiyot sürmeden önce, ‘azcık yakacak, ama sen güleceksin’ demesi cinsinden hoş, insanın içini burkan anılar dizlerimin çözülmesini ve yere yığılmamı engellemekteydi.
Adımlarım ilerliyor, ama holde çıkabileceğim bir kapı göremiyordum. Kayıt odasındaki ekibin gözleminde de değildim. Bana hiçbir şekilde ulaşamazlardı. İçimden bildiğim tüm duaları okuyordum. Yol sonlanmıyordu. Koridor sonsuza kadar uzuyor gibiydi. Kayıt odasındaki aparatların ekranında kar tanecikleri olarak belirecek ve sonra dağılıp gideceğim düşüncesi çok berbattı. Neşeli kortejin sesini kısıyordu.
Umutsuzca yürümeğe devam ettim. Hissedilir bir şekilde takattan kesilmekteydim. Bayılır kalırsam asla geri dönemeyeceğimi çok iyi bilmekteydim. Gözüm ufkunda hiçbir şey olmayan koridorda adımlarım ekolu bir şekilde yürümeye devam ettim. Saniyeler dakika gibi ağırlaşmaya başlamıştı. Buralarda bir yerde bitip kalacaktım. Kalbim pişmanlık gülü dikenleriyle çizilmeye başlamıştı ki, birden beş metre kadar karşımda birisi belirdi. Erkekti. Üniformalıydı. Başında şapkası vardı.
“Bilet kontrol bayan.”
Az kalsın geri dönüp olanca gücümle koşacaktım. Sesini tanıdım. Babamdı bu. Yaklaşınca şapkasına rağmen o olduğunu anladım. Fotoğraflarından tanıdığım gençlikteydi. Yirmi başları falan. Lacivert üniforma, uçuk mavi gömlek giymiş ve siyah kravat takmıştı. Filinta gibi bir delikanlıydı. Sol elinde elektronik bir kontrol aparatı tutmaktaydı.
“Yolcu musunuz?”
Boyun kaslarım irademin dışında haraket etti ve başım evet anlamında sallandı.
“Esas ineceğiniz durak neresiydi?”
Babamın yüzünde beni tanıdığına değin tek bir işaret yoktu. İzlediğim korku filmlerinden kalma mirasla maskesini sıyırıp öcü olduğunu belli edecek beklentisi içimde kıpır kıpırdı.
“Arafor” dedim ölgün bir sesle. Her an şekil değiştirerek hayatımın en sonuncu kâbusuna dönüşmesini beklemekteydim.
Genç adamın yüzü ciddileşti. “Orayı çok geçmişsiniz. Bu kesinlikle yasaktır. Özür dilerim ama, size kaçak muamelesi yapmak zorundayım.”
Koluma sertçe girip adeta sürüklercesine gittiğim yöne doğru yürümeye başladı. Dilim tutulmuştu. Bir şey diyemiyordum. Çok güçlüydü. Birkaç metre sonra durduk. Duvar renginde bir kapının önündeydik.
“Özür dilerim bayan. Bu cezayı hakettiniz.”
Birden mesanelerimin iyice dolu olduğunu hissettim. Altıma kaçıracak kadar korkmaktaydım. Bu adam babam falan değildi. Deney sırasında ölmüştüm belki de. Beni sökücülere teslim edecekti.
Adam kapıyı aralayınca hastahane koridorunu gördüm. Yeri tanımıştım. Babamın cesediyle yan yana yattığımız oda az ilerideydi. Çok uzaktan gelen konuşma seslerini duyuyordum. Hol tenhaydı. Kimsecikler yoktu. Hayretle babama baktım. Bir gözünü kırptı ve kolumu çözdü. Kaba etlerimde hafif tekmesini hissettim. İleriki yaşlarımda bile ara sıra yaptığı bir şeydi. Beni mutlu ederdi. Sevinçle arkama döndüm. Beyaz badanalı hastane duvarından başka bir şey yoktu. Başımı çevirip test odası tarafına baktım. Hâlâ algı televizyonlarındaki karlı bir görüntüydüm. İçim içime sığmıyordu. Acelesiz adımlarla bedenimle buluşmaya doğru yürüdüm.