“Merdiveni şişmanla çık, zayıfın kemiği batar.”
“İyi dedin valla babacım.”
Coşkun Atak daldığı düşüncelerden sıyrılarak sağ yanında oturan adamlara baktı. Kısa boylu, altmış sonlarında biriydi bunu diyen. Adı İzzet’ti. 43 yıldır Almanya’da yaşıyordu. Bir aralar tanınmış bir kadın terzisi ve konfeksiyoncu olduğunu söylemişti. Onun yanında oturan siyah kısa saçlı orta boylu, topluca adamın adı Mehmet’ti. Son on yılını Türki cumhuriyetlerde inşaat işlerinde çalışarak geçirmiş biriydi. Yine böyle bir iş bağlantısı için Stuttgart’a gidiyordu.
Kendinden iki kat yaşlı olan emekli terziye kanı ısınmıştı. Babacım diyor ve yanından ayrılmıyordu. Şeker hastalığı ve her yerde sigara içememesi nedeniyle çabuk öfkelenen ağzı bozuk terzi gördüğü sevgi ve hürmetten memnundu.
Coşkun gözleriyle takımın diğer üyelerini taradı. Çarşaflı iki genç kadın, iri yarı Karslı adam, siyahlara bürünmüş genç kadın, ne kendi aralarında, ne de başkalarıyla pek konuşmayan genç bir çift, cep telefonundaki oyuna dalmış on altı yaşındaki delikanlı, birinci kuşak göçmen görünümlü yaşlı bir çift Coffees adlı kafeteryada oturmuştu. Coşkun’un çekirdeğin çevresinde en yakın şekilde dolananlar şeklinde algıladığı takımdı. Birbirlerinden pek uzaklaşmıyorlardı.
Diğerleri daha dış iki halka şeklinde Atatürk Havalimanı’nda polis kontrolundan geçenlerin dolandığı alışveriş merkezinde yayılmışlardı. Birinci halka onlara daha yakın duranlardı. İçlerinde ara sıra bir iki kelime bozduranları da oluyor, ama aralarına katılmıyordu. Uzak halka ise nadiren yüzünü gösterenlerdi. Uçağa binmek için bekledikleri oturma yerinde bir araya geleceklerdi birazdan.
Coşkun 34 yıldır liselerde kimya dersi veren biriydi. Bu durumu bir atom çekirdeği ve çevresinde dolanan elektronlara benzetmekteydi. 23 kişiydiler. 23 elektronlu atom Vanadyumdu. Tanınmayan bilinmeyen bir vanadyum izotopu hayal etti. Bildiği kadarıyla vanadyumun çekirdekte 28 nötronu olan tek bir stabil izotopu vardı. Onların bulunduğu sistemdeki nötronların sayısı fazlaydı. Çok fazlaydı. Radyasyon seviyeleri müthiş olmalıydı.
“206 numaralı çıkıştayız yine.”
“Daha çağırmadılar ama.”
“Yakında babacım, yakında inşallah.”
“Arkasında karınca dolananın eli götten ayrılmaz derler. Askeriz daha burda. Görürsün bak.”
“Deme öyle ya.”
“Biz bu saçları değirmende ağartmadık oğlum.”
Coşkun içini çekerek notlarına çevirdi bakışlarını. Dün de 206 numaralı çıkıştan işlem görmüşlerdi. Oradan bildirilen vakitte Pakistan Havayolları’nın uçağına binmişlerdi. Uçakta yemek yenmiş ve iki saat bekledikten sonra o gün uçuşun yapılmayacağı bildirilmişti. Sonradan pilotların izin verilenden daha uzun süre çalıştıkları için kalkış izni verilmediği şaiyası çıkmıştı. Büyük bir minibüsle Hollyday Inn adlı otele götürülmüşlerdi. Bundan önce gümrükten tekrar geçmeleri için özel bir salona alınmışlardı. İki görevli memur pasaportlarını tek tek incelemiş, çıkış vizesi vurarak gümrüğü geçmelerine izin verilmişti.
Bütün bunlar dün meydana gelmişti. Belleğinde tüm ayrıntılarıyla her şey canlıydı, ama kayıtlar çelişkiliydi. Sadece kendininkiler değil, konuştuğu herkesin öyleydi. Çoşkun son iki saat içinde aklına gelen her şeyi not etmişti. Bu nedenle şimdi tükenmez kalemi tutan eli biraz titremekteydi. Kulaklarında hafif bir uğultu başlamıştı. Bütün bunlar hayra alamet değildi.
Kendisi dün gece 406 numaralı odada kalmıştı. Beş yıldızlı lüks bir oteldi. Açık büfe akşam yemeğini, lobideki internet odasında maillerine baktığını, gece on iki civarında uyuduğunu, sabah kahvaltısını falan her şeyi açık seçik hatırlıyordu. Bazı arızalı noktalar vardı yalnız. Karısı Aysu onu Stuttgart havalimanında karşılamaya gelecekti. Dün onu en son havalanından aramış, kadın telefonu açmayınca SMS mesajı yazarak uçağın o gün kalkmayacağını bildirmişti. Bu sabahtan beri karısını en az on kez aramıştı. Telefonu açmıyordu. İki SMS mesajı daha yazmıştı. Onlara bir karşılık alamamıştı henüz. Aysu’nun telefonunun sık sık şarjı biter, daha da sıkça aparat kadın evden çıkarken mutfak masasının üstünde kalırdı, ara sıra da birkaç gün bulunamazdı. Yine böyle olabilirdi, ama sezgileri iş başka diyordu.
Birinci halkadaşlarını her saniye görüyordu. Hiç kimse telefonuyla bir yakınını arayıp durum hakkında rapor vermiyordu. Uzunca boylu, hoş yüzlü, tepeden tırnağa siyah giymiş kadın son iki saat içinde birkaç kez telefonunu çantasından çıkartmış, elinde tartmış ve yine geriye koymuştu. Bunu yaparken alnını bol bol kırıştırmıştı. Eflatun rengi ruj sürmüş, yirmi sonlarındaki esmer kadın istisna değildi. Renk cümbüşü giysiler giymiş delikanlı telefonunu belki bir saat elinde tuttuktan sonra oyun oynamaya koyulmuştu. Bunu tek bir şeye yormaktaydı artık. Herkes bir şeylerin yolunda olmadığını hissediyordu. Telefon bağlantıları hakkında konuşmayarak hastalığa teşhis koymaktan kaçınıyordu. Korkunun ecele faydası yoktu oysa.
Coşkun o otelde geçirdikleri zamanı iki versiyonlu olarak hatırlıyordu. Aradaki farkları not etmişti. Kıştı. Minibüsün camları buzlanmıştı. Dışarısını pek göremeden gitmişler ve İkitelli yakınlarındaki otelin park yerinde durmuşlardı. Burası tek ve değişmeyen parçaydı. Otelin odasının numarasını 408 şeklinde hatırladığı da oluyordu. Odanın iç görünümünde de küçük farklılıklar vardı. 408 daha genişti. Televizyon yatağın ayak ucunda değildi. 406’da duş vardı. 408’de küvet. Hem duş aldığını, hem de küvette sıcak suya gömülmüş gazete bulmacası çözdüğünü birlikte hatırlıyordu. Resepsiyonda çalışanlar genellikle üç kişiydiler. Birinde anahtarı eflatun rengi giysili genç bir kızdan, diğerinde orta boylu sevimli yüzlü bir delikanlıdan alıyordu. Geri verirken hep aynı kişiydi. Tıknaz, bıyıklı, zoraki gülümseyen bir genç adam.
Coşkun üç ay sonra altmışına basacaktı. Tam gün ders verdiği için bayağı yoğun bir çalışma hayatı vardı. Belleği hardisk dolduğu için eskisi kadar hızlı değildi, ama hâlâ formunda sayılırdı. Arıza bu tarafta değildi yani. Sorun hatlardaydı. Daha doğrusu hatlar sorunun göstergesiydi. Yarın işe başlaması gerekmekteydi. Dün akşam otelden okul müdürüne durumu bildiren bir e-posta atmıştı. Adamın eline geçmiş miydi acaba?
Saatine baktı. Dokuzu üç geçiyordu. Dün sabah sekizden bu yana oteldeki uyku süresi hariç birbirlerini görmekteydiler. Bir aile gibi olmuşlardı. Onların kendi aralarında konuşmalarından kafalarının iyice karışmaya başladığını hissediyordu. Bakışları sık sık beş metre ileride çapraz karşılarında duran dev ekrandaydı. Mağazalarda gümrüksüz satılan mamullerin reklamları ard arda beliriyordu. Ara sıra kısa haberler de veriliyordu. Almanya’da bir kentte iniş sırasında bir yolcu uçağı düşmüştü. Kaza haberlerde verilirken görüntü karlanmış ardından reklamlara geçilmişti. Hangi kent olduğunu anlayamamıştı. Bu bir saat kadar önce olmuştu. O haber bir daha yinelenmemişti. Dün gece yatmadan önce bir ara hızlı zap yaparken aynı görüntülere bir yerde rastlamış geçmiş, tekrar geriye döndüyse de haberi o kanalda tekrar izleyememişti. Hiçbir yerde bulamamıştı sonradan.
Bilimkurgu, polisiye kitap ve film meraklısı Çoşkun’un bazı ayrıntıları ıskalaması imkânsızdı. Bir öyküyü okurken içlerinde uyandırdığı inandırıcılık dozunun bu tür olayların gerçekleşebilme katsayısıyla doğru orantılı olduğuna inanırdı. Durumları olağanüstüydü. Sıradan bir ertelenen uçuş hikayesi değildi.
Etrafına baktı. Çevrelerindeki her şey olağan seyrindeydi. Az önce etrafta biraz dolanmış ve birkaç dükkân gezmişti. Dokunduğu her mamul olağan halindeydi. Tıpkı fincanını 9 liraya içerek kazıklandığı kahvenin tadı ve kokusu gibi. Binlerce yolcu sıradan olağan bir hareketilik içersindeydi. Çoğu kimse yüzünde erken saatte uçacak olmanın verdiği uykusuzluk işaretleri taşımaktaydı. Merakla, enerjiyle dükkânlara girip çıkanlar, bezgin bir yüzle buldukları yerde oturanlarıyla deneyimlediği ortam her büyük havalimanının normalitresiydi. Normalin dışına taşanlar 23 kişilik gruplarıydı.
Az ileride okuma sınırın kenarında duran ışıklı tabelada Stuttgart uçuşunun 10.45’de yapılacağı yazılıydı. 206 nolu kapıdan binilecekti uçağa. Bu durum son bir saatte bir değişikliğe uğramamıştı. Dün de öyleydi. 206 numaralı salonda iki saatten fazla beklemişler. Uçağa binmişler. Öğle yemeğini yedikten sonra inmişler ve işlemleri tamamlayıp otele gönderilmişlerdi.
“Ben gideyim şurda bi sigara içiyim.”
“Tamam babacım, git ve hemen gel.”
“Merak etme acı patlıcanı kırağı çalmaz.”
Yıllarca dikiş yapmaktan ve yaşlılıktan sırtı iyice kamburlamış kısa boylu, kır saçlı adam aceleci adımlarla birinci kattaki sigara salonuna doğru yürürken Çoşkun gözleriyle takip etti. Bakışları terzinin manevi oğluyla karşılaşınca adam utangaçça tebessüm etti.
“Bu defa uçak kalkacak inşallah.”
Bu defa da 1’den fazla denenmişlik tonu vardı. Coşkun adamı biraz deşmek isteğini erteledi. “Umarım.” Terziyle konuşmalarından adının Mehmet olduğunu bildiği adamın yüzü aklını yoran bir şeyi onunla paylaşma konusunda tereddüt etme işaretleri verince fikrini değiştirdi ve “Mehmet dün gece sen kaç numaralı odada kaldın?” diye sordu.
“Lafı ağzımdan şey yaptın abi valla. 422. Senin kattaydı.”
Coşkun adamla sabah asansörde karşılaştığı için bunu biliyordu. Başını salladı.
“Ama şey… Şimdi düşününce… Valla kafam çok karıştı abi. Dün gece İbrahim’le barda kafayı çektik. Gece gelince koridorun diğer tarafındaki odaya gittim. Numarası 431’di. Orada yattım. Sabah resepsiyondan uyandırdılar. Yine 422’deydim. Hâlâ kafam biraz ağır alkolden, ama… Şu ayağımın dibindeki çanta hem 422’de, hem de 431’de vardı. 431’de yatağın üstünde duruyordu. 422’de dolabın önünde. Ben çantamı yatağın üstüne hiç koymam be abicim. Çocukken hanım ninem öyle şeylere çok kızardı. Şaştım valla.”
İbrahim Karslı olan adamdı. Terziden önce sigara salonuna yollandığı için şu anda kafede değildi. Bugün Stuttgart’a varınca trenle Paris’e gidecekti. Orada yaşayan erkek kardeşi yarın beyin ameliyatı geçirecekti. Yanında bulunmak istiyordu.
“Yani?”
“Yani ne diyeyim abicim. Kafam karıştı iyice. Hayırlısıyla şu uçak kalksa da. Stuttgart’da yarın randevum var. Hochtieg ile. Bir inşaat firması. Kazakistan’a gidicem. Bir de şey… Çantada bir hediye vardı. Antep fıstıklı lokum. Dün 8 euroya almıştım. Şimdi yok çantada. Belki otelde unuttum. Yenisini alırım artık.”
Coşkun adamın lokumları acaba hangi numarada unuttum diye düşündüğüne bahse girerdi. Diğerlerinden de bu tür çıktılar almıştı şu ana kadar. Sorunlu telefon hatları, otelde kalınan odaların değişken numaraları, ufak tefek eşyaların yokolması ya da belirmesi gibi hayra alamet olmayan belirtiler vardı. Çoşkun bunların hepsini not etmişti. Esas bedbelirti ise Almanya’da inişte düşen uçaktı. Kendi aralarında da konusu geçmişti. Haberlerde kısa kısa belirmiş ve yoklara karışmıştı. Dün böyle bir kaza gerçekleşseydi şimdi bütün kanallar buna yer veriyor olurdu. Hangi havalimanı olduğunu bile anlayamamışlardı.
“Mehmet, bu arada birine telefon ettin mi?”
Kısa siyah saçlı adam başını olumsuz anlamda salladı ve içini çekti. “Köyde anama babama hoşçakal deyip çıktım yola. Çantamda var bir telefon. Şarjı bitti dün. Şarj aletim yok. Şurdan alırım istesem de… Arıcak pek kimse yok be abicim.”
Terziyle diyaloglarından adamın yıllardır Türki devletlerde işçilik yaptığı için evlenmeye zaman bulamadığını biliyordu. Yaşı 32 olmuştu ve artık tohuma kaçtığını düşünmekteydi.
Coşkun eliyle tabelayı işaret etti. “Bu defa zamanında kalkıcaz inşallah.”
Adam dostça gülümsedi. “Hayırlısıyla abi.”
Yüzünden buna inanmayı çok istediği, ama bir türlü başaramadığı açıkça okunuyordu. Bu minvalde sohbete devam ettiler. İbrahim’le Terzi bir çeyrek kadar sonra çıkageldiler.
“Çabuk geldin baba?”
“Pakette iki sigara kalmış. İbrahim’de de cephane bitmişti. Çektik geldik. Mabada giren şemsiye açılmaz derler ne yapalım.”
“Boş ver baba ya. Çok içme ya bu yaşta.”
“Oğlum ben bu yaşa bol bol sigara içtiğim için geldim.”
“Valla alemsin be baba.”
Terzinin laf cambazlığına olan ilgiden memnun yüzünde de bazı şeylere anlam veremeyen, konduramayan bir ifade vardı. Aynısı kahverengi takım elbiseli, bıyıklı, İbrahim’de de mevcuttu. Çoşkun bir şeyleri farketmeye başlamalarının fitili ateşlemek olduğunu, bunu toplu şekilde terennüm etmenin ateşin yürüyüşünü hızlandırdığını düşünmekteydi. 23 kişilik takıma endeksli bir düzeneğin çalıştığından hiç şüphesi yoktu artık. Teyakkuzda olan sezgileri sonuçla pek yakında müşerref olacaklarını fısıldıyordu. Merak hissi müthişti, ama ona bağlı şu buz gibi soğuk ve yıvışkan korku olmasaydı.
*
“… nolu uçuş için bekleyen yolcuların 206 nolu çıkış kapısına gelmeleri rica olunur.”
Coşkun çekirdek ekibin bunca zaman tehirden sonra pek cansız dirildiğini düşündü. Kimse yerinden çok istek ve hevesle doğrulmamıştı. Kahvenin kahve gibi koktuğu, sıradan yolcuların dolandığı güvenli yeri terk etmek istemiyor gibi bir halleri vardı.
İkinci metal dedektör ve çanta kontrolundan geçip 206 numaralı salona doluştular. Deja Vu’ydu kesinlikle. Hem de kat kat. Lahana tarzı Deja Vu. Dün burada oturmuş iki saat beklemişlerdi. O zaman da ben burada aynı şekilde kısa zaman önce bulundum duygusu yaşamıştı. Herkesi görebilmek için en arka sıraya oturan Çoşkun şimdi ise ben bu sahneyi ikiden çok kez yaşadım duygusuyla sarsılmaktaydı.
Onlar geldiklerinde salonda oturan 40-50 kişilik Pakistanlı yolcu vardı. Dün uçakta Almanya’ya gidecek olan Pakistanlı yolcuları Türk yolculardan ayırmışlardı. Hollyday Inn’de sadece bazı Pakistanlı hostesler kalmıştı. Diğer yolcular başka bir yere götürülmüştü belli. Onlar da gelince uçağın üçte birini bile dolduramayacak bir sayıya erişmişlerdi.
Saat onu on geçe yolcular uçağa alınmaya başlandı. Çoşkun körükten uçağa giderken önünde yürüyen kot pantolonun kalça kısmı patlıcak gibi gergin duran şişman kadına ve sol koltuğunun altına sıkıştırdığı ciğer kırmızısı deri çantaya bakarken kat kat Deja Vu hissi şiddetlendi. Dün de bu kadının arkasında yürüyerek binmişti uçağa. O zaman da Deja vu hissi yaşamıştı. Biniş kartındaki numara 25 C’ydi. Herkese dünkü oturma yerini vermeleri belki normaldi, ama üç yüz kişilik uçağa yirmi dört saat içinde on beş yirmi Stuttgart yolcusu daha bulamamışlar mıydı? Sayılarının bir kişi bile artıp ya da eksilmediğine yemin ederdi. Keşke önceden akıl edip körüğün kapısında bilet kesen kıza sorsaydı.
“Good morning.”
Kapıda taba elbiseli, yeşil şallı ve bordo yelekli, hoş yüzlü kırkı yaşlarındaki hostes tıpkı dünkü yerinde ve tıpatıp aynı gülümsemesiyle durmaktaydı.
25. sırada A ve B koltukları dünkü gibi boştu. Çoşkun asla cam kenarına oturmazdı. Bunu ekstra radyasyona maruz kalmaktan korktuğu için yapmıyordu. Biraz kalıplı biri olduğu için sıkışmış durumda oturmayı sevmiyordu. En son cam kenarına oturduğu uçuş en az on yıl geride kalmış olmalıydı. Bugün hayatının en istisnai günlerinden birini yaşıyordu. Cam kenarına oturdu ve kemerini bağladı.
Uçak tam vaktinde kalkarak Deja Vu atmosferine yeni bir kat ekledi. Coşkun’un o ana kadar hep yerdeki yinelenmelerle boğuşan zihni daha önceki kalkışlara ait sinyaller yayınlamaya başlamıştı. Görebildiği bütün yüzlerde dalgın ve şaşkalozca bakışlar hakimdi. Terzi’yle Mehmet’in yanına giderek bu konuyu açma isteğini bastırarak elçantasındaki not defterine uzandı. Son yazılı sayfada iki satır vardı.
422 ve 431 – Değişik yerlerde duran çantalar.
Telefonlarda La Net!
Altına “Saat 10.47’de kalktık. Cam kenarından kayracı bakışlar” yazdı ve defteri kapatarak yanındaki boş sandalyeye koydu ve görüş alanındaki yolculara baktı. Siyahlı genç kadın hemen solunda ortadaki dört kişilik koltuklarda tek başına oturmaktaydı. Küçük bej rengi çantasını karnına bastırmıştı. Terzi ve Mehmet kadının iki sıra önündeydi. Siyah çarşaflı kadınlar sol tarafta önde oturmaktaydı. Biri ayağa kalkıp üst gözden çantasını alınca görebilmişti. On altılık delikanlı hemen önünde cam kenarında oturmaktaydı. Pakistanlı yolcular seyrek bir şekilde bütün uçağa dağılmışlardı.
Coşkun ta en önde hosteslerin yemek servisine giriştiklerini görmekteydi. Uçak dolu olmadığı için sıra çabuk gelecekti. Uçağı beklerken içtiği kahveler nedeniyle de midesi kazınmaktaydı. Pakistan yemeklerini seviyordu. Tanımadığı bazı baharatları midesi memnuniyetle bağrına basmıştı. Gözlerini yumdu ve sakinleş dedi içinden.: ‘Sırt kaslarını gevşet. Garabetten sıyrılacaksın sonunda. Bazı şeyler gizemli kalacak tabii. Yaşamı tekdüzelik ambalajından sıyıran loş gerçeklik karın Aysu’nun deyimiyle.’
Aklı karısına gidince eve koskoca 24 saat geciken kocasına bu modern çağda bir şekilde ulaşamamış kadın profiline şüpheyle baktı. Aysu cep telefonu kullanmak konusunda sorunluydu , ama bu elektronik sakarlık şeklinde genellenemezdi yalnız. Bilgisayarında en çözülemeyen sorunları o hallederdi. Küçük bir dergide mizampajdan da sorumlu editördü. Stuttgart doğumluydu ve Almancası Almandan farksızdı. Türkçesi de otuz yıllık kocası, Türkiye’de geçirilmiş elli kadar tatil sayesinde bayağı iyiydi. Kadın cep telefonu özürlüydü. Bu yetmezdi ama bir günlük sessizliğini izah etmeye.
Tavuklu, kerili pilav yemeğinin plastik kapağını açarken açlığı şaha kalktı. İlk lokmayı aceleyle midesine yollarken, saklı kalmak isteyen şeylere ısrarla sobe demeyi kes Çoşkuncum diye düşündü. Karısı ailesini görmek için Münih’e gittiğinde iki gün ilişki kuramamıştı. Ne telefon, ne de internet bunu sağlayamamıştı. Üzerinden iki yıl bile geçmemişti henüz. Bunu kabullenmeye hazır yanı 23 kişilik ekibin ilk halkasında gözlediği telefon garabeti yüzünden başarısızdı. Herkesin Aysu’nun eşdeğeri bir annesi, ablası, teyzesi olamazdı ya. Mesele başkaydı ve inşallah o şey neyse uçağın tekerleklerinin piste değmesiyle birlikte mazide kalacaktı.
Yemeklerden arta kalan plastik kalıntılar alındıktan sonra Coşkun bulut seyretmekten kısa zamanda bıkarak gözlerini yumdu. Hazımın başlaması sayesinde vehimlerinin bir kısmı da çöküntüye uğramış gibiydi. Şubat ayındaki okul tatilinden yararlanarak altı günlüğüne İstanbul’a gelmişti. Bir emlakçı arkadaşı Beşiktaş’ta uygun bir daire bulmuştu. Gerçekten de öyleydi. Binanın yeri, bakımlılık derecesi ve fiyatı çok uygundu. Çoşkun hemen kararını vermiş ve daireyi satın almıştı.
Aysu’yla son konuşması noterde yapılan işlemin ardından gerçekleşmişti. Evelsi gün. Kadın çok meşguldü. Yeni sayı için deadline’nın son dakikalarının stresini yaşamaktaydı. Ona arka pencereler potansiyel bir katilin bahçesine bakıyor dediğinde iş yoğunluğundan espriye uyanamamıştı. Oysa kendi gibi tutkulu bir Hitchcock hayranıydı. Eski filmleri birlikte tekrar tekrar izlerlerdi.
Yılların hayali gerçek olmuştu. Artık Coşkun’un çocukluluğunun geçtiği semtte bir dairesi vardı. Emekliliğine dört yıl kalmıştı. Aysu ile çocukları olmamıştı. Torun torba sahibi tanıdıkları emeklilik planlarını kolaylıkla gerçekleştiremiyorlardı. Onların önünde ise engel yoktu. Aysu’nun çalıştığı dergi iki yıl içinde başka dergilerle füzyona gitmeyi planlıyordu. Bu gerçekleşirse karısı büyük ihtimalle işsiz kalacaktı. Aysu tek çoçuktu. Annesi yıllardır Ayvalık’ta yaşamaktaydı. Babası üç yıl önce orada ölmüştü. Yüzlerini bu taraflara çevirmelerine çok kalmamıştı yani. Tabii şu küçük dönüş sorununu halledebilirlerse.
Dönüş sorunu şeklinde izah ettiği şey yanmış ekmek kırıntılarını takip ederek ormanda yol bulmak gibi bir şeydi şu anda. Kargalar kırıntıları yemez, ama simsiyah parçacıkların işaret ettiği yönden de hayır gelmezdi. Bedbelirtisel navigasyon öğeleri olarak tekinsizliğin kalbini işaret ederlerdi. Bul ve yamul.
Korku, etyiyici dev bir bitkinin pembe tenli yumuk bir bebeğe duyduğu iştah gibi usulca kabarmaktaydı içinde. Çoşkun gözlerini açarak etrafına baktı. Terzi ve Mehmet mırıl mırıl bir şeyler konuşuyorlardı. Terzinin gövdesiyle ters orantılı gür sesinin kısıklığına bakılırsa belden aşağı bir mevzu olmalıydı.
Bakışları siyahlı genç kadınla karşılaşınca iri kahverengi gözlerdeki endişe bezelerinin arttığını farketti. Kadının gülümsemesi yüzüne başkasından alınıp sakil bir şekilde monte edilmişçesine belirip sönmüştü.
“Az kaldı.”
Kadının ikinci gülümsemesi daha gayretliydi. “Öyle.”
Coşkun herkesin kendi gibi kuşku ve korku sarmalına bata çıka zaman eğirdiğini farkederek sarsıldı.
“Baylar ve bayanlar uçağımız Stuttgart havalimanına inmek için alçalmaktadır. Lütfen kemerlerinizi bağlı olduğunu kontrol edin ve koltuklarınızı dik duruma getirin.”
Coşkun bu anonsa sevinmem gerekirken niye korkularım kabardı diye düşünürken siyahlı kadın kemerini çözdü ve gelip 25 C’ye oturdu. Kemerini takan elleri titriyordu. Çoşkun kadının bir babanın yanına sığınan küçük kız davranışı için bir şey diyeceği sırada uçak sarsılmaya başladı. Sıradan bir türbülanstı belki, ama içi soğumuştu birden. Anonsun Türkçe yapıldığını da yeni farketmişti. O ana kadar ki, bütün anonslar İngilizce ve Urduca yapılmıştı.
“Ne oluyor?”
Coşkun elinde olmadan sırıttı. Yıllardır laboratuvarlarda öğrencilere bu soruyu yöneltmişti. Elindeki tüpteki sıvı renk değiştirir ve sorardı.
“Söyleyin bakalım ne oldu?”
“İnişe…”
“Korkuyorum.”
Sarsıntılar devam ederken uçağın ışıkları söndü. Dışarısı da kararmıştı iyice. Lacivert bulutların içinden geçiyorlardı. Coşkun saatine baktı. 13.25’di. Almanya saatiyle 12.45 yani. Bulutlu yağışlı bir kış günü de olsa bu saatte dışarıda hava bu denli kararmazdı.
“Ne oluyor sizce?”
Coşkun kır saçlı, göbek nahiyesi biraz şişkince olan iri yarı ve öğretmence bir ışıması olan biriydi. Kadın bu nedenden de ondan bir medet ummaktaydı.
“Bazı şeyler garip,” dedi Coşkun. Kadını telefonlar ve diğer rahatsızlık verici bellek kayıtları hakkında sorguya çekmekten vazgeçmişti. Zaman yoktu. Kısa bir zaman içinde ne olacaksa olacağı için bilmek de bir işe yaramazdı artık. “İnebilirsek…” Sözlerine buradan devam etmesi de ehven değildi. “İneceğiz ve bitecek.”
“İnşallah. İnşallah.”
Coşkun camdan dışarı baktı. Havalanı altlarında belirmişti, ama bazı şeyler normal değildi. Hava öğlen için çok karanlıktı ve aşağıda tek bir ışık yanmıyordu. Bu nasıl mümkün olabilirdi.
Uçağın sarsıntıları şiddetlenmişti bu arada. Sıcak bir şey eline dokununca Çoşkun irkilerek soluna baktı. Sağ elini onun sol elinin üstüne koymuştu. Kadını unutmuştu panikten. Elleri kenetlendi. Bakışları camdan görünen havalimanına döndü. Yer çok yaklaşmıştı. Pist ışıkları hâlâ yanmıyordu.
“Ölmek istemiyorum. Allah yardımcımız olsun. Ben çok…”
Coşkun sıradan bir agnostikti. Ona göre yaratıcı evreni yaratmış, fizik kurallarını sabitlemiş ve zeki varlıkları kendi kaderine salmıştı. Yalnız şu anda bir yaratıcının onu himaye etmesine çok ihtiyacı vardı. Metafizik paradigma nefes kadar doğal bir şeydi insanlar için. Kültürler öyle kurulmuştu. Kalıtsal nitelikli kayıtlar bile denebilirdi belki.
Coşkun sol eliyle kadının elini sıktı ve “Başaracağız,” dedi. Genç kadın başıyla uysalca tasdik etti bu sözlerini. Bunu söylemek Çoşkun’a iyi gelmişti. Kadına bu minvalde bir şeyler daha söyleyeceği sırada bordo yelekli genç hosteslerden biri önden arkaya doğru yürüyerek yanlarından geçti. Sarsıntılar yüzünden yalpalayan kadının yanakları yaşlıydı. Çoşkun hayatında ilk kez bir hostesin saklamaya çalışmadan açıkça ağladığını görmekteydi. Sona toslamaya az kaldı etkisi yapmıştı üzerinde.
Bakışlarını yine cama çevirdi pist bir kilometre kadar ilerideydi. Tam kestiremiyordu. Yalnız beş yüz metreden daha yüksekte değillerdi. Serbest düşme şeklinde alçalmamaları bir umuttu, ama karanlık işlerini bitirmeye kararlı gibiydi.
“Annemi aradım. Kaç defa…”
Coşkun bakışlarını aşağıdan ayırmadan, “Anlıyorum,” dedi. Neler olup bittiğini
anladığı falan yoktu. Bir tahmini vardı sadece. Bugün birazdan Stuttgart havalimanına çakılacak olan uçağa ait görüntüler sadece onların bakışlarına amade olarak televizyon ekranlarında belirmişti. Aptala malum olur misali. Gelecekten eko şeklinde başlarına gelecek şeyi görmüşlerdi. Telefonla ilişki kuramamalarını nasıl açıklayacaktı peki? Farklı otel odaları ve kalkış kayıtlarını?
Çoşkun uçağın kanatlarının konumundan hâlâ umutluydu. Airodinamik kurallara uygun bir alçalmaydı bu. Aşağıda ışıklar yansa bu sarsıntılar kimseyi fazla korkutmayacaktı.
“Ölmek istemiyorum.”
“Ben de,” dedi Coşkun sözlerin ne denli işe yaramaz olduğunun ayırdında. Tam kadına teskin edecek bir şeyler söyleyeceği sırada. Pistin ışıkları yandı. Bunu uçağın ışıkları takip etti. Bulutlar arasından sızan güneş ışıklarının dozu da yükselmişti birden. Olumlu şokun içinde harman olan Coşkun sarsıntıların da iyice azaldığını sonradan hatırlayacaktı.
*
Yirmi dakika sonra Coşkun körüğe ayağını bastığında ayak tabanlarında hissettiği yeri şükranla kutsadı. Yırtmışlardı. Coşkun’un bu gibi konulara idmanlı beyni bir çıkarsama yapmıştı. İç içe benzer evrenler muhabbetiydi belki de olan bitenler. Kendilerinkine en yakın olanlardan birinde uçak Stuttgart havalimanına iniş yaparken piste çakılmış ve bütün yolcular yanarak ölmüşlerdi. Kendi evrenleri bu duruma yakın durumda olduğu için olayın ekolarını hissedebilmişlerdi.
Onların uçağının da aynı şekilde düşmesi mukadderken bir müdahale olmuş ve bu final değişmişti. Bu kadar basit değildi tabii. Çünkü kıl payıyla düşmemişlerdi. Işıklar son saniyelerde yanmıştı ancak. Kıl payıyla senaryo değişmiş ve uçakları piste sorunsuz inebilmişti. Kontrol kulesindeki ekranlarda durum nasıldı acaba? Bir süre radarlar tarafından görülmediklerine kalıbını basardı. Hostesin ağlama nedeni pilot kabininde sönen göstergelerden, duran motorlardan başka ne olabilirdi. İnişin son kısmı hariç pilotlar bir süre devre dışı kalmışlardı. Bu kesindi. İki evren arasında bilgiler gidip gelmiş ve son anda ibre hayat tarafına dönüvermişti.
“Lan bi daha uçağa binenin… Trenle giderim ya, İstanbul’a bundan sonra. Almanya’ya da trenle gelmedim mi zaten. 1967’de. Gene trene binerim anasını.”
“Ben ne olcam babacım? Buradan Kazakistan’a tren mi var?”
Coşkun kefeni yırtmanın sevinciyle, “Aynı yere iki kez yıldırım isabet etmez derler,” dedi.
Mehmet doğrularcasına başını sallayınca, Terzi çıkçıkladı ve “Bahtsız deveyi çölde kutup ayıları becerir oğlum. Ben ayak basmam artık bu uçak denen sallapati şeye.”
“Öyle deme baba ya.”
“Derim derim, böyle manyak iş olur mu ya. Şimdi bir sigaram olsa, burda tüttürürdüm valla.”
14 numaralı bagaj alım yerinde beklemekteydiler. Hemen herkes telefonuyla konuşmakta ya da mesaj çekmekteydi. Kimsede diğerleriyle bir araya gelip olayı sorgulama isteği yoktu. Bavulunu alan kaçarcasına gidiyordu. Siyahlı genç kadın bavul beklerken onun tarafına birkaç kaçamak bakış yollamakla yetinmişti.
Üzerine konuşmazlar, hatta hiç düşünmezlerse kâbustan tamamen sıyrılacaklarını düşündükleri çok belliydi. Merak ediyorlar ama bilmek istemiyorlardı.
Hayal gücü meselenin en hassas noktasına dokununca Coşkun’un heyecanı yeniden vites büyüttü. Otelde 406’da kalan Coşkun buradaydı. 408’de kalanı ise bir kilometre kadar geride kömürleşmiş durumda yerde yatıyordu. 422’de kalan Mehmet şimdi Kazakistan planları yapmaktaydı. 431’de çantasını yatağın üstüne koyan Mehmet ise uçağın enkazında cansız bedenine DNA testi yapılmasını bekliyordu.
Ard arda bantta ilerleyen bavullara bakarken yan yana mevcut olan birbirine çeşitli oranlarda çok benzeyen evrenleri hayal etti. Bunlarda defalarca kaza olmuş ve yolcuların hepsi ölmüştü. Bir noktaya gelince kıl payıyla kazadan dönülen gerçeklik yaşanmıştı. Onların evreni bu yırtılma noktasını idrak etmişti. Daha ileriye gidilince kaza ihtimali iyice gerileyecek ve kendilerinin yaşadığı üst üste kayıt sorunları artık yaşanmayacaktı. Yolcular bir gün tehir sonrasında evlerine varacaktı.
Coşkun sol elinin tersiyle gözlerinde beliren yaşları sildi ve ceketinin cebinden telefonunu çıkarıp kullanıma hazır hale getirdi. Ekrana arka arkaya mesaj ve arama haberleri doluştu. On bir SMS mesajının sekizi Aysu’dandı. En sonuncusunu açtı.
Nerdesin?
Bir ara nerdeydik sorusu anlatacağı garip öykünün zembereğini kuran şeydi. Aceleyle kısa bir mesaj yazdı ve yolladı.
Yeni indik. Her şey yolunda. Az sonra görüşürüz canım.
İçinde varım, sağım, hemen ölmeyeceğim, nefes almaya devam ediyorum şeklinde şükür tespihi çeken yan, ‘Böyle bir şeye tanık oldun ya, artık sırtın yere gelmez’ diyordu. Aldatıcı bir teraneydi. Evrenlerin karmakarışık, çetrefilli, kolayca kavranamaz çalkantısında insan her an ayak altında kalabilecek olan bir tespih böceği kadar kırılgandı.