Bu aşağıda okuyacağınız satırlar Edgar Allan Poe’nun üzerinde uğraştığı son öyküsüne aittir. Ölümünden tam 92 yıl sonra Thomas Ollive Mabbott tarafından bulunarak 1942’de Notes&Querries’de yayımlanmıştır. Ben bu yarım kalmış Deniz Feneri adlı öyküyü ilk kez İthaki Yayınları tarafından yayımlanan 2001 baskısı Poe’nun ‘Bütün Hikayeleri’ adlı beş ciltlik eserin 5. cildinde okudum. Sonra 2010 kasımında Atatürk havalimanında uçağım Amsterdam’a doğru havalanmayı beklerken gelen ani bir ilhamla öyküye bir ek yapmaya karar verdim ve bunun için ilk notlarımı aldım. Önce öyküyü Poe’nun üslubuyla tamamlamayı planlamıştım. Yazarken fikir değiştirdim ve kendimi, POEsever yazarı işin içine daha çok kattım. Bu öykü tamlaması Gölgeperver ve Tersninjakeş okurlara mütevazı bir armağanımdır.
1849 Bronx-New York (Yeni Amsterdam) – 2011 Amsterdam
1 Ocak 1796. Bugün, deniz fenerindeki ilk günüm. Bunu, DeGrât ile anlaştığımız gibi, günlüğüme yazıyorum. Elimden geldiğince düzenli bir şekilde günlük tutmayı sürdüreceğim -ama benim gibi yalnız birine ne olacağını kim söyleyebilir ki? Hastalanabilirim, hatta daha kötüsü de başıma gelebilir… Peki, o zaman ne olacak?
Kotra biraz önce gitti -ama artık burada olduğuma göre bunun üzerinde neden durmalı ki, peki ama tamamen güvende miyim? Hayatımda ilk defa tamamen yalnız olduğumu -çünkü, Neptune ne kadar kocaman olursa olsun elbette “arkadaş”tan sayılmazdı- sadece düşünmek bile beni heyecanlandırıyor. Ama Tann aşkına, hangi “arkadaş”ta bu zavallı köpekteki bağlılığın yansını buldum? Böyle bir durumda ben ve “arkadaş”ım -bir yıl bile- birbirimizden aynlmazdık… Beni en fazla şaşırtan, DeGrât’ın beni işe koymakta karşılaştığı güçlük oldu -bölgenin soylularından olan beni! idare Heyeti, yeteneğimden kuşku duymuş olamazdı. Bu görevi bundan önce de bir kişi yürütmüş –ve genellikle üç kişi tarafından yapılan bu işin üstesinden pekala gelmişti.
Yapılacak iş son derece basit, yazılı yönergeler olabildiğince açıktı. Orndoffun bana eşlik etmesinin hiç gereği yoktu. Çekilmez dedikodularıyla -hadi o hiç ağzından düşürmediği lületaşı piposunu bir yana bırakalım- onun yanımda yöremde olması durumunda hiçbir şekilde kitap okuyamazdım. Aynca, yalnız olmak istiyorum… Bu sözcüğün kulağa ne kadar soğuk geldiğine şimdiyece hiç dikkat etmemiş olmam ne tuhaf! Bu silindirik duvarlar arasındaki yankının bu kadar acayip olduğunu dünyada hayal edemezdim -ama hayır!- bunlar saçmalıktan başka bir şey değil. Tecrit oluşumun sinirlerimi bozacağına
inanıyorum. Bu asla yetmez. DeGrat’ın kehanetini unutmuş değilim. Şimdi “ne görebileceğimi” .görmek için bir koşu fenere tırmanıp etrafı bir güzel tarassut etmeliyim…
Görebileceğim şeyi görmek, elbette çok fazla bir şey değil. Sanırım, dalgalar biraz küçülmüş gibi, ama yine de kotranın önünde limana kadar çetin bir yolculuk var. Norland’dan (Norland, genel olarak İskoçya’nın kuzeyi için kullanılıyor olmakla birlikte burada daha genel anlamda kuzey Avrupa ülkelerinden herhangi birinin kuzeyi anlamında kullanılmıştır) görülebilecek bir mesafeye güç bela yarın öğle üzeri ulaşılabilir -taş çatlasın 190-200 millik bir yol.
2 Ocak. Bu günü, imkanı yok tarif edemeyeceğim bir tür vecd içinde geçirdim. Tek başıma olma tutkum bundan daha iyi ödüllendirilemezdi. Doyurulamazdı demiyorum, çünkü, bugün yaşadığım türden hazlara hiçbir zaman doyacağımı sanmıyorum. Şafağın sökmesinden sonra rüzgar dindi ve öğleden sonra dalga diye bir şey kalmadı… Teleskopla bile okyanusla gökyüzünden ve arasıra ortaya çıkan martılardan başka bir şey görünmüyor.
3 Ocak. Çok sakin bir gün. Akşama doğru deniz cam gibi saydam bir görünüm aldı. Birkaç deniz yosunu göründü; bunun dışında bütün gün hiç ama hiçbir şey -hatta ufacık bir bulut bile görünmedi… Deniz fenerini keşfetme işine giriştim…
Çok yüksek bir fener bu -suyun karada yükseldiği alt seviyeden tepesine kadar 160 ayağa yakın yüksekliği olan fenerin bitmez tükenmez basamaklannı tırmandığımda, fazladan basamak tırmanmak zorunda olduğumu görüyorum. Kulenin içinde zeminden zirveye kadar yükseklik en az 180 ayak. Demek ki, denizin çekildiği zaman bile, zemin deniz seviyesinin 20 ayak altında… Bana öyle geliyor ki, tabandaki bu boşluk sağlam taşlarla tamamen doldurulmalıydı. Böylece kule daha güvenli olurdu.
Ama neler de düşünüyorum. Böyle bir yapı her koşulda yeterince güvenlidir. Bugüne kadar görülmüş en sert kasırgada bile kendimi emniyette hissetmeliyim -ama denizcilerin, güneybatıdan esen rüzgarlarda Macellan Boğazı ‘nın batı çıkışı dışında hiçbir yerde görülmedik yükseklikte dalgalara burada rastlandığını söylediklerini duymuştum. Böyle olmakla birlikte, -suyun karada yükseldiği üst seviyeden itibaren 50 ayak yüksekliğe kadar kalınlığı dört ayaktan, hadi olsun bir parmak eksik olan- bu sağlam demir perçinli duvarlara dalgaların ne zararı olabilir ki!.. Yapının üzerinde durduğu temel bana kireçtaşı gibi gözüküyor…
2 Ocak Cumartesi 1796
2 Ocak. Bu günü, imkanı yok tarif edemeyeceğim bir tür vecd içinde geçirdim. Tek başıma olma tutkum bundan daha iyi ödüllendirilemezdi. Doyurulamazdı demiyorum, çünkü, bugün yaşadığım türden hazlara hiçbir zaman doyacağımı sanmıyorum. Şafağın sökmesinden sonra rüzgar dindi ve öğleden sonra dalga diye bir şey kalmadı… Teleskopla bile okyanusla gökyüzünden ve arasıra ortaya çıkan martılardan başka bir şey görünmüyor.
Karnım aç ama, aşağıya evime gitmek istemiyorum. Bir saat kadar önce bütün o basamakları inip çıkmayı göze alarak köpeğim Neptün’ü eve götürdüm. Yemeğini ve suyunu verdim. Tekrar buraya gelirken Neptün arkamdan gelmek istedi. Ona evde oturmasını söyledim. Zeki hayvan niyetimi sezmişti. Hiç üstelemedi. Sadece ben kapıyı ardımdan örterken üç kez kıyyy kıyyy dedi. Haklıydı. Çok özel bir oluşum yanı başımdaydı. Dikkatli olmam gerekiyordu. Elimde lambam bitmez tükenmez basamakları tırmanıp en tepedeki odama geldim. Şimdi DeGrat’ın kehanetini düşünmekteyim. Tecrit edilmenin muhayyilemde yeni ufuklar açacağını söylemişti. Sarhoştu. Brandel barındaydık. Gece yarısı olmuştu. Sözlerini ciddiye almamıştım, ama unutmam da mümkün değildi tabii. Bir de hergün inip çıktığım basamakların bellek tazeletici etkisini buna katarsak sık sık aklıma geldiği bile söylenebilirdi.
Şu anda fersah fersah aşacak kıvamda bir oluşumun tam göbeğindeyim duygusuyla sermest durumdayım. Heyecandan yanıma yiyecek bir şey almayı unutmuştum. Saat dokuzu biraz geçiyor. Dışarısı karanlık. Küçük bir fırtına başlagıcı hüküm sürüyor denizde. Deniz seviyesinden 48 metre yukarıda oturmamı bazen çok uzun iki sırığın üstünde duran cambazın durumuna benzetmekteyim. Bu vehim kendi kendini tamamlayan bir yağlı boya tablo gibi. Fırçayı tutan eli engelleyemiyorum. Tek yapabileceğim şey taşların kalınlığı ve sağlamlığını düşünerek sükûn bulmak. Bir de mahzen tabii. Hesaplarıma göre yedi metre derinde. Beni her yere takip eden sadık köpeğim Neptün oraya hiç ayak basmadı. Şu ana dek mahzende dört kez bulundum. Hiçbirinde eşiği aşmadı. Kapının hemen ardında beni bekledi. Onu içeri bırakmayan şeyin ne olduğunu çok düşündüm. Yarısı boş olan yağ fıçıları, kasalar dolusu evrak, lime lime olmuş kitaplar, kömür kasaları, odun istifleri ve toza bulanmış bir sürü ıvır zıvır. Burada hayvanı ürküten ne olabilirdi? Altmış kilo ağırlığında genç ve güçlü kuvvetli bir kurt köpeğiydi. Belki sorun ürkü değildi. Çünkü köpeğimin yüzünde korku yoktu. Muhtemel bir tehlike için tetiktelik hali de mevcut değildi. İçeride onu çeken bir şey yoktu. Genelde çok meraklı bir hayvandı, ama mahzen ona hitap etmiyor gibiydi. Sanki kapının arkası boşluktu. Kokusuz bir hiçlikti.
“Ve böylece mahzenin ne olduğunu keşfettiniz.”
Elimden yazı tüyünü bir kenara bırakıp karşımda son saniyelere kadar boş duran koltukta oturan adama bakakaldım. Siyah redingot, beyaz dik yakalı bir gömlek giymişti. Otuz beş yaşlarında görünen, orta boylu, siyah saçlı, bıyıklı bir adamdı. Gözleri derin bir anlamla beni süzmekteydi. ‘Kimsiniz?’ demeyi sadece aklımdan geçirdim. O’ydu. Velinimetimdi. Gönlüme doğmuş bu anlam nedeniyle heyecanım sınırlı oldu. Merak eden yanım cayır cayırdı.
“Keşfettim, ama üzerine bir kelime bile yazmadım.”
“Buradaki gerçekliğinizin Usherlar’ın Evi’nin akibetine uğrayacağınızı düşünüz de ondan.”
Velinimetimin sözcükleri beynimde yeni bilgi ve anlam pencereleri açmaktaydı. O diyene kadar Usherlar’ın ne olduğunu bilmiyordum. Kelimeler kulağımdan girince hızla iyi hatırlanan bir düş kalıbına büründü. Koskoca kasvetli bir evi yaşatan deliliğin duvarların gözeneklerinden kaçışını hissettim. Ev çöküyordu. Mahzen de onu taklit edebilir ve üzerinde oturduğum kuleyi iskambil kağıdından yapılmışlığa dönüştürebilirdi.
“Haklısınız.”
Velinimetim içini çekerek sessiz kalınca dayanamadım ve “Şimdi ne olacak?” dedim. “1796 yılının 31 Aralığını görebilecek miyim?”
Ziyaretçim anlayışla gülümsedi. “Bu yılın ilk üç günü sandığınızdan çok daha çatallanmış, dallanmış budaklanmış durumda. Öykünüz, öykümüz engin ellerde.”
Sessizlikte izahat bereketi esintisi vardı. Sabırla konuşmasını bekledim.
“Orndoffsuz bir öykü. Çünkü… Sizi ufukta göreceğiniz o eşsiz şeyle baş başa bırakmak niyetindeydim. Bu nedenle yana yakıla yalnız kalmayı istiyordunuz.”
Esas ima ettiği şeye ön cepheden değinmeyi istemediğim için sözün etrafından dolandım.
“Beni en çok şaşırtan şeylerden biri dostum DeGrât’ın beni işe koymakta karşılaştığı güçlük oldu. Bölgenin soylularındanım bildiğiniz gibi. İdare heyeti bunu biliyordu. Başka bir neden olmalıydı. O bahsettiğiniz ufuk şöleni belki. ”
Belki sözcüğümdeki kasıtlı vurgu velinimetimi hafifçe sırıttırdı. İhtiyatlı adımım hoşuna gitmişti.
“Mahzen ve ufuk eşit ve bir artık. Sunduğu görsel astarlı tinsel malzemenin kıvamı açısından.”
Velinimetim ayağa kalkınca otomatik olarak onu taklit ettim.
“Sizinle olay ufkunu ziyaret edeceğiz.”
Bunu derken eliyle yaptığı işaret nedeniyle aşağı mahzene ineceğimizi anladım. Kalın tahtadan masanın üzerinde duran yağ kandilini almak için uzandım.
“Lambaya gerek yok. Yürüyüşümüzde karanlık yaya, biz süvari olacağız.”
Başımla onayladım ve arkasından yürüdüm. Merdivenlerin başladığı sahanlıkta daha önceden bilmediğim bir bölme belirmişti. Biz yanına gidince kapısı kendi kendine iki yana aralandı. İki kanat sağlı ve sollu taş duvarın içine girmişti. İçinde lamba yoktu, ama ışıklıydı. Böyle bir şeyi ilk kez gören yanım şaşkındı. Bunu normal ve tanıdık bulan yanımsa dümendeydi.
Velinimetim içine rahatça dört kişinin sığabileceği küçük bölmeye girdi ve bana yanına gelmem için işaret etti.
“Buna asansör diyorlar. Zahmetsiz ve hızlı bir şekilde alçalacağız.”
Kanatlar geri örtülünce küçük oda hareket etti. Düşmüyorduk. Kontrollu ve yavaş bir hızlanmayla inişe geçmiştik. Elli metrelik yüksekliği bayağı hızlı bir şekilde tüketerek en alta vardık. Kanatlar aralanınca gerçekten artık kandillere ihtiyaç olmadığını gördüm. O soğuk, is çıkartmayan ve nereden geldiği belirsiz ışık her yeri aydınlatmaktaydı. Mahzenin kalın tahtadan yapılma kapısı ardına kadar açıktı. Mahzen kendini yenilemiş ve kıyıdan denize bakıldığında olduğu gibi diğer ucunda ufuk kurmuştu. Şaşkınlığım kötürümdü. Bir yanım biliyordu, tanıyordu bu şeyleri. Tam bir şey soracağım sırada bize doğru gelen birini gördüm. Uzunca boylu, yakışıklı, siyah saçlı bir adamdı. Otuz başlarında falandı. Üzerinde yakası sarı, önünde yukarıdan aşağıya iki sıra metal düğmeleri olan beyaz üniforma, ayağında sarı şeritli grimsi mavi bir pantolon vardı. Belinde kocaman bir kılıç takılıydı. Bizi görünce yüzü sevgiyle ışıdı.
“İyi akşamlar baylar. Adım William Wilson. Beyaz pelerinli, kapişonlu biri geçti mi buradan? Yüzünde siyah maske olan. Onu derhal bulmalıyım.”
“İyi akşamlar bayım,” dedi velinimetim eliyle arkamızda kalan bir yeri işaret ederek. “Şu tarafa gitti.”
“Teşekkürler bayım. Adımlarınız rastgelsin.”
Yakışıklı delikanlının koşar adımlarla gittiği tarafa bakınca başım döndü. O yönde de bir kapı bulunmaktaydı. Ardına kadar açık durduğundan içerisi görülebilmekteydi.
“Alain Delon,” dedi velinimetim sesinde belli belirsiz bir gurur tınısıyla.
“Histories Extraordinaries adlı bir görüntü ve ses kurmacasından geliyor. Fransız. Aktör. Bizden çok genç. Yüz yıl falan… Wiliam Wilson adlı öykümdeki başkahramanı canlandırıyor. Aradığı kimsenin siyah maskesinin ardında hayatının en yakıcı sorusuna cevap bulacak. Hiç bu kadar yakışıklı birini hayal etmemiştim, ama görür görmez benimsedim. Giuseppina nerelerde acaba? Onu da görmek isterdim. Haydi mahzene girelim.”
Velinimetimin ardından içeri girdim. Mahzen genişlemekle kalmamış değişmişti de. İçine inanılmaz zenginlikte malzeme doluşmuştu. Uzakta evler, onların arkalarında dağlar görmekteydim. Sol taraftaki binaların ve diğer şeylerin bitiminde yanlış görmüyorsam deniz vardı. Tavan arşa değmiş ve bulutların tepesinde kalmıştı. Görünmüyordu. Yukarı bakmak midemde hafif bir bulantı yaratıyordu. Sanki tavan tarafından emilecek, uçuşup gidecekmişim gibi bir duygu içindeydim.
Az ileride bir grup insan yığışmıştı. Maskeli balo verilmekteydi. İyi giyimli kadın ve erkekler neşeyle konuşuyor ya da dans ediyordu. Şarap kadehlerini çınlatan kahkahalar duyuyordum. Müzik de vardı. Altı kişilik bir müzisyen grubu kıvrak bir halk dansı çalmaktaydı.
“Prens Prospero’nun eğlencesi,” dedi velinimetim. “Normalde yedi odada verilen bir partiydi. Duvarları çeşitli renklerde kadife kaplı odalar. Burada odalar birleşmiş tek olmuş, ama ölümcül muhteviyat aynen devam ediyor. Prens kızıl ölümle kuşaltılmış bir denizin ortasındaki adada seçilmiş canları eğlendiriyor. Oysa ada da evin bir parçası. Te punire possum quod ego sum dominus.”
“Seni cezalandırabilirim çünkü bu evin efendisi benim,” dedim gururla.
“Bravo.”
Çocukken bana Latince ders veren hocamın kıçımda kırdığı değnekleri hatırlamıştım diğer yandan. Bu çocukluk anım bir süredir zihnimin içindeki kargaşada ön plana çıkmak için çırpınan yanımı canlandırmıştı.
“Siz kimsiniz?”
Velinimetim gözleri alaycı bir enerjiyle yanarak, “Sizce kimim?” dedi.
“Sizi bir büyüğüm, yakınım, hatta ilkokul öğretmenim gibi algılıyorum,” dedim.
“Bayağı yaklaştınız. Ben… Ben sizin yaratıcınızım. Daha doğrusu olacaktım. Ölüm bunu yapmamı engelledi. Geriye kısa notlarım kaldı.”
“Nasıl yani?” dedim.
“Deniz Feneri adlı bir öykü tasarlamıştım. Birisi uzun süre fenerin tepesinde yalnız oturacak ve sonra ufukta o şeyi görecekti. Ama nasip olmadı. Aslında oldu, çünkü şu anda birlikte ufku seyrediyoruz. Benim yarattığım hayallerin ufkunu.”
“Bir adınız var mı sizin?”
“Edgar Allan Poe. 1809’da doğdum ve 1849 yılında öldüm.”
Her türlü garipliği göğüslemeye hazırdım, ama bu biraz fazlaydı, aşırıydı. “Peki benim adım ne?” dedim.
Poe anlayışla gülümsedi. “Bir adınız yok. Çehreniz olmadığı gibi. Sizi bir hayal koşumu sıfatıyla yarattım. Okuyucular size ait bilgiyi kuşanıp durumu daha içeriden anlamaya çalışacak ve bazıları bu ufukla tanışmayı başaracaktı.”
“Şu anda 1796’da değil miyiz yani?”
“Değiliz. Burayı kuşatan bir zaman bandı var yalnız. Bay Delon o film denen şeyde oynayalı kırk yılı geçmiş. Demekki nerden baksan 2000’li yıllarla ilintideyiz..”
Tam bir şey diyecektim ki, sol yanımda bir hareket sezerek o tarafa döndüm. Devasa bir goril partideki insanlara doğru yürümekteydi. Maske ve kostüm değildi. Gerçek gorildi. Simsiyah kıllıydı ve buram buram goril kokuyordu. Kimse bunu taklit edemezdi. Şaşkınlıkla Poe’ya baktım. Yüzü çok sakindi.
“Morgue Sokağı Cinayetleri adlı öykümde bir gorilin işlediği cinayet araştırılıyordu. Herkes katili insan sanmaktaydı, ama dedektif Dupin asıl suçluyu buldu.”
“Dupin?”
“C. Aguste Dupin. Bak şurada! Şu harika kalçaları olan beyaz tuvaletli kadınla dans eden adam. Julius Cesar kostümlü.”
Beyaz toga virilis giymiş adama baktım. Gözümü gorilden alamamaktaydım. Verilen partideki hiç kimse hayvandan korkmuş gibi görünmüyordu. Sanki kürkünün altında insan vardı. Gorilin akıllı, telaşsız ve tehditten uzak yürüyüşü beni anlatılanlar kadar etkilemişti. Beynim bir arı kovanı gibi sorularla vızıldamaktaydı. Bu arada az önce Poe’nun sarfettiği bir sözün patlayıcı anlamını yeni idrak etmiştim.
“Bir dakika. Siz az önce ne dediniz? Adım yoktu. Çehrem de yoktu. Siz şimdi benim suratımı görmüyor musunuz yani?”
Poe’nun yüzü ciddileşti. İçini çekerek, “Şöyle anlatayım, yüzünüzü görüyorum. Alnınız, saçlarınız, burnunuz ve ağzınız var, ama toplamı zihnimde bir çehre yaratmıyor.”
“Neden?”
“Çünkü ben genellikle yaratacağım başkahramanın yüzünü betimlemem. Bunu okurun kendi tiplemesini boş yere doldurması için yaparım. Ayrıca öykünüzün yarım kaldığını da unutmayın. Okumak ve yazmak bu yeni zamanların gözde tabiriyle interaktif bir süreçtir. Dupin, goril, şu davetliler ve kendi beğenmiş prens Prospero sizin yüzünüzü bütün ayrıntılarıyla görüyor.”
“Peki ben kendi yüzümü görebilir miyim?”
“Bir deneyin. Şu kenarda duran eli çantalı kadınların hepsinde ayna vardır. Hatta bazı erkeklerde de.”
Partinin verildiği yere yığışmış elli kadar kadın ve erkeğe bakarak içimi çektim. Bir yanım Poe’ya tamamen inanmaktaydı, ama aklım… Aklımın bazı itirazları vardı.
“Peki eğer siz 1849’da öldüyseniz, nasıl oluyor da şimdi burada beraberiz? Yazarlar yarattıkları karakterle beraber mi göçüyorlar yoksa öbür dünyaya?”
“Güzel bir soru. Bizi buraya getiren ben değilim.”
“Kim peki?”
“Bir okurum olmalı. Onun düş alemindeyiz. Sadece okur değil. Yazar da olmalı. Gotik türe aşina biri. Onu da bir miktar hissediyorum. Anglo sakson değil. Daha doğudan.”
“Anlayamadım. Nasıl yapabiliyor bunu?”
“Benim öykülerimi iyi bilen biri. Öykülerimden yapılmış görüntü ve ses kurmacalarını da seyretmiş belli ki. Deniz Feneri öyküm tamamlanmamasına rağmen basılmış olmalı. Sizi oradan kaptı.”
“Öykülerinizi bilen bir yazarın ürünü mü bütün bunlar?”
“Tam değil. Ortak yapım. Ama burada sizin misafiriniziz sonuçta. İkimiz de.”
“O yazar nerede peki?”
Poe aldırışsızca omuzlarını silkti ve kalabalığa bir göz attı. “Belki orada, bir öykünmenin ardındadır, ama… pek sanmıyorum.”
“Tanrı demek istemiyorsunuz değil mi?”
“Haşa… Biz kusurlu, nefesi sayılı, çelişki kumkuması yaratıcılarız. Bu kadar… Bu kadarı bu mahzeni kurdu ama diğer yandan.”
“Size adanmış bir mahzen. Bir okurunuz tarafından. Ben nasıl ev sahibi oluyorum?”
“Çünkü yarım kalan öyküm basıldı ve benim eserlerimi iyi tanıyan biri sizin üç günlük güncenizden hareketle burayı kurdu.”
“O günceyi siz yazdınız.”
“Doğru… Ama bu size hayal aleminde bağımsız bir yer kazandırdı.”
Söylediği her şeye inanıyordum, ama varkalma telaşına düşmüştüm. Mahzen hiç yitmesin gitmesin istiyordum. İçinde küçük bir evren barındırıyordu, ışıklı, sarmalayıcı, eğlenceli ve hatta neşelendiriciydi. Kasvetli öğeler incecik ve şeffaf bir tül gibiydi sağda solda. Örtmekten, kapatmaktan çok arsızca sırlandırıyordu eşyayı.
Sağ ayak bileğime bir şey sürtününce hafiçe irkildim. Siyah bir kediydi. Sarı gözleriyle ‘beni okşa‘ ışımasıyla bana bakmaktaydı. Eğilip hayvanı okşayınca memnuniyetle sırtını kabarttı ve yüksek sesle mırlamaya başladı. Aklıma köpeğim gelmişti.
“Köpeğim Neptün. Bu mahzene hiç girmedi. Onun için mevcut olmayan bir yerdi sanki.”
“Öyküyü tamamlayan kimsenin tasarrufu. Yalnızlığınızı daha da koyultmak için olmalı.”
İçimi çekerek kuyruğu dimdik havada maskeli insanlara doğru yürüyen kediye baktım. Koskoca gorilin varlığı onu hiç etkilememişti. “Rüya gibi her şey.” Diye mırıldandım.
“En hakiki gerçeklik rüyalardır.”
Rüya sözü uçuculuk içeren bir şeydi. Rüya kısa sürer insan uyanırdı. Neyin içine uyanacağım sorusu sezgi meydanımda duran devasa bir kâbus mabutu gibiydi. Poe bu düşüncemi sezmiş gibi gülümsedi ve “Rüya içinde rüya.” Dedi. “Bir silsile. Onun içindeyiz. Zaman bol. Merak etmeyin.”
“Şimdi ne olacak?”
“Gece yarısı gongu çalmayacak ve 3 Ocak olmayacak. Çünkü son gün. Bu gece sonsuzmuşcasına uzun sürecek. Canınız hiç sıkılmayacak. Ne sizin, ne de benim. İçimde ruhu mengeneye sıkışmış gibiliği ve alkoliklere has sabırsız beklentiyi falan da hissetmiyorum artık.Mahzen her inişimizde bize başka şeyler gösterecek. Şuradaki maskeli balo yeni katılımlarla sürüp gidecek.”
Söylediği şeylerin hiçbirini sezgilerim reddetmiyordu. İçimdeki endişe gür ve gelişkin bitkilerin dibindeki cılız ve seyrek ayrık otları gibiydi, ama etkindi.
“Burayı kuran kimse tanrı değil dediniz?” dedim.
“Evet.”
“Ölümlü o halde.”
“Tabii ki.”
“O şey olunca peki?”
“Bu fener hep kalacak. Bir dördüncü girecek sıraya. Üçümüzü gören ve işleme sokan. Yarım kalan öyküleri tamamlayan. Rüya içinde rüya silsilesinin kazanına kömür atan kimseler. Bunlar hiç eksik olmazlar. Böyle devam edecek. Mahzende cümbüş, ufukta enginlik bitmeyecek. Bir dakikaya bin bir gecenin serüveni sıkışacak.”
Tam o sırada ortaçağ kıyafetli ve yüzünde küçük bir sarı maske olan garson geldi. Elindeki pırıl pırıl gümüş tepside kırmızı sıvıyla dolu iki kadeh durmaktaydı.
Poe adama teşekkür ederek tepsiyi aldı ve kadehlerden birini bana uzattı. “Şu porto kadehindeki içki de öyle. Sürekli içebileceğiz. Alkol baş döndürmeye devam edecek. Burası sizin doğum yeriniz. Biz de misafirleriniz.” Bir eliyle kadehi, diğeriyle tepsiyi tuttu ve sonra tepsinin parlak iç yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı. “Ne diyorsunuz?”
Mahzeni böylesine enginleştiren kimsenin yüzünü görmek başımı döndürmüştü.
“Nevermore,” dedim.
Poe’nun yüzü neşeli bir gülümsemeyle adeta aydınlandı ve kadehini benimkine dokundurdu.
“Nevermore.”