İstanbul, 1729
Osmanlı’nın 300 yıla yakı süren parlak döneminin sonuna gelinmişti. Uzun yıllar tahtlarında kalıp kullarına hükmeden, düşmanlarına korku salan kudretli ve muzaffer padişahlar sayesinde sağlanan istikrarlı yükseliş yerini artık fazlaca hüküm sürmeye fırsat bulamayıp, isyanlar ve şantajlar neticesinde tahtı bırakmak zorunda kalan, devlet-i aliyeyi sevk ve idarede ecdadının ustalığını ve iradesini gösteremeyen sultanların önünü alamadığı bir gerilemeye bırakmıştı. Şimdi tahtta halk arasında adı Boncuklu Deli İbrahim’e çıkmış, Mah-ı Peyker Kösem Sultan’ın oğlu olan Sultan 1. İbrahim’in torunu; saltanatı 39 yıl süren Avcı Mehmet namlı Sultan IV. Mehmet’in oğlu; orduları başında sefer eden son padişah olsa da tahttan cebren indirilen II. Mustafa’nın kardeşi III. Ahmet oturmaktadır.
Sanata ve şiire pek bir meraklı haşmetli padişahımızın, Prut zaferiyle anılan Baltacı Mehmet Paşa, Venedik’in fethiyle şanlanan Damat Ali Paşa gibi değerli vezirazamları olmuştu. Padişahın kıymetli bir kese içinde bulunan mührünü şu anda taşıyan ise Lale Devri’nin mucidi sayılabilecek Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idi.
Genel meylin aksi istikametteki tüm bu gelişmelere rağmen pek çok kişinin kellesine mâl olacak Patrona Halil Ayaklanması’na meydan verecek huzursuzluklar giderek artmaya başlamıştı İstanbul’da. Halk arasında iktidardakilerin lale bahçeleriyle bezenmiş köşklerde zevk-ü sefa alemlerine daldıkları için devlet işlerini savsakladıkları artık yüksek sesle dile getirilir olmuştu. Başa bela hayat pahalılığının kışkırtmasıyla ve mahallenin muhaliflerinin ipe sapa gelmez dedikodularıyla bu sesin şiddeti gün geçtikçe daha da artıyordu. Hünkarlarının ve onu sağ kolu olan sadrazam efendilerinin ecdatları gibi seferlere bizzat katılmak yerine haremlik selamlık mefhumu olmayan eğlencelerde nasıl günlerini gün ettikleri meyhanelerde, bitirimhanelerde ve kahvelerde en rağbet gören sohbet mevzusuydu.
İşte o puslu günlerden birinde, İstanbul’un yüce fatihi kudretli Sultan II. Mehmet Han’ın ilk temellerini attırdığı 11 ana kapısında binlerce insanın karınca misali girip çıktığı Kapalı Çarşı’nın o alışında verişinde olan gündelik kalabalığı can hıraş koşan iki yiğit tarafından yarılıyor. Kimisi meraklı kimisi de endişeli gözlerle bu telaşenin sebebini anlamaya çalışıyorlar. Yangın mı var veyahut kavga mı? Yoksa Allah saklasın, bir cinayet mi?
İki yiğit sıra sıra dizilmiş sahaf dükkanlarından birine dalıyorlar, kalabalık da sanki hiçbir şey olmamış gibi kendi gailesine devam ediyor.
Tezgahtaki adam önündeki kitap yığınından kafasını kaldırıp kendilerini nefes nefese dükkana atan iki yiğite bakıyor.
– Ne oluyor, bre? Kuduz itler mi koşturur peşinizden?
Yiğitlerden daha ufak tefek olanı iki eliyle böğrüne tutar vaziyette, “Mürşitimizi görmeliyiz hemen?” diyor.
– İbrahim Ethem Efendi Hazretleri yukarıda. Geçin.
Yiğitler üst kata çıkan merdivene aynı anda atılınca birbirleriyle çarpışıyorlar.
– Yavaş, lan, yavaş. Sıçtırtmayın çanağınıza…
Bu sinkaflı konuşmaya üst kattan davudi bir ses müdahale ediyor.
– Rüstem!
Rüstem Efendi, o koca adam azarlanmış bir çocuk gibi kıpkırmızı oluyor.
– Affedersiniz, efendi hazretleri! Bu ikisi dükkanı yıkacaklar da başımıza…
Mürşitleri üst kata çıkan yiğitleri önünde açık bir kitapla karşılıyor.
– Yavuz, Selim? Hayırdır. İki kardeş ne işler peşindesiniz yine?
Bu kez iri olan söze başlıyacak oluyor ama pat diye yere seriliyor. Mürşit İbrahim Ethem Efendi telaşlanıp ayağa fırlayacak gibi oluyor ama gardaşının başına eğilen Selim’in sözleri onu sakinleştiriyor.
– Merak buyurmayın, efendimiz. Yalnızca bayıldı yorgunluktan. Eminönü’nden beri koşuyoruz tüm kuvvetimizle. Koca cüssesi dayanamadı zahar.
– Nedir bu telaşın sebebi?
– Size havadisleri tez elden iletmek istedik. Hafız Mustafa Efendi….
– N’oldu, Mustafa’ya?
– Hafız Mustafa Efendi Hazretleri galiba fenafillah* oldu, mürşit efendimiz.
İbrahim Ethem Efendi’nin omuzları çöktü, gözlerine keder buğusu yerleşti.
– Vay, gardaşım benim. Allah rahmet eylesin. Ama ne oldu, nasıl öldü?
– Hayır, hayır. Yanlış anladınız beni. Ölmedi. Yani… Sanırım ölmedi.
– Ne diyorsun sen, Selim?
– Efendi hazretleri… Valla, ben de bilmiyorum.
– Sen şunu anlat bana bir bakayım adam akıllı.
– Şimdi. Biliyorsunuz bugün Cuma’dır. Hafız Mustafa Efendi Hazretleri Cuma’yı kıldırdıktan sonra cemaatle sohbete başlamış her zamanki gibi. Az biraz nefse hakim olmaktan söz etmiş. Nefse hakim olmak, dünyaya hakim olmaktan zordur ama yeğdir, diyormuş ki…
– Eeeeee?
– Birden susmuş. Cemaat söyleyeceği şeyi düşünüyor herhalde derken. Hafız Mustafa Efendi Hazretleri şöyle derinden bir iç geçirmiş, “Allaaaah” diye.
– Eeeee?
– Ve fenafillah olmuş.
– Ne diyorsun, oğlum?
– Cemaatin gözü önünde çözülüp gidivermiş, yok olmuş. Cemaatten biri dedi ki, sanki içinde bir barut fırçası sessizce patlamış gibi en küçük parçalara dağılmış. Tuzla buz oldu dedi bir başkası. Kimisi bir ışık huzmesi görmüş, kimisi görmemiş.
İbrahim Ethem Efendi bir anlığına da olsa bir kıskançlık kırıntısı hissetti içinde. Hemen kendini toparladı, haset etmek nefse yenilmekti. Eminönü’nde Yeni Cami’nin imamı Hafız Mustafa Efendi 20 yıldır öğrencisi, can yoldaşı ve kardeşi olmuştu. Mürşitliğini yaptığı, insan-ı kamil meretebesine erişmiş bu zat tam 20 yıl önce kapısını çalmıştı. Senin benden öğrenecek bir şeyin kalmamış dedi başta ama Mustafa kararlıydı. “Dildeki davaya elde hüccet-i bürhan gerektirir” diyordu da başka bir şey demiyordu. Yoluna baş koyduğu, iman ettiği davasını yürütmek için bir tür mezuniyet belgesi ihtiyacı hissediyordu ve bunu verebilecek kişinin de ancak gerçekten feyz alabileceği İbrahim Ethem Efendi Hazretleri gibi saygı duyulan, kerameti bilinen bir mürşit olduğuna inanmıştı. Niğde’den kalkıp gelmişti İstanbul’a. Aynı zaman da memleketlisi olan İbrahim Ethem Efendi’yi bulması zor olmamıştı.
– Tez İbrahim Paşa’yı haberdar etmek gerekir bu durumdan.
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile Muşkara köyünden çocukluk arkadaşıydılar. İstanbul’a birlikte gelmişlerdi. Aynı inançları paylaşsalar da, zeka da ve çalışkanlıkta eş olsalar da, adaşı İbrahim kendine çok farklı, belki de inançlarıyla çok da uyuşmayan bir kariyer seçmişti. İstanbul’a kendilerinden önce gelip nüsus edinen hemşehrilerinden birini tavsiyesi ile 20 yaşında sarayın dış hizmet ocaklarından birinde çalışmaya başlamış, helvacılığı öğrenmişti. O zaman tahtta daha 19. Osmanlı padişahı IV. Mehmet Han vardı.
Muşkara’nın hatırı sayılır ağalarından birinin oğlu olsa da tahsili zayıftı. Okuma yazma bilgisi bile kafi derecede olmayan bu yiğide okumayı iyiden iyiye söktüren İbrahim Ethem oluyordu. Okur yazarlığın üstüne giden İbrahim’in ocaklardaki hizmetleri beğenildikçe yükseldi. Harem ağalarının en rütbelisi sayılan Darüssaade ağasının* (yani kızlar ağasının) yazıcı halifesi olarak bulunduğu Edirne’ye gitti. Padişah Hazretleri de o sıralarda Edirne’de ikamet ediyordu. İbrahim orada Şehzade III. Ahmet olmak üzere saray erkanının gözüne girdi.
23. padişah olarak tahta çıkan III. Ahmet’ten mührü alıp birinci Sadrazam olduğunda yaşı artık 58’di. Padişah efendimizin 12 yaşıdan dul kalmış biricik kızı Fatma Sultan 14’üne bastığında onunla evlenerek adının başına “Damat”ı eklemiş, ardından da Osmanlı’nın yüz otuzuncu sadrazamı olarak veziriazamlığa getirilmişti.
Devlet-i aliyenin yoğun meşgaleleri, saray meşgalelerine rağmen İbrahim Ethem Efendi ile irtibatını hiç kesmemişti Sadrazam efendimiz. Fırsat buldukça bir araya gelir sohbetler ederlerdi. Paşa’nın melami olduğunu pek fazla kimse bilmezdi. Melamilikte ibadet Cuma ve cenaze gibi toplu ibadetler dışında gizli yapıldığı için düşmanları arkasından onun eğlence düşkünü bir zındık olduğunu söyleyenler bile çıkıyordu. Oysa eğitimli, kültürlü, dini bütün bir insandı Paşa. Doğduğu köye camiler, medreseler yaptırmış, buraya başka yerlerden getirttiği ahaliyle köyü bir şehre dönüştürmüştü. Paşa’nın yaptığı hayırlı işlerden biri de, – tabi İbrahim Ethem Efendi’nin uyarısıyla – değerli kitapların yurtdışına çıkışını yasaklamasıydı.
İbrahim Ethem Efendi uzun zamandır gavurların sahaflara gelip el yazması risaleleri, kuranları ya da başka diğer kıymetli kitapları son derece ucuza satın aldıklarını gözlemliyordu. Biraz araştırınca satın alınan bu yazma ve kitapların Avrupa’ya götürülüp çok yüksek fiyatlardan kolleksiyonculara satıldığını öğrenmişti. Bu durumu haber verdiğinde Paşa hemen duruma el koymuş ve bu tür kitapların yurtdışına çıkışını yasaklamıştı. İkinci emri ise tez elden kütüphaneler inşa edilmesi olmuştu. Sanatçı ruhlu, sanatçı dostu Padişah da desteklemişti bu icraatını.
Ne yazık ki ne İbrahim Paşa ne de İbrahim Ethem Efendi bir daha Hafız Mustafa Efendi’den haber alamadılar. Zaten İbrahim Paşa bu olaydan kısa bir süre sonra patlak veren Patrona Halil İsyanı neticesinde öldürüldü. İbrahim Ethem Efendi de can dostunun ölümü üstüne öyle çok fazla yaşamadı. Eminönü Yeni Camii’nin gördüğü en kalabalık cenaze namazlarının birinin ardından Fatih’e defnedildi.