Bağdat 922
Aylardır işkence altındaydı. Yine de tek yaptığı halâ kendisine bu zulmü reva görenler için dua etmekti. Biliyordu ki, onlar günahların en büyüklerinden birini işlemekteydiler. Daha da büyüğü yoldaydı. Can dediğin şey Cenab-ı Allah’ın bir parçasıydı. Ne demekti ona acı vermek? Ne büyük şuursuzlukta ona bir son vermek…
Hücresinin kapısı gürültüyle açıldı, İşte yine geliyorlardı. Bu kez kimbilir hangi acı veren yöntemi uygulayacaklardı istediklerini duymak için.
Önce sıcaklığını hissetti, sonra ışığını. Hırpani bir adam içinde korların çatırdadığı üç ayaklı büyükçe bir mangalla içeri girdi. Mangalı hücrenin ortasına bıraktı. Ardından hali vakti yerinde nüfuslu biri olduğunu açık eden pahalı kılık kıyafeti ve tepesinde dik bir tüy bulunan sarığıyla Sorguç geldi. Zincirlenmiş, bir deri bir kemik kalmış adama görmekten tiksindiği bir şeye bakarmış gibi baktı. Belden yukarsı çıplak, cildi terden parlayan iri kıyım işkenceci de girince içeri hücrenin havası iyice çekildi sanki. İşkenceci elindeki çubukları mangala sokup uçları korların içinde gömülü vaziyette orada bıraktı.
“Keyfin yerinde mi, bakalım?” diye sordu mahkuma Sorguç. Mahkum hiç ses vermedi ama Sorguç’a sanki adam bu soru üstüne tebessüm etti gibi geldi. Bu, böyle bir yere gelmekten zaten hiç de hoşnut olmayan Sorguç’u iyice hiddetlendirdi.
“Yeter, artık, Mansur efendi. Şu inadından vazgeç. Sen de kurtul, biz de. Tövbe de, af dile.”
“Affetmek Allah’a mahsustur,” dedi fısıldar gibi Hallacı Mansur.
Sorguç kaftanından bir tomar kağıt çıkardı.
“Burada öyle demiyorsun ama. Bak ne yazıyor. En el Hak.” Ağzından bu kelimeler çıktığı anda adamın yüzüne ağır bir pişmanlık ifadesi yerleşti. Başkasının sözlerini dile getirmiş olsa bile, bu sözlerin ifade ettiğini düşündüğü şey onun için ruhunu ürperten bir günahtı. Yüksek sesle söylemek acaba onun ruhunu ne kadar kirletmişti?
İşkenceciye döndü. Sıranın ona geldiğini sanan adam hemen mangaldaki çubuklara uzandı.
“Hayır,” dedi Sorguç. “Bu tür şeyler yararsızlığını ispatladı artık. Bir kasap getirin bana.”
İşkenceci anlamaz gözlerle baktı.
“Keskin bıçakları, satırı olan, işinin erbabı bir kasap. Ve bir de hekim. Kasap işini bitirmeden Hallacı’nın ölmesini istemiyorum.”
Birkaç kese altın için hayvanlarına yaptığını bir insana yapabilecek bir kasap bulundu. Sorguç ona ve hekime:
“Önce uzuvlarını kesmekle başlayın. Her uzuvunu kestikten sonra sorun, ‘tövbe ediyor musun?’ diye. Dikkat edin ölmesin. Derisi yüzülürken hayatta olsun istiyorum. Kendini Allah’la bir tutmak neymiş, iyice bir anlasın?”
Sorguç kendisinin insanlık dışı talepleri yerine getirilirken hücrede değildi. Onun sınıfına mensup biri için fazla kanlı ve dehşetli bir manzaraydı. Bu manzaraya şahit olmak yerine acıya dayanamayan Hallacı Mansur’un tövbe ettiği müjdesini beklemeyi tercih etti. Bunu fazlaca dilemiyordu ama belki de Hallacı hiçbir uzvunu kaybetmeden atlatabilirdi bu vartayı. Tek yapması tövbe etmesi ve kendini bekleyen daha acısız bir ölümü kucaklamasıydı. Bu saatten sonra Hallacı Mansur’un yaşamasına izin verilemeyecek bir tehdit olduğunu gayet iyi biliyordu..
Sorguç’un bilmediği ise işkenceye girişilen hücrede işlerin sapa sardığıydı. Kendisine reva görülen vahşeti yine sükunetle karşılayan Mansur’un dudaklarının kıpırdadığını gören kasap satırını beşinci kez sallamadan önce ne dediğini anlayabilmek için kulağını Mansur’un dudaklarına yaklaştırmıştı. Bir tövbe duymayı ve hem bedenini hem ruhunu yoran bu işkenceyi bitirebilmeyi ümit etmekteydi. Ücretini nasıl olsa peşin almıştı.
Buz gibi bir yüreği olmadan Hallacı Mansur’a yaptığı şeyleri yapabilmesi mümkün olmayan o kasap, duyduğu şeyler karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hekim şaşkınlık içindeydi, ona ne olduğunu, Mansur’un ne dediğini sordu ısrarla. Kasap zar zor toparlanıp konuştu. Mansur dua etmekteydi ama duası kendi için değildi.
“Allahım, bana bu işkenceleri yapanları affet. Onlar ne yaptıklarının farkında değiller.”
Kasap hekime devam edemeyeceğini söyledi. Hekim ona bu durumda kellesinin gideceğini hatırlattı. Kasap da bu akıbetin kesin olduğunun farkındaydı. Gözyaşları içinde işine devam etti.
Hallacı Mansur artık uzuvsuz kalmıştı ama şu ana kadar hiçbir pişmanlık belirtisi göstermemiş, tövbe etmemişti. Bir sonraki safhaya geçmekten başka çare kalmamıştı artık. Yani derinin yüzülmesine. Sorguç, derinin kurban kesilirken yapıldığı gibi tek parça olarak bir tulum gibi sıyrılmasını emretmişti.
Burnunu ara ara çekmesinden hala ağladığı anlaşılan Kasap bir yandan bıçağını bileylemekte, diğer yandan da Hallacı’nın canını alması ve bu acılı işkenceyi ona yaşatmaması için Allah’a dua etmekteydi. Hekim de onun işini ağırdan aldığını fark etmişti ama ses etmemekteydi. Oysa Hallacı işkencelerin tamamı bitmeden ölse başı en çok belaya girecek olan kendisiydi.
Kasap daha fazla vakit geçiremeyeceğini anladığında elinde bıçak Hallacı’ya döndü. Göz göze geldiler. Mansur’un gözlerinde adeta onu cesaretlendirmeye, teskin etmeye çalışan bir tebessüm vardı. Kasap, bıçağı Hallacı’nın göğüs tahtasına vurduğu anda bıçağın açtığı kesikten kan yerine nur fışkırdığını hayal meyal görüp kendinden geçti.
Kasap ve hekim kendine geldiklerinde hücrede artık tek başlarına olduklarını fark ettiler. Hallacı Mansur’un zincirli olması gereken yerin zemininde bir yığın vardı ama bir insan bedeni olamayacak kadar küçük bir şeydi. Kasap yığının yanına gittiğinde bunun Hallacı Mansur’un biraz önce yüzmek üzere olduğu derisinden başka bir şey olmadığını gördü. O derinin bir zamanlar sarıp sarmaladığı bedenden ise eser yoktu.
Hallacı Mansur’un bedeninin sırra kadem basmasında hiçbir kabahatleri olmamasına rağmen kasap da, hekim de canlarından olacaklardı. Tabi başka bir mahkumun uzuvlarını kesip derisini yüzdükten sonra. Yıllarca zindan köşesinde kalıp kimin neyidir, kimin fesidir artık kendi bile unutmuş bu zavallı adamın çıplak bedeni Hallacı Mansur’muş gibi sokaklarda gezdirilecek, halka teşhir edilecekti. Derisi sıyrılmış haldeyken kimse aradaki farkı anlayamazdı nasıl olsa.
Bu korkunç sırrın iki küçük ortağı olan kasap ve hekim zindanlardan sağ salim çıktılar ama evlerine asla varamadılar. Katilleri için ikinci bir ödeme yapmasına da gerek kalmamıştı Sorguç’un. Kendilerini öldürenlere bunun karşılığı olan ödemeyi bir anlamda kasap ve hekim yapacaktı. Hallacı’ya eyledikleri şeyler için aldıkları altın dolu keseler hala üstlerindeydi ve bunlar suikastçılar için fazlasıyla yeterliydi.
Sorguç’un böyle bir olayın duyulmasını istememesi için bir sürü iyi nedeni vardı. Ama en iyisi, olağanüstü bir şekilde ortadan yok olmasının ardından kesinlikle bir ermiş, bir evliya olduğu kanısı uyanacak bir adama işkence ettiren kişi olarak görülecek olmasıydı. Muktedir üzerindeki baskıyı hafifletmek, halkın yüreğini soğutmak adına onu ya idam ettirir ya da linç etmesi için halka verirdi.
Hallacı Mansur’un müritleri, sevenleri günlerce, aylarca göz yaşı döktüler mürşitlerinin ardından. Mansur’un acı sonu tarih kitaplarına geçti. Gerçeği bilenler yalnızca Sorguç’un soyundan gelenler oldu. Sorguç yaşadıklarını tüm ayrıntısıyla kaydetmişti. Bu kayıtlar nesilden nesile geçerek yüzlerce yıl sonrasına kalacaktı.