Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş.. Lâkin uzak diyarlardan bir ülkenin, barış ve bolluk içinde yaşayan halkı kadar mutlusu da pek yokmuş.. Daha çok, adaletle hükmettiklerinden olsa gerek- bu memleketin en sevilen kişileri olan Kral ve Kraliçe’sinin tek istekleri, sağlıklı doğmasını diledikleri bir çocukmuş..
Gel zaman git zaman, Kraliçe nihayet hamile kalır ama; bebeğini -hayırlısıyla- doğurmaya az bir süre kala da ölümcül bir hastalığa tutulur. Kral da, halk da, hem talihsiz kraliçelerinin, hem de onun daha doğmamış yavrusunun sağlığı için seferber olurlar..
En sonunda, bu hastalığa şifa olabilecek tek ilacın, dağların sadece belirli bir yerinde yetişen ve bilinen tek örneğinin de ‘cadı kontenjanından’ bir kadının, yani Gothel Anne’nin kontrolünde yaşayan bir çiçek olduğu belirlenir.. Uzun aramalardan sonra askerler bu gizlenmiş çiçeği bulunca kraliçe sağlığına kavuşur ve nur topu gibi bir kız çocuğunu da -bi güzel- doğurur..
Gel gelelim, kendisine ebedi gençlik sağlayan bu ‘sihirli’ çiçeği yitiren ‘cadı’ da, bebek prensesi kaçıracak ve onu ormanın derinliklerinde gizlenmiş bir kuleye hapsedecektir..
Yıllar boyunca tek gördüğü insan Mother Gothel, bütün dünyası da bu kuleden ibaret olarak büyüyen kızın haliyle saçları uzamış, hiç kesilmediğinden de tam yirmi metreyi bulmuştur.. Kayıp Prenses’in, ‘abartı ötesi’ uzunluktaki bu saçlarının önemi bir hayli büyüktür.. Kapısı iptal edilmiş bu kuleye ‘üvey ana’, kızın, kulenin penceresinden aşağı -halat misali- sarkıttığı saçlarına tutunarak inip, çıkmakta; en mühimi de bu altın sarısı saçlar, sihirli çiçeğin işlevini üstlenerek, cadımıza ebedi gençliğini sağlamaktadır..
Öte yandan, her türlü işini görürken, saçını bir kement ya da upuzun bir üçüncü kol gibi maharetle kullanmayı da beceren kızımızın, sürekli oraya buraya sürünen bunca saçın bakımını nasıl yaptığı da -hiç başka işim yokmuş gibi- bendenizin merak konusu olmuştur.. Filmde bu merakımı giderecek pek bi açıklama yoktur ama, kallavi saçın hakkında kullanıldığını duyduğum o ‘sihir’ sözcüğü yok mu.. Valla kendisi, en marifetli şampuanların ya da bilcümle kuaförlerin üzerimdeki etkisini ta sıfıra kadar indirmiştir ki o kadar olur yani..
Nerde kalmıştık? Ha! Bebekleri kaybolduğundan ve tüm aramalara rağmen de bulunamadığından derin üzüntülere gark olmuş Kral ve Kraliçe, onun her doğum günü akşamında göğe uçan fenerler bırakırlarmış.. Bütün ülke halkının da katıldığu bu ritüel boyunca o gece bütün gökyüzü ışıl ışıl fenerlerle kaplanırmış..
Kendisine sadece Pascal adlı can dostu bir bukalemunun eşlik ettiği Prenses de, çok uzaklardaki kulesinden bu muhteşem manzarayı her yıl görür ve bu adeta yıldız kümesi misali görüntünün gerçek anlamını hep merak eder dururmuş..
İşte, Prenses’in on sekiz yaşına bastığı gün, masalımızın ikinci baş kahramanı olan Flynn Ryder ortaya çıkar da, kızımız bir yandan bu ‘fenerli’ merakını gidermiş olur; öte yandan da bir bukalemundan oldukça farklı denebilecek bir tür hayvan olan, erkek cinsiyle ilk kez tanışmış olur..
Üç kişilik bir hırsızlık çetesinin lideri olan, yakışıklı olduğu kadar sevimli, cesur olduğu kadar da kendini beğenmiş bu oğlan, son işinde saraydan çok değerli bir tacı kaldırdığından, hem saray muhafızlarından, hem de yolda kavgaya tutuştuğu diğer hırsız arkadaşlarından kaçarken bu kuleye sığınmıştır..
Elbette asıl macera, işte bu iki dünyalar güzeli gencin bu oldukça ‘sıradışı’ karşılaşmasıyla başlayacaktır ki görelim bakalım bu masalından da sonu diğerleri gibi, “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine” şeklinde mi hitam bulacaktır?
Kesinlikle Bir Animasyon Başyapıtı
Neden yapımcı şirket filme bu adı vermiş? Neden biz bu hususta da ABD’nin kuyruğuna takılıp peşlerinden gitmişiz?. Bilmiyorum ve araştırmaya da hiç niyetim yok ama (Haa unuttum! Biz küçük Amerika’ydık değil mi?) bu hikaye, daha doğrusu masal, hepimizin, konusunu -bi şekilde- bildiğinden emin olduğum Rapunzel’den başkası değildir..
Alman edebiyatının pek mühim yazarlarından Grimm Kardeşlerin bu masalı filme aktarılırken, isim değişikliği gerektirecek kadar değilse de baya bi değişikliğe uğramış aslında.. (Misal, Cadı’nın kaçırıp da kuleye kapattığı kız, fakir halktan birinin kızı değil, ülkenin prensesi ve kulede onu bulacak yakışıklı oğlan da bir prens değil, sarayı dahi soyan azılı bir hırsız.)
Özellikle kahramanların değişen sosyal statüleriyle daha bi ete kemiğe bürünen karakterler ya da hikayeye yeni eklenen tipler, bildiğimiz masalı kat be kat ileriye taşıyor..
Bilumum hayvanlar (Hele ‘saraylı’ bir beygir olan Maximus var ki.. Aman allahım!) da dahil, ‘sanal oyuncular’ tarafından, en ince mimiklerden, en aşırı jestlere kadar gerekli olan duygular öylesine başarılı bi şekilde perdeye yansıtılıyor ki bu tür filmlerde hep aklımıza ‘hafifçe’ takılan bir soru işareti, bu mükemmellik karşısında iyice dudaklarımızdan dökülür hâle geliyor: “Böylesi mümkün oluyorken, neden gerçek oyuncularla çalışılıyor ve neden onların -muhtemel- kaprisleriyle falan uğraşılıyor ki?”
Tamam, bu birazcık ‘köktenci’ fikir pek de doğru ya da değerli olmayabilir; ama her haliyle kusursuz bu animasyon -ister istemez- adama bunları düşündürtüyor işte..
Hem, gerçeğin kendisini en doğru ve hakiki şekliyle, hem de masal dünyasının en fantastik hâlini mükemmel bir biçimde ortaya koymayı sağlayan bu ‘üstün teknoloji’ üreticilerini olduğu gibi -elbette onlardan daha da çok- bütün bu olanaklarla şahane bir sanat eseri yaratmayı becerenleri kutlamak, en azından benim boynumun borcu deyu düşünüyorum..
Heyecanı sık sık zirveye çıkartan harika bir macera filmi; duyguları coşturan eşsiz görüntülerle süslü bir romantik film; akıl yüklü esprilerle güldüren bir komedi; birbirinden güzel şarkılarla kulakların pasını alan bir müzikal özelliklerini eksiksiz taşıyan Karmakarışık’ı ben, her yaştan, her baştan seyircinin gayet zevkle izleyebileceği bir ‘animasyon başyapıtı’ olarak değerlendiriyorum.. Kamuoyuna duyurulur..