“Yanarak var olmayı kabullenmekle, sönerek yok olmak arasında yapılacak seçimden ibaretti bütün hikâye.”
Nazan Bekiroğlu
Kendisiyle 2010 yılında tanışma şansım oldu. Küçük bir tanışma faslında sonra, “Siz benim hayatımı mahvettiniz” demiştim. Şaşırmıştı. O mahcup ifadesiyle tebessüm ederek, “başka kimler var listende” demişti. Hiç duraklamadan sıraladım: “Siz, Fellini ve Tarkovski…”
Bakışlarını öne eğmişti. Ya utanmıştı ya da çekinmişti. Böyle bir an’ı kaçırmak için arsız bir çocuk gibi devam ettim. “Kendinize yakın hissettiğiniz bir mitolojik kahramanınız var mı?” demiştim. Düşünmeden hemen, “Zeus’un oğlu Hermes. Çoban Tanrısı. Bilir misiniz?” demişti. Evet, “Tanrıların en akıllısı” demiştim. 10-15 dakikalık bu kısacık karşılıklı görüşme sonrasında, Lindsay Anderson’ın, ‘yönetmen’i nasıl tarif ettiğini anlattığı yazısını anımsadım. Şöyle diyordu Anderson: “İki çeşit yönetmen vardır: 1- Aşağı yukarı her konuyu gerçekleştirebilen bir profesyonel. 2-Kendine uygun ve kendi efsanesini somutlaştıran konularda başarıya ulaşan şair.”
Angelopoulos, sadece kendi sinemasının değil, dünya sinemasının da tartışmasız büyük bir şairiydi. Yaşadığı coğrafyada o devasa mitolojinin, ‘gerçeğin bir simgesi’ olduğunu çok iyi biliyordu. O topraklardan geliyordu. Kendisine, ‘Çoban Tanrısı’ Hermes’i örnek almış bir keşişti. Tuhaf ama yaratıcı! Onun için hayatı boyunca yaratıcılığın ne kadar ‘sorunlu’ ve ‘sorumlu’ olmayı gerektirdiğinin sinemanın peşine düşmüştü. Yaşadığı hayata, dünyaya, insana dair sorular sormak için sürekli ‘rahatsızlık’ duyduğu o kadar aşikârdı ki. Hep onlarla uğraşmaya adamıştı ömrünü.
Baudelaire’in, Edgar Allan Poe biyografisinin bir yerinde şöyle der: “O, bizim için çok acı çekti.” Bu cümleyi ödünç olarak kullanmam gerekirse Angelopoulos da öyleydi. Hiçbir zaman elindeki verilerle yetinmedi. Genele mahkûm olmadı. O, başka olmanın, olabilmenin peşine düştü. 60’lı yılların ortasından itibaren dünya sinemasının gittikçe ‘koformist’ bir hale dönüşmesine kendi sinemasıyla sürekli itiraz ediyordu.
Bunun için filmlerinde, hareketin ve heyecanın değil, suskun ve sakin bir yolculuğun izini sürdü. O kadar suskundu ki sessizliğin, diyalog kadar şiirsel olabileceğini bıkıp usanmadan anlatmaktan yorulmadı. Tanrı Hermes gibi mitolojik yapının, evrensel bütünlüğünü kendi içinden koparmadan ‘arzu ile gerçek’ arasındaki bağı, görkemli ‘kayıp yolculuk’ların metaforuyla buluşturmuştu. Hiçbir diyaloga gereksinim duymadan sadece göstererek… Bunu da şöyle açıklıyordu, “Sinema her şeyden önce şiirsel bir olay olmalıdır, aksi halde yok demektir…”
Birkaç hafta önce okuduğum kitapta şu satırların altını çizmiştim: “Eski Yunan’da şiirle müzik birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Şiirlerin çoğu müzik eşliğinde okunmak için yazılırdı.”(1) Bu cümle bana Walter Benjamin’in şu cümlesini çağrıştırmıştı: “İnsanları devrim yapmaya iten, özgürleşecek torunlarının hayalleri değil, köleleştirilmiş atalarının hatıralarıdır.”(2)
Bu iki cümleyi örnek vermemin sebebi Angelepoulos filmleri için tanımlama yapmak değil. Tanımlanamayacak duygular için bir parça ipucu vermek ve O’nun sinemasının ipuçlarının nerelerde yatıyor olduğunu söyleme iddiası olabilir. Tabii Brecht’in ‘epik’ kavramını da es geçmemek gerek. (Tabii bir de filmlerinin müziklerini yapan Eleni Karaindrou’nun müziği. O da bir başka yazı konusu.) Filmlerinin tamamı hiçbir analizi gerektirmez. Buna izin vermez Angelopoulos. Bütün filmleriyle uzun uzun yaşadığı tarihe hazırlanmanın sessiz ve görkemli yolcuğunu inşa etti. Yine de o filmlerle bir analize girişseniz peşinen söyleyeyim; çuvallarsınız, yapamazsınız, olmaz. Kendisinin deyişiyle, “Benim filmlerimin amacı varoluşa bir sebep bulmaktır.”
O bu mahşerin içinde en aziz yalnızlığı yaşadı. Bir dönem bitip gidiyor işte… Öylece kalakalıyoruz…
Angelopoulos filmlerini delicesine seven, tutku derecesinde bağlı bir dostum ölüm haberini alıp beni aradığında sesi titreyerek konuşuyordu: “SİNEMA ASIL ŞİMDİ BİTTİ!”
(1) -Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler- Tarih Öncesi Ege II, George Thomson, Çev. Celal Üster, Payel Yay., 1985, sy. 190
(2) Parıltılar, Walter Benjamin, Çev. Yılmaz Öner, Belge Yay. 1990