Cinayet Mevsimi ve Müruruzaman Cinayetleri’nin yazarı Suat Duman, 2013’ten beri üzerine çalıştığı yeni romanını nihayet tamamladı! Alakarga Yayınları etiketiyle geçtiğimiz günlerde raflarda yerini alan Dünyanın Leşleri‘ni yaratıcısı Suat Duman’la konuştuk…
Biz polisiye yazarı olarak tanıyoruz seni aslında. “Dünyanın Leşleri” ise bu türden beslense de tam olarak bir polisiye sayılmaz. Polisiyeye bir romanlık ara mı bu, yoksa yeni bir romancılık anlayışının başlangıcı mı yoksa?
Bu soru karşıma çok sık çıkmaya başladı Dünyanın Leşleri’ni yayınladıktan sonra. İşin aslı kitabın nasıl sınıflandırılacağını düşünmedim. Pek de önemsemedim açıkçası. Polisiye beklentisi içinde olanlar, alıştıkları türde bir dedektif hikâyesiyle karşılaşmadılar, hakları var. Doğrusunu söylemek gerekirse önceki iki romanım da klasik polisiye kalıpları içinde biraz ayrı duruyorlardı. Cinayet Mevsimi ve Müruruzaman Cinayetleri’ndeki dedektif karakterim Mehmet Cemil, ki hukuk öğrencisiydi, kendisini olayların içinde bulan ve muammanın çözülmesinde çok da dahli olmayan bir tiptir. Olayların içerisinde bulunmak için yanıp tutuşur Mehmet Cemil ama esasen okur için macerayı görünür kılmanın ötesine geçemez. Karakter ve atmosfer ağırlıklı romanlardır. Dünyanın Leşleri’nde polisiye kurgu diğerlerine göre daha geride olsa da temel yaklaşım hemen hemen aynıdır. Bir cinayete odaklanmayan ama son anına kadar muamma içeren bir suç hikâyesi var burada da. Polisiyeye verilmiş bir ara ya da başka bir arayıştan söz etmek doğru olmaz. Hikâyeyi anlatmanın doğru biçimini bulmaya çalışıyorum sadece. Türe uygun olup olmadığınaysa çok fazla aldırmıyorum.
Öfkeli, sistemle büyük sorunu olmakla birlikte harekete geçemeyen bir karakterin hikâyesi “Dünyanın Leşleri”… Geçtiğindeyse eline yüzüne bulaştırıyor… Bu karakter tam da bizi anlatıyor aslında…
Romanı sürükleyen eleman olup bitenin kendi eseri olmadığının farkında. Uygarlık adına ortasına itiliverdiği keşmekeşin, bataklıktan farkı olmadığını düşünüyor. Bir yandan da kendi yaratmadığı, inşasında en ufak bir payının bulunmadığı bu karanlığın bütün çilesini kendisinin ve kendisine benzeyenlerin çektiğini de idrak ediyor. Gelgelelim nasıl mücadele edebileceğine, daha iyisinin mümkün olup olamayacağına dair pek bir fikri de yok. Bulup bulacağı tek çözüm iyisiyle kötüsüyle yaşadığımız dünyanın gürültülü, sağlam bir patlamayla uzayın derinliklerinde yok olup gitmesi. Hâlbuki alelade bir güvenlik görevlisini bile nasıl atlatabileceğini bilmiyor, dünyayı nereye patlatıyorsun! Trajik bir hal, diline vuran öfkesinin kaynağını buralarda aramak lazım.
Bana Döblin’in “Berlin-Aleksander Meydanı”nı da anımsatmadı değil “Dünyanın Leşleri”; orada da Franz Biberkopf hapisten çıkışı ile başlar hikaye, fonda da savaştan yeni çıkmış Berlin vardır… Burada da biber gazına bulanmış sokaklarda koşuşturan eylemciler görüyoruz. Romanda karakteriniz Gezi eylemcisi değil, ama Gezi’nin bir şekilde içinde buluveriyor kendini. Gezi Hareketleri ne kadar etkiledi sizi yaratım sürecinde…
Romana dair ilk notları 2013 senesinin başlarında almıştım. Sonrasında epey değişikliğe uğradı tabii. Büyük ölçüde yazılıp tamamlanması 2015 içinde oldu. Gezi olayları hepimizi etkiledi haliyle. Kendimize karşı daha hoşgörülü olmaya başladık örneğin, o kadar yılgın, çaresiz insanlar olmadığımızı gördük çünkü. Diğer taraftan öfkemizin haklılığını, bu öfkenin nelere kadir olabileceğini de. Romanın omurgasını Gezi olayları başlamadan aşağı yukarı belirlemiştim. Karakterin roman boyunca yaşadığı karmaşayı koyultmak adına, Haziran henüz ortalarda yokken bir büyük bayram gününü kurgulamıştım, belki 1 Mayıs belki Cumhuriyet. Karakter adına işlerin en sıkışık olduğu anda ortasında kalıverdiği kalabalık bir kutlama, miting, belki zamansız bir çatışma düşünmüştüm. Gezi olayları bu atmosferi hem doğal haliyle verdi bana hem de başka türlüsünü düşünmemi engelledi. Doğrusu onun, oranın cazibesinden kaçmayı da pek düşünmedim. Tek problem Gezi’nin daha her şey çok sıcakken fazlaca yazılıp çizilmiş olması ve girdiği hemen her metni müthiş cüssesiyle ezmesiydi. Bundan korktum, itiraf edeyim. Bulduğum çözüm, bulabildiysem tabii, Gezi’yi hikâyenin odağından olabildiğince uzak tutup, karakter açısından başına gelen tersliklerden bir diğeri gibi kurgulamaktı. Nihayetinde bir Gezi romanı yazmadım ama Gezi’yi de yazdım.
Metindeki açık göndermeleri bir kenara bırakırsak, yapısal olarak da popüler kültür büyük oranda etkilemiş eserini. Tarantino’dan Hitchcock’a uzanan bir referanslar dizisinden söz edebiliriz. Senin yazı işçiliğinde hangi isimler sana yön gösterdi bu zamana kadar?
Adını andıkların tür sinemasını derinden etkilemiş yönetmenler. Popüler kültüre müdahaleleri bir yana ben esas olarak yapıtlarındaki plastikle ilgileniyorum. Hikâye anlatmanın çok yaratıcı yollarını keşfetmiş ve büyük maharetle uygulamış isimler. Dünyanın Leşleri’nde benim için asıl yol gösterici Hitchcock ve özellikle de onun 39 Basamak filmi oldu. Tuhaf bir şekilde, o filmdeki karakterin nedensiz kaçışını, kendini temize çıkarmak için kendinden başka güvenebileceği kimsesinin olmamasını bugünün insanının ruh haline, pozisyonuna denk görüyorum. Hitchcock o ruh halini çok iyi görmüş ve başka filmlerinde de detaylandırmıştır. Dönemsel olarak bu karakter görünür olur zaman zaman unutulur ama bana kalırsa yirminci yüzyıl insanını tanımlayan tiptir. Yüzyıl sıkıntılarını, bireyin büyük güven eksikliğini, yalnız başınalığını çok net anlatır. Böyle günlerden geçtiğimizi düşünüyorum, sırtını yaslayacak fikirlerin sarsıldığını görüyor bugünün insanı, dostlarının kimliksizleştiğini, adaletin yavuz hırsızların insafına bırakıldığını. Buradan, bu dar koridordan kendi başına çıkmanın yollarını arıyor çoğumuz. Romanda bu insanı anlatmanın yollarını ararken dönüp dolaşıp Hitchcock izledim.
İç-seslerin yoğunlukta olduğu, argo dilin -özellikle sonlara doğru- öne çıktığı, buna karşın oldukça da konvansiyonel, klasik bir anlatım görüyoruz romanda…
Yeri ve zamanı kestirilebilir bir hikâye yazdım. 55 gün içerisinde İstanbul’da belli sınırlı bir alanda geçiyor. Bu 55 günü bir noktadan sonra gün gün anlatmayı tercih ettim. Kurguya ve hikâye akışına bu anlamda müdahale etmek istemedim. Önemsediğim ve üzerine ziyadesiyle çalıştığım noktaysa dil, karakterin inşası ve atmosfer oldu. Polisiyede içsesi seviyorum. Dedektifin ya da onun yerine konumlandırdığımız karakterin muammayı çözme sürecinde kafasının içini görmek adına ve karakterin inşası yönünden işlevsel de buluyorum. Argoya gelince, baştan sona sokakta geçen, oradan beslenen, oradan gelen bir karakterin sürüklediği bir hikâye. Steril bir dil kullanamazdım. Argo dili besliyor, dahası benzersiz bir edebiyatı sarıp sarmalayan ayrı, müstesna bir dil olduğunu bile söyleyebilirim. O dili hakkını vererek romana yedirebildiysem bundan sadece mutluluk duyarım.