Oscar yarışının bir numaralı favorisi Spotlight, anlattığı konu ve yapısı itibariyle yarıştaki diğer filmlerden ayrılıyor. Kilise’nin uzun yıllardır başını ağrıtan pedofiliyi merkezine yerleştiren ve pilot bölge ilan ettiği Boston üzerinden Kilise’nin kapanmayan yarasına tuz basan film, özelden genele giderken uğradığı yerler ve nihai sonucuyla dikkat çekiyor.
Spotlight, biçim ve içerik olarak net bir şekilde ikiye ayrılan bir iş her şeyden önce. Ele aldığı konuyu ön plana çıkartabilmek ve hikâyesinin akışına ket vurmamak için her türlü biçimsel denemeden kaçınan Tom McCarthy, meselinin ve kendi sınırlarının farkında bir yönetmen olduğunu filminin her anında hissettiriyor. McCarthy’nin “iyi yönetmencilik” oynamamasının arkasında hikâyesini ön plana çıkartma isteği olduğu kadar, son iki filminin Win Win (2011) ve The Cobbler (2014) olduğunu unutmaması da yatıyor. Üzerinde baskının olmadığı sabun köpüğü ve kendini iyi hisset filmlerinde bile biçimsel denemelere, alternatif tekniklere ve aşırılıklara yer ver(e)meyen McCarthy, altın tepside önüne sunulan Spotlight öyküsünde iyi yönetmenciliğe soyunmayarak kendisi ve filmi için doğru olanı yapıyor. Yönetmenin bu tercihi filmin sinemasal değerini biraz düşürse de spot ışıklarının çizilen utanç portresi üzerinde yoğunlaşmasını sağlayarak ortaya çarpıcı bir toplum ve sistem eleştirisi çıkmasına imkân veriyor.
Kilise’nin en ağır günahlarından olan pedofili; günümüz dünyasında herkesçe bilinen, sürekli dillendirilen fakat her zaman, her şekilde üstü kapatılan tekil durumlar olmaktan çıkıp sosyal bir olguya dönüşmüş durumdadır. Dünya çapında ses getiren bu olgunun üstünün nasıl kapatıldığını tekil bir olaydan yola çıkarak araştıran Spotlight, filme ismini veren araştırmacı gazeteci grubu aracılığıyla failleri ve yardakçıları tek tek deşifre ediyor. Bıçak sırtı ve her yöne kaymaya müsait konusunun odağından bir an bile uzaklaşmadan çemberi genişleten film; olayın etrafındaki gerçek kişi ve kurumlara sert eleştiriler getirirken hiçbir aktörü es geçmiyor: Sapkın arzularının peşinde koşan din adamları, bu sapkınlıklara bulaşan görevlileri içinde barındıran ve koruyan Kilise, Kilise’nin sümen altı etme çabalarına destek olan polis teşkilatı ve hukuk adamları, haber değeri olmadığı sürece konuya ehemmiyet vermeyen basın ve tüm bunların olmasına imkân veren toplum. Bir taraftan görmeyen gözleri, duymayan kulakları, konuşmayan dilleri sert fırça darbeleriyle betimleyerek kirli bir toplum oto portresi ortaya koyan film; diğer taraftan pedofili ve benzeri olguların bireysel problemler olarak addedilmesine karşı çıkarak, asıl kötülük kaynağının insanoğlunun tarihsel süreç içerisinde kendi elleriyle yarattığı kurumlar olduğunu vurguluyor. Bu yaklaşım, Spotlight’ın anlatımını tamamladığı gibi, filmin ait olduğu tür içerisinde muteber bir konum elde etmesini sağlıyor.
Bireysel kefaretlere karşı çıkarak sistemin sorgulanması gerektiğini dile getiren ve kimin kurban olacağının belirlendiği süreçteki tanrısal dokunuşların hepsini elinin tersiyle iten Spotlight, sanatın toplumsal bir biçimlendirme aracı olarak nasıl bir öneme sahip olduğunu en ihtiyaç duyduğumuz günlerde bizlere hatırlatıyor. Her kurumun birey üzerinde tahakküm yarattığı Türkiye’deki milyonlarca kurbanın öyküsüne birilerinin ışık tutması beklerken, Spotlight gibi anlatılarla karşılaşmak biraz umut, biraz hüzün, bolca trajedi getiriyor.