“Saul’un Oğlu” sinemanın topluma tuttuğu aynaya yeni açı veren özel bir yapım. Fakat yine de zincirin ilk halkası olarak olabileceği seviyede değil, potansiyelinin çok altında kalıyor. Başarabileceklerini elinin tersiyle reddedip, sunduklarının yeterliliğine sığınıyor.
Mert Tanöz
“Saul’un Oğlu” (“Saul Fia”) kuşkusuz sinemanın son dönemdeki en cesur filmlerinden biri. Bir ilk uzun metraj film için ise fazlasıyla sarsıcı ve ürkütücü.“Saul’un Oğlu” bir kurgu olmasının ötesinde gerçeklerin de bir aynası. Bugün cesareti ayakta alkışlanan bu filmin gerçeklikle olan ilişki ise bir o kadar korkakça.
“Saul’un Oğlu” sinema ve gerçeklik olarak iki farklı açıdan incelenmesi, değerlendirilmesi gereken bir yapım. Zira sağlam görüntüsünün altında yatan o çürük yapının ortaya çıkarılması hem sinema hem de gerçek dünya adına hayati bir öneme sahip. Yine de bu filmin “özel” olduğunu reddetmek gerçeği kabulünden kaçınmak olacaktır. Yanlışlarına, yürekli duruşunun altında yatan korkaklığına rağmen bir zincirin ilk halkası, yeni bir gerçekliğin başlangıcıdır.
Toplumun aynası olan sinema belli alanlarda toplumla çatışmaktan, “insanın dışına” çıkmaktan korkmuştur. Kadının rolünü uzun süre çarpıtmış, etik kavramını hiçe saymış, güçlünün yanında olmuştur. Zamanla, sinemanın ulaşılabilirliğinin ve üretiminin artmasıyla kimi sınırlar zayıflamaya, yok olmaya başlamıştır. Fakat sinema ne olursa olsun insanın dışına çıkmayı reddetmiştir. Bunun altında yatan sebep de insanın elindeki avantajları (düşünme yetisi) fırsata çevirerek piramitte kendini en tepeye yerleştirmesidir. En tepede olan (ki buna insanlık âlemi içindeki hiyerarşi de dâhil), altındakileri her zaman hor görmüş ve “yok” saymıştır. Bugün sistemlerin birinci, ikinci, üçüncü dünya olarak sıralanışı bile bir üstünlüğün, bir hor görmenin ürünüdür. Hatta kendini hayvanlar âleminin dışında kabul eden insanın diline yerleşmiş olan “hayvan”, “öküz”, “ayı”, “it” gibi söylemler küfür olarak kullanılır olmuş, kendini üstün görenin diğerlerini “aşağılamakta” kullandığı araçlar haline gelmiştir. İnsan kendini en tepeye yerleştirdiğinden beri bu kendini beğenmişlik her “gelişmeyle” birlikte daha da ileri gitmiştir.
“Saul’un Oğlu” filmine insanın kendini beğenmişliğini iyi anlamak gerekli. Bunun yanı sıra Giorgio Agamben’in “Tanık Ve Arşiv: Auschwitz’den Artakalanlar” kitabı da kesinlikle okunmalı. Yönetmen László Nemes’in de filmi yapmadan önce araştırmalarının bir parçası olarak bu kitabı okuduğu açıkça görülüyor. Pek sağlıklı olmamasına karşın bir özet geçmek gerekirse Agamben’e göre çağdaş toplumu yaratan II. Dünya Savaşı’nın ta kendisi. Öyle ki Auschwitz ile birlikte insan kavramı yeniden şekilleniyor. Agamben, Auschwitz’deki Sonderkommandolara “tanık” olanlar üzerinden, Auschwitz gerçeklerini yaşamış olanlardan tanıklığa dair çıkarımlarda bulunuyor. Bu tanıklığı ilk olarak Muselmann olarak adlandırılan, açlıktan bir deri bir kemik kalmış ve bir noktadan sonra bilincini de kaybedenlerden açıklıyor. Bu “varlıklar” “yaşayan ölüler” olarak nitelendiriliyor, insan görünümde olan ancak insan diğer canlılardan ayıran düşünme yetisinden mahrum kalanlar olarak anılıyorlar. Bu hikayenin bir diğer tarafında ise Sonderkommandolar, yani tutsakların yakılmasından sorumlu olan, gaz odalarını temizleyen ve neler olup bittiğini “bilenler” yer alıyor. Musevilerden oluşan, özel muamele gören bu timlerin gönüllü olmasının altında iki temel neden yatıyor. Kimi hayatta kalma umuduyla, kimi yaşananları bir gün yeri geldiğinde anlatabilmek ve intikamını alabilmek adına bu “ihanet” yolunu tercih ediyor. Kendileriyle aynı durumda olan “yoldaşlarını” bir bir ölüme götürürken gözlerini bile kırpamamalarının sebebi olarak yalnızca umut yer alıyor.
Tanıklık konusu, bu iki varlık üzerinden tartışılıyor. Bir tarafta ölümü yaşayan, tükenmiş, bilinçsiz bir insanımsı, bir hayalet; diğer bir tarafta ise öyle ya da böyle ölümden kaçan ve kendi gibilerinin, Nazilerin önemsediği kimlikler açısından kendinden hiçbir farkı olmayanın gözleri önünde yok oluşu kabul edenler bulunuyor. Sonderkommandolar, olaylara hem üçüncü bir gözden tanık olarak hem de olayların bir parçası olarak bariz bir tanıklık yapamazken Muselmannlar olayları birebir yaşayan fakat bilinçten yoksun olarak insani (insana mahsus) bir tanıklıktan mahrum kalıyor. Sonderkommandolar ise bu tanık olamayanda kendini, insanın kavrayamadığı özünü görüyor; lakin onun bu zayıflığı, onun bu acınası hali karşısında onun varlığını reddetmeyi, onu “insan olmayan” olarak nitelemeyi ve görmezden gelmeyi kabul ediyor. Bir tarafta onun insanın en özü, her insanda bulunan en saf hali olarak kabulleniyor; bir taraftan da onun insan olduğunu reddederek, yani bu özün kendinde olmadığını savunarak kendinin insanlığını da dolaylı olarak reddediyor. (Kitap konuya dair ilerleyip derinleşiyor da olsa filmle olan ilişkisi açısından bu kadarının yeterliliği sebebiyle –ve karışıklığı arttırmamak adına– burada kesiyorum.)
Bütün bu bilgilerin ışığında filme yeniden bakılırsa filmdeki Saul karakterinin ne denli kusurlu olduğu açıkça görülüyor. İlk olarak Saul, çevresindekilerin aksine bir tanıklık görevi üstlenmiyor. Yani bu göreve gönüllü olmasının altında hiçbir sebep görülmüyor. Bir gün kendisinin de yakılacak olduğuna, yaşamını devam ettiremeyeceğine dair inancına, ya da intikam arzusuyla yanıp tutuşmamasına karşın bu işi kabul etmesinin altında hiçbir açıklama yer almıyor. Düşünmek, yalnızca daha fazla düşünebilmek adına zaman kazanma çabası olarak da bakılsa eylemleri, tavır ve davranışları hep aksini gösteriyor; film boyunca süregelen bencilliğinin açıklamasını vermiyor. Bu işe gönüllü olmasının nedeni olarak yalnızca çocuğunu bulma motivasyonu kalıyor ki onu kurtaramayacak olmasının bilincine ve onu kendi elleriyle ölüme götüreceği gerçeğine karşın böyle bu işe gönüllü olması yine de mantık sınırlarını zorluyor. Fakat filmin asıl kusuru, asıl korkaklığı buradan gelmiyor.
Yönetmen izleyiciye klostrofobik bir çerçeveye sıkıştırarak görüş açısını daraltıyor. Gerçek bir gözün görebildiğinden daha dar olan bu “pencereden” bakmaya zorlayarak bir yandan da gizlemek istediklerini kolaylı gizliyor. Yakınlaştırmalardan ve bulanıklıklardan faydalanarak izleyicinin gerçekleri, yaşananları görmesini engelliyor; tanıklıklarına müdahale ediyor. Muselmann olarak nitelendirilenleri Auschwitz belgeselinde olduğu gibi (Auschwitz’in kurtarılmasını kaydeden kamera da bu insanları objektifinden uzak tutmayı yeğlemiş, fakat bir noktada bunu başaramayarak kaçmıştır) göstermemeyi tercih etmiştir. Bunun sebebi olarak her ne kadar artık böylesi insanların olmadığı, böylesi insanlar yaratmanın tehlikesi ortaya atılsa da sinemanın, efektlerin ve teknolojinin geldiği noktayla birlikte böylesi mankenler yaratmanın pek olanaksız olmadığı açıkça ortada. Kısacası László Nemes’in “korkaklığının” hiçbir açıklaması yok. Gerçekleri göstermek adına oluşturduğu hikaye ve filmde en gerçek olanın ucuna kadar gelmişken onları gizlemeye karar vermesi, onları yokluğunu diğerleri gibi kabul etmesi bir zayıflıktır. Bu zayıflıkla birlikte filmi de kendinden, amacından ve potansiyelinden fedakarlık ediyor. Sinema tarihine geçebilecekken, insanlarda zorunlu bir farkındalık yaratabilecekken László Nemes sunmuş olduklarının yeterliliği yanılgısıyla daha fazlasını vermekten kaçınıyor.
“Saul’un Oğlu” sinemanın toplum üzerindeki etkisi ve toplumsal görevi adına yeni bir dönemin başlangıcı. Artık gizli kalanların, insanların görmek istemediklerinin burunlarına sokulduğu ve gerçeklerden kaçınmanın imkansız hale geldiği yeni bir algının ilk halkası. Fakat bu öneminin, bu “özel”liğinin yanında gerçeklerden kaçmasının, sonuna kadar geldiği işi yarıda bırakmasının yarattığı bir eksiklik hep başını ağrıtacak. Bu saatten sonra ne yaparsa yapsın, hatta bir sonraki film büyük bir yüreklilikle gerçekleri olduğu anlatsın her zaman ilk filmdeki korkaklığının sebebi sorulacak, hep bu hatası karşısına çıkacak. On sene sonra, yani yeni başlayan bu akım geliştikçe, bu yolda daha da ileri gidildikçe geriye bakılıp bu filmin zayıflığı vurgulanacak, korkaklığından yakınılacak. Yine de bu film bir başlangıç, yalnızca olabileceğinden daha zayıf, göründüğünden daha korkak bir başlangıç.
Saul’un Oğlu (Saul Fia)
Yönetmen: László Nemes
Senaryo: László Nemes, Clara Royer
Oyuncular: Géza Röhrig, Levente Molnár, Urs Rechn
2015 / Hungary / 107 dk.