Türkiye sinemasına, 100’lük film listelerinde her zaman yer bulacak bir film kazandırmış olsaydım ve bir zaman sonra Hollywood benden aynı filmi bir de Amerikan izleyicisi için, Amerikalı oyuncularla çekmemi isteseydi sanırım kabul etmezdim. Fakat George Sluizer ve Michael Haneke kabul etmiş, bu iyi mi kötü mü bilemiyorum ama oldukça ilgi çekici…
Sohbet konumuz iki hikâye dört film, Kayboluş (Spoorloos 1988/The Vanishing 1993) ve Ölümcül Oyunlar (Funny Games 1997-2007).
Her iki filmin ilk çevrimleri izleyiciyi gerilime ve sinir harbine doyuran sürükleyici eserler, ikinci çevrimleri de öyle fakat ilk çevrimlerinin çekiciliğine sahip değiller. İlk çevrimler zihinlerimize kazınmış, favori listelerimizden eksik etmediğimiz filmler olmasına rağmen ikinci çevrimlerin hak ettiği konum ise tek seyirlik, izle tüket aksiyon filmleri olabilir.
Tim Krabbé’ın romanından sinemaya uyarlanan Spoorloos (1988) finaline kadar sükûnetle ilerlerken, aynı zamanda izleyicinin dikkatini bir an olsun kaybetmesine izin vermiyor. Filmin başında gözümüze, kulağımıza çarpan ama o an için bir anlam ifade etmeyen ayrıntılar finale yakın, anlam kazanmaya başlıyor. Yerdeki patlamış kola kutusu ve açılmamış bira kutusu gibi ya da Saskia’nın rüyası vs.
Spoorloos’un hafızalarımızda yer etmesinin en önemli nedeni sadeliği ve sakinliği yanında izleyici olarak bizim de Rex’in bildiğinden fazlasını öğrenemeyerek, her adımda ancak Rex’in edinebildiği kadar bilgiye sahip olarak cevaba ulaşmamız, Saskia’ya ne olduğunu Rex kadar ve Rex gibi delice merak etmemiz… Rex, Saskia’ya ne olduğunu öğrenme şansı bulduğunda izleyici olarak bizim de tüm riskleri göze alıp Rex’i bu hususta içten içe desteklememiz… Spoorloos klasik anlamda izleyiciye sürpriz ya da ters köşe olarak tabir ettiğimiz şaşırtıcılığı sunmasa da kimsenin aklına gelmeyen ihtimal ile şaşırtırken, aynı zamanda hikâyenin ana karakteri ile izleyicisini de aynı çaresizliğe sürüklemeyi başarıyor. Seyirci ile güçlü bir bağ kuran film, izleyicinin merak duygusunu kullanarak, ana karakter ile özdeşleştirip hikâye sona erene kadar aksiyon, gerilim klişeleri de kullanmadan tekinsizlik duygusunu sürdüren bir film. The Vanishing (1993) ise aynı yönetmenin elinden çıkmış olmasına karşın hafızalarımızda hiçbir zaman yer etmeyecek, seyri keyifli ancak sıradan bir Hollywood gerilimi… Başarılı oyuncular ve oyunculuklar da maalesef filmi kurtarmadığı gibi her bakımdan esas filmin çok uzağına konumlanıyor. Fakat Michael Haneke’den farklı olarak George Sluizer ikinci adımda Hollywoodvari bir işe imza atarken farklı bir soluk getirmeyi de başarabilmiş durumda. Gerek farklı açılış sahnesi ile gerekse farklı kurgu ile hikâyeyi ve ana karakterin başına gelecekleri bilseniz de yeniden çevrimini yine sıkılmadan izleyebiliyorsunuz. Ancak belirtmeden geçemeyeceğim; yeniden çevrimin final farkı Spoorloos severleri şaşırtmak amaçlı değildi elbette, bu sadece Hollywood finali…
Michael Haneke’nin Funny Games’inin izleyici üzerindeki kalıcı hasar etkisi tartışmaya açık bir konu olmamakla beraber filmin yeniden çevriminin bir Hollywood uyarlaması olduğunu söylemek de güç, zira Haneke kendi filmini tam olarak ve birebir yeniden çekmiş. Sluizer bir nevi yeniden uyarlama yaparken Haneke filmini yeniden çekmiş, aynı şekilde, aynı mekân tasarımları, aynı mizansenler, aynı oyunculuk vs. Bu nasıl değerlendirilmeli ya da yorumlanmalı? 1997’de imza attığı film bir Haneke filmi ancak 2007 versiyonuna başarılı bir Haneke filmi taklidi diyebilirim. Sluizer, her ne kadar finalde yaptığı değişiklik için sempatimizi kazanamamış olsa da kendi filmine getirdiği yeni bir soluk var, iki filmi ard arda izleyebilirsiniz de, hikâyeyi bilmenize rağmen farklı film izliyor gibi hissetmeniz mümkünken Haneke’nin filmini yeniden (oyuncu farkıyla) izlemiş oluyorsunuz. Kişisel olarak bunu fazlasıyla rahatsız edici bulsam da bu durumun aslında zaten Haneke’nin rahatsızlık vermekten keyif alan sinemacılığı ile ilgili de olabilir. Yazarınız aynı olan yeniden çevrimi kendi içinde dahi başarılı bulamadı bu arada, nihayetinde 1997 yapımı Funny Games’i özelleştiren bir parça da Benny’s Video’dan tanığımız hatta bir ihtimal Caché’ye kadar etkisi devam eden Arno Frisch değil mi? İlk çevrimde aynı zamanda Michael Haneke’nin bir sözü, bir diyeceği var. İzleyiciye yönelttiği ağır ve haklı eleştirileri var, Paul’un izleyiciye dönüp bahis oynamaya davet etmesi, aynı zamanda izleyiciden önce kumandaya hamle yapması gibi çıkışları olan bir film. Hangimiz Anna, silahı ateşlediğinde (her şey beklenmedik bir şekilde bir anda oluverince) ne olduğunu anlamak için kumandaya uzanmadık? Buradaki izleyici eleştirisini kayda değer buluyorum. Vahşet görmekten hoşlanıyorsunuz diyen bir Haneke görüyorum ancak ikinci Funny Games’te her ayrıntı birebir olmasına rağmen aynı duyguyu hissedemiyorum, bütün sebep Arno Frisch’in yokluğu mu? Ayrıca hedef kitlenin de (Amerikan izleyicisi) üzerine alındığından emin değilim, lakin ilk filmi en iyiler listelerine alan izleyicinin kendisine yönelik bu eleştiriyi kavradığından ve enine boyuna analiz ettiğinden eminim. Bu durum seyirci farkından kaynaklandığı kadar yönetmenin ikinci adımda kendi kendini taklit etmesinden kaynaklanan bir heyecan kaybı olarak da yorumlanabilir. Yanı sıra, iki filmi bir arada kaleme almamın bir nedeni şu ki; Funny Games’in her iki çevriminde Paul’ün ekrana dönüp İzleyiciye yönelttiği kinayeli “Mantıklı bir gelişmeyle gerçekçi bir son görmek istiyorsunuz değil mi?” sorusu! Haneke, filmini yeniden çektiğinde mantıklı bir gelişme ile gerçekçi bir sondan taviz vermezken, Sluizer yeniden çevriminde mantıksız bir gelişme ile gerçekçi olmayan bir sonu tercih etmiş. Bu noktada yönetmenleri yeniden çevrimlerinde hangi açıdan eleştirilmesi gerektiğini okuyucunun hayal gücüne bırakıp keyifli seyirler diliyorum…