Pi gibi bağımsız ve provokatif bir filmden sonra Bir Rüya İçin Ağıt (Requiem for a Dream) ile geniş kitlelere ulaşan Darren Aronofsky, Kaynak’ta (The Fountain) ikircikli bir ütopya kurgulamış ve nihayetinde Güreşçi’deyse (The Wrestler) çaptan düşmüş bir pankreas güreşçisinin hayatını anlatmıştı. Aronofsky’ın filmografisine şöyle bir göz attığınızda, düzenin yerleşik normlarıyla bir sorunu olduğu hemen dikkatinizi çeker. Karakterlerinin düzen karşısındaki gelgitleri dramasının belkemiğini oluştururken, bu gelgitlerin yarattığı içsel/bedensel tahribat yönetmenin sinema dilinin vazgeçilmez öğelerindendir. Nitekim yönetmen son filmi Siyah Kuğu’da (Black Swan) aşağı yukarı aynı temayı, aynı öğelerle bezeyerek ele alıyor.
Eksen karakterimiz balerin Nina (Natalie Portman), eğiticisi T. Leroy tarafından (Vincent Cassel) New York Şehir Balesi’inde sahnelenecek olan Kuğu Gölü’nde başrol oynamak üzere seçilir. Nina’nın annesi de gençliğinde bu başarının eşiğinden dönmüştür. Nina, hastalıklı annesinin baskısının yanı sıra rakibesi Lily (Mila Kunis) ile mücadele etmek durumundadır. Üstelik, önceki balerin Beth’in (Winona Ryder) büyük başarısının gölgesinde de kalmaması gerekmektedir. Açmazların içinde histerik nöbetleri geçirmeye başlayan Nina, rolün altından başarıyla kalkabilecek midir acaba?
Filmin henüz başlarında eğitici Leroy, Nina dans ederken bağırıyor: Kendini bırak! Ne var ki, Nina için kendini bırakmak çok zor. Mükemmeliyetçi ve idealize bir evrenle kuşatılmış modern birey için içgüdülere riayet etmek neredeyse imkansız gibi. Nina da öyle, salt iradi bir yaklaşımla dans ediyor, sürekli kontrollü, başarısızlıktan ölesiye korkuyor. Us’un kırılmaz boyunduruğu altındaki Nina, içdülerine uzanmak için amansız bir savaşa girişmek zorunda. Nina için us ile içgüdünün karşı kutuplarda yer aldığı bir ‘Faust ikiliğine’ hapsolmuş diyebiliriz sanıyorum.
Bir yandan ‘Beyaz Kuğu’ olmak için didinip dururken, diğer yandan da ‘Siyah Kuğu’ olması gerekiyor Nina’nın. Bilincin çatırdamaya başladığı bu noktalarda, Nina’nın bilinçaltında ne kadar kötücül yan varsa hepsi sökün etmeye başlıyor. Bastırılanın geri dönüşünün perdelendiği bu bölümde, us’un ipleri artık çığırından çıkan bastırılmış içgüdülere teslim ettiğine şahit oluyoruz. Bastırılan aynı zamanda Nina’nın bedeninden de yavaş yavaş çıkmaya hazırlanıyor. Nina’nın bedeni, yaşadıklarına bir tepki mi gösteriyor, yoksa us ve içgüdü bir yerde bütünleşip sürreal bir varlığı mı yaratıyorlar, orası biraz muallak.
Hatırlayacağınız üzere, Pi’deki çılgın matematikçi şirazeden çıkarak eline matkabı alıyor, Bir Rüya İçin Ağıt’taki uyuşturucu bağımlıları enjektörlerle kollarına girişiyorlar son olarak da Güreşçi’deki sporcular bedenlerini yok pahasına yaralıyorlardı. Aronofsky, Cronenberg’vari bedensel deformasyonları bu filmde de hayli kullanmış. Nina’ın sırtındaki yara izleri, ayak tırnaklarının içler acısı durumu bunlardan sadece birkaçı. Nina’nın finalde geçirdiği mutasyon, akla ister istemez Cronenberg’in ünlü kült filmi Sinek’i (The Fly) getiriyor.
Siyah Kuğu, biçim açısından yönetmenin bir önceki filmi Güreşçi’yi andırıyor: kadraj seçimleri, eksen karakteri marke altına alan kamera vs… Fakat Aronofsky, bu sefer yalın hikaye anlatımından uzak durmuş. Hikayesini, psikolojik gerilim sinemasına yaslayan, ses efektlerini ardı ardına patlatan ‘şaşalı ve büyük konuşmaya çalışan bir film’ karşımızdaki. Filmin dur durak bilmeyen temposu da ancak bir gerilim filminde görebileceğiniz türden zaten. Aronofsky, hikayesini biraz daha dingin anlatabilseymiş, anlatsaymış, sözgelimi ‘Hitchcock suspense’ yahut da ‘Haneke tekinsizliği’ gibi benzersiz bir gerilim diline ulaşabilirmiş pekala.
Nitekim, Siyah Kuğu bir kadının (dahası bir insanın) düzen tarafından nasıl baskılandığını ve bu baskının yaratığı sonuçlara eğilen bir karakter dramı aslen. Psikanalitik olarak çok katmanlı ve mutlaka tanışılması gereken bir eksen karakteri, ve bu karakterde beylik ifadeyle takdire şayan bir kompozisyon ortaya koyan bir oyuncusu var: Natalie Portman! Neo-bağımsız yönetmen Darren Aronofsky’ın modernizmle birlikte gitgide artan varoluş sancılarının nabzını tuttuğu bu ayrıksı denemeyi sakın ola ki kaçırmayın…