Çocukluğumun geçtiği kasabadan arabalı vapurlar kalkardı. 60’lı yılların sonunda ilkokulda okuyan bizler iskele meydanında toplanır, çevre bostanlardan ve plajlardan denize girerdik. Kimimiz vapur yolculuğu yapacak olan “yerli turistlere” gazoz, simit, patlamış mısır satardı.
Sonraki yıllarda semtimizin “bitirimleri” olan ve böyle olacakları da o zamanlardan belli olan kimi çocuklar, el altından o yıllarda yasak olan Marlboro, Kent, Pall Mall gibi yabancı sigaraları satarlardı. Yine bu “korkusuz” çocuklar arabalı vapurun en üstüne çıkıp, yolcuların denize attıkları 10 kuruş, 25 kuruş gibi bozuk paraları kapmak için birbirleriyle yarışarak denize balıklama atlarlardı. Denize atlayan çocuklar birkaç kez daldıktan sonra elinde bir demir parayla çıkar ve vapur yolcuları tarafından alkışlanırlardı. 70’li yılların ortalarına kadar bu “şenlik” sürmüştü.
Henüz 10 -12 yaşlarındaydık. İskele meydanı ve sahil biz çocuklar için her zaman eğlenceli oluyordu. O yıllarda herkes birbirini tanırdı. Sahilin hemen bitimindeki iskele meydanı şenlikli bir yerdi. Sahilde aileler sabahlara kadar otururlardı. Oradan yazlık sinemalara gidilir, sinema dönüşü yine iskele meydanından geçip sahile gelinirdi. Semtin ağabeyleri belli günlerde o meydanda fener alayları yaparlardı. Şimdi ne sahil kaldı, ne denize girilen bostanlar ve plajlar ne de o eski iskele meydanı.
70’li yılların hemen başıydı sanıyorum, iskele meydanında Ekrem Bora’ya rastlamıştım. Şimdi rengini hatırlamadığım bir Mercedes araba kullanıyordu ve arabalı vapur kuyruğuna girmişti. Nasıl heyecanlandığımızı ve sevindiğimizi anlatamam. Hemen arabanın etrafında kümelenmiştik. Ekrem Bora, filmlerinin dışında hep bu görüntüsüyle kalmıştı aklımda. İzlediğim ilk filmi hangisiydi anımsamıyorum. Fakat etkilendiğim ve beğenerek izlediğim çok filmi vardı. Bunların başında Acı Hayat, Suçlular Aramızda, Sürtük, Dikkat Kan Aranıyor gibi filmler geliyordu.
Türk sinemasında oynadığı rollere en oturan, “yakışan” oyunculardan biridir Ekrem Bora. Her rolün adamıdır fakat her rolü kabul etmez. Filmlerin sert ve yalnız adamıdır. İlk dönem filmlerinden Cehennemde Buluşalım’da kendini seyrettiğinde sert erkek rollerinde daha başarılı olduğunu fark eder. 60’lı yılların başında bir dergi röportajında “yumuşak, romantik, pelte gibi rolleri kabul etmiyorum” diyordu. “Bu söylediklerim benim için çok mühim şeylerdir. Bir artist karakterini tahlil etmeli ve oynayacağı rolleri de buna göre belirlemelidir.”
“Tahsili yarım bıraktım sinema için” diyor, Ekrem Bora konuşmaya başladığımızda. 1932 yılında Ankara’da doğmuş. “İlkokul ikinci sınıfta İstanbul’a geldik. Sonra orta mektep falan derken sinema merakı başladı.” Ekrem Bora babasını hiç görmemiş. “Ben 40 günlükken Eskişehir’de şehit düşmüş.” Babası Türkiye’de ilk uçan asker pilotlardanmış. Önyüzbaşı Mazhar Bey. Ekrem Bora’nın gerçek adı Ekrem Şerif’tir.
Uçak. “Babam ilk uçan pilotmuş. Babam uçtuğu zaman Zeki Paşa diye bir Paşa varmış, ‘Mazhar sen ilk uçan pilotsun, Yazıcıoğlu soyadını bırak Uçak koy soyadını’ demiş. Soyadımız öyle kalmış. Sinemaya girdiğim zaman Sezai ağabey (Solelli), ‘sen şimdi yarışmayı kazandın. Uçak iyi olmaz, tayyare gibi. Bora koyalım senin soyadını’ dedi. Öyle kaldı.”
1953 yılında Yıldız mecmuasının açtığı yarışmayı kazanır Ekrem Bora. O yıllarda tanıdığı sinema yazarı Sezai Solelli ‘seni illa artist yapalım’ diyordur. “Nasıl olacak dedim. ‘Önce yarışmaya gireceksin. Kazanırsın, kazanamazsın onu bilemem’ dedi. Girdik, birinci olduk. İlk filmimi 1955’te yapabildim. Yarışmayı kazanınca Lale Film, İpek Film gibi şirketlerle anlaşma yaptık. Tam filme başlayacağız, bir gün kapı çaldı.
Askerlik şubesinden bir kâğıt geldi, yoklamaya çağırıyorlardı. Askere gittim. Önce Erzincan sonra da Diyarbakır’da bitirdim askerliğimi. 55 senesinde teskereyi alıp döndüğümde hemen piyasaya daldım. İlk filmim Alın Yazısı. Sonra 60’lara, 70’lere kadar geldik. İyi filmler yaptık. Sayısını unuttum. Geçenlerde hesaplamaya çalıştım 200’ün üstünde film yapmışım. Derken kriz başladı sinemada. Önce seks filmleri furyası başladı sonra da sol içerikli filmler yapıldı. Bu krizde de ben her sene film yapıyordum. Sonuna kadar çalıştım. Geçen sene İbrahim Tatlıses’le Fırat’ta oynadım.”
1994 yılında Orhan Aksoy’un yönettiği Yumuşak Ten Ekrem Bora’nın son filmi. Engin Ayça’nın yönettiği Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu filmindeki oyunuyla 1991 yılında 28. Antalya Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülü alır. Özel ödüllerin dışında Sürtük filmindeki oyunuyla da 1966 yılında yapılan 3. Antalya Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülü almıştı Ekrem Bora. “Başladığımız dönemde sinemadan pek bir şey anlamıyorduk. Zamanla intibak ettik. Bir takım imkânsızlıklara rağmen bir şeyler verebiliyorduk sinemaya. Hiçbir zaman düşündüğümüzü yapamadık sinemada. Tam doğru dürüst bir şeyler yapmaya yeltenirken pat dedi sinema beyaz bayrak çıkardı. Dikkat ediyorum dünya sinemasında benim yaşımda olan aktörler başrol oynuyor. Burada o düşünce yok.”
Konu açılmışken soruyorum; “Sinemanın krize girme nedenleri size göre nelerdi?” “Krize girmesinin en önemli nedeni, televizyon ve videonun çıkmasıydı. Dünya sineması da bunları yaşadı, Amerikan sineması da krize girmişti o yıllarda. Onlar yendi. Bu sefer ne yaptılar krizi aşmak için, olağanüstü senaryolarla çıktılar, teknolojiyi çok iyi kullandılar. Bizim onlara yetişmemizin imkânı yok tabii. Seks furyasının da etkisi oldu, sol içerikli filmlerin de. Bunlar biraz hırpaladı Türk sinemasını.”
Sinemanın yaşadığı krizde, sinemada yapılan hataların payı var mıydı? Kriz önceden görüldüğü halde buna göre önlemler alınabilir miydi? Türk sinemasının yıllarca küçümsenmesinin nedenleri nelerdi? “Şimdi küçümseme neden oluyor, biliyor musunuz? Bizim seyircimiz Amerikan filmini seyrediyor. Amerikan filmiyle Türk filmi arasında bir balans yapmamız gerekiyordu. Doğru, Türk filmi diye alay ederlerdi. Ama biz bunu güzel şeyler yaparak yendik. Ama tabii bir Avrupa filmlerinin, Amerikan filmlerinin üstüne çıkamadık, çıkmamıza imkân yok. Onlardaki teknoloji bizde yok.”
Ekrem Bora da birçok arkadaşı gibi sinemanın kriz döneminde sahneye çıkar, ticaretle uğraşır.“Sinemayla geçinseydik aç kalmıştık. Mobilyacılık yaptım. 71 yılında başladım, Avrupa mobilya getiriyorduk, İtalya’dan getiriyorduk mallarımızı. Sahneye de çıktım 1972 yılında. O bir dönemdi. Para kazandık tabii, turne yaptık bütün Türkiye’de. Ekici Över’in sahibi Hasan Ekici bir gün, metazori ‘sahneye çıkacaksın’ dedi. ‘O kadar kolay mı yahu’ dedim. Sesim de müsaitti, Sadun Aksüt’ten ders aldım. Çok yakın aile dostumuzdu. Hasan Kazankaya Caddebostan’ı açıyordu o sıralar, ben de Caddebostan’da yazlıkta oturuyordum. Orada çıktım. 4-5 sene gitti böyle, sonra bıraktım. Sahneden aldığımız parayı sinemadan alamadık tabii. Sinemadayken aldığımız parayı üstümüze başımıza harcardık. Mesela rejisörün asistanı iş davetiyesi yazar, ‘ağabey sen 6 takım resmi, 4-5 tane de spor elbise getir’.”
Birçok oyuncunun bu yüzden rol alamadığını söylüyorum. O sırada yanımızda oturan Yusuf Sezgin de bunu “Hâlâ öyle. Kıyafete göre rol veriyorlar. ‘Onun gardırobu yok, bu rolü alamaz’ diyorlar” diyerek doğruluyor.
* 1998 yılında, SODER’de gerçekleşen bu söyleşi aynı zamanda Mesut Kara‘nın Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler kitabında da yer almaktadır.