Başucu kitabımız ve yegâne başvuru kaynağımız TDK sözlük, paranoyayı “Abartılı gurur, kuşku, sanrı, güvensizlik ve bencillikle belli olan bir ruh hastalığı” olarak tanımlar. Bu tıp bilimine ait sözcük insana dokunduğu anda başlar kişiselliği, yoksa aslında soğuk bir kavramdan öte bir şey değildir okuyan için.
Ama,
“Kovulmuşken hayatın bir yerinden
Yalnızken, umarsızken
Öfkeni dillendirecek bir eylem ararken kendine
Diyelim gecelerin o tekin olmayan serüveninde
Paranoya kıvamında ilişkiler yaşarken…” diye başlayan ve
“Gecelerin ötesi dediğin şey
Kendin için yaşadığın sinema” dizeleriyle biten bir Murathan Mungan şiiri, tam da bu kişiselliği sağlar kavrama ve sanatın ister şiir olsun, ister resim isterse de sinema, her dalında yaratıcısının bir imzası haline dönüşür. İşte bu noktada bize bu şiirleri okumak, o hikâyeleri dinlemek, o kişisel öykülerin tadına varmak kalır.
Sığınak (Take Shelter) yepyeni bir film ama hissettirdikleri, düşündürdükleri yeni değil. Tabiî ki birçok kez çeşitli ruh durumlarının dışavurulduğu öyküleri izledik. Bunları neden – sonuç ilişkilerine göre yorumladık. Hatta çoğunlukla anlatılan öykünün tekillikten çıkıp çoğulluğa evrildiğini anlattık durduk. Dolayısıyla özellikle paranoya kavramı ve hali etrafında dönen bir filmin sadece o hastalıktan / durumdan muzdarip kişiyle bağlantılı olmadığını daha geniş bir çerçeveye yayıldığını bilmek bu tarz filmleri izlemeye başlarkenki ön kabulümüz.
Sığınak da bize bunun tersini vaadetmiyor, bilakis özellikle Amerika özelinde 11 Eylül sonrası yoğunlaşan bir sanrı dünyasının, tehlikeye açık olma halinin yarattığı eylem bozukluklarının sinemayı nasıl etkilediğinin bilincindeyiz. Geçtiğimiz yıllarda Zindan Adası’nı (Shutter Island) izlerken Martin Scorsese’nin çok büyük bir iş yapmaya kalkıştığını düşünüp film son çeyreğe girene kadar övgüler dizmiştim filme. Hatta filmin müthiş bir paranoya yaratması, üstelik bunu bir sistem paranoyası gibi okumamıza müsaade etmesi yeni bir Mançuryalı Aday’ın geldiğini düşündürtmüştü bana ve çok sevinmiştim. (Tabiî ki burada andığım The Manchurian Candidate, John Frankenheimer’ın yönettiği 1962 yapımı olan. Onun yeniden çevrimi pek bir şey vaad etmiyor.) Ama Martin Scorsese bana göre filmin müthiş olabilecek bir alt metin zenginliğini, filmin son çeyreğinde bireysel bir deliliğe döndürerek bir nevi kaçak dövüşmüştü. Gerçi burada filmin bir uyarlama olduğunu da analım ancak uyarlama da olsa tercihlere göre değişiklik yapılabilmesi seçeneği her zaman bulunmalı diye düşünüyorum.
Sığınak yine bireysel bir tutum sergiliyor ancak Michael Shannon’ın harika oyunculuğuyla resmen altını çize çize vurguladığı şey paranoyanın aslında bir virüs gibi yayıldığı ve bir’den başlasa da iki’ye, üç’e her zaman dönüşebileceği. Filmin açtığı bu kapıdan girersek, Curtis’in (Michael Shannon) bir prototip olduğunu ve paranoya halinin dünya üzerine yayıldığını söyleyebiliriz. Sadece 11 Eylül ve sonrası Amerika’nın adeta kendi kendini yeniden yorumlama süreci olarak bakmak istemiyorum filme. Bu sanki bana olayı basitleştirmek ve tek tipleştirmek gibi geliyor. Tabiî ki olayın Amerika’nın küçük bir kasabasında geçmesi, filmi oraya özel hale getiriyor görünüşte ama filmin ilgilendiği daha geniş bir coğrafya bana kalırsa. O yüzden Curtis’e sadece insan olarak bakıp nereli olduğunu önemsemezsek, “her an her şey olabilir” mottosunun nasıl insanlığa yayıldığını görebiliriz. Üstelik filmin çizdiği çizgiler bu kadar fluyken.
Yönetmen Jeff Nichols (senaryoyu da kendisi yazmış) bazı sahnelerde gerçekliğin zeminini o kadar kaydırıyor ki izleyen neyin gerçek olduğunu neyin olmadığını anlayamıyor. Ya da neyin gerçekleşip gerçekleşmediğini. Kamera bizi Curtis’in dünyasına adeta mahkum ediyor ve biz de onun beklediği fırtınayı adeta bekler duruma geçiyoruz. Bir yanımızla bu bekleyişi anlamlandırmaya çalışırken, bir yanımızla da Curtis’i anlamaya başlıyoruz. Film işte bu noktada yakalıyor izleyiciyi. Çünkü seyirciye Curtis’in gerçek olduğunu kanıtlıyor. İzleyeni “Curtis” yapıyor, dolayısıyla izleyen de kendini bir nevi inkar edemiyor.
Filmin sonunda Curtis’in karısı Samantha’nın (yine harika bir Jessica Chastain) yaşadığı değişim aslında tam da bu. Çünkü bu bir virüs ve yayıldıkça yayılıyor. Bir’ken iki haline çoktan dönüşmüş oluyor. Filmin garip bir şekilde umutsuzluktan sanki umutlu bir sona doğru evrilmesi deliliğe bir övgü olarak yorumlanabilir. Ancak sonuç fazlasıyla “anlama” eylemine yönelik kanımca. Anlamak, empati kurabilmek ve kabullenmek… Ama benim için en önemli vurgu, yayılma / çoğalma vurgusu. Adeta yeni dünya halinin bir kabulü, öngörüsü gibi. “Biz artık bunu yaşıyoruz, toplum olarak bir paranoyanın değil eşiğinde, tam içindeyiz; o kapıdan çoktan geçtik” der gibi. Etrafınıza bir bakın, ne kadar yalan olabilir ki söyledikleri?!
Yönetmen: Jeff Nichols
Senaryo: Jeff Nichols
Oyuncular: Michael Shannon, Jessica Chastain, Shea Whigham
Yapım: 2011 / ABD / 120 dk.