Netflix’in uzun zamandır merakla beklenen yapımlarından biri olan Sıcak Kafa, Afşin Kum’un aynı adlı romanından uyarlanmış bir distopya. Dizinin platformun bugüne dek imza attığı en iyi yerli işlerden bir tanesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Elbette Netflix ya da dijital platformlar söz konusu olduğunda “iyi” derken ne kastettiğimizi biraz açmak gerekiyor – biraz da yapımları üretim ve yayın bağlamları içerisinde değerlendirmek. Sıcak Kafa, yine Netflix Türkiyeimzalı Hakan: Muhafız, Atiye ve Pera Palas’ta Bir Gece Yarısı gibi yapımlara benzer bir tür denemesi. Ancak bu yapımlardaki fantastik eğilimden farklı olarak Sıcak Kafa distopik bir bilim kurgu, hatta bazı yanlarıyla siberpunk. Ana kahramanımız Murat’ın deyişiyle “konuşarak bulaşan bir deliliğin” ya da “semantik bir salgın”ın pençesinde bir İstanbul’da geçiyor dizi. Bir virüse yakalanan ve abuklamaya (yani abuk sabuk konuşmaya) başlayan insanların şehirdeki karantina bölgelerine hapsedildiği, kalanların ise farklı politik odakların belirlediği güvenli ve güvensiz bölgelere dağıldığı bir dünya kuruyor Sıcak Kafa. Diziyi iyi yapan unsurların başında, bu distopik dünyayı tüm detaylarıyla hayal edebilmiş olması ve bunu seyirciye tüm sahiciliğiyle aktarabilmesi geliyor.
Dizinin ana kahramanı, bir şekilde virüse bağışıklık geliştirmiş olan dilbilimci Murat Siyavuş. Sıcak Kafa ismi ise Murat’ın bağışıklık sisteminin virüse verdiği tepkiden geliyor. Virüse maruz kaldığında kafa bölgesi bedeninden ayrı olarak ısınıyor, ateşi çıkıyor. Kelimenin tam anlamıyla bir ‘zoraki kahraman’ olan Murat, dünya üzerinde hastalığa bağışıklığı olan tek insan olmasına rağmen insanlığa umut ışığı olmak, dünyayı kurtartmak ya da kahraman olmak istemiyor. İlk iki bölüm boyunca özellikle Murat’ın dünyasında – çoğunlukla da iç dünyasında – ilerlerken, hikâye ilerledikçe pek çok yan karakterle tanışıyoruz. Bu karakterler bölümler ilerledikçe senaryoda en az Murat kadar yer kaplamaya başlıyor. Karakter akslarının bu şekilde farklılaşması ve aralarında fark edilir bir hiyerarşi olmaması, bir yandan bu zoraki kahraman anlatısını da desteklemiş oluyor. Murat’ın harekete geçmesini sağlayan ikinci ana karakterimiz Şule’nin de söylediği gibi, bazı şeyler Murat’tan, onun hikâyesi, duyguları ve fikirlerinden daha büyük bu dünyada. Bu nedenle de aslında karakterler titizlikle tasarlanmış olan bu kıyamet sonrası dünyanın organik birer parçası. Kendilerine ait bir gerçeklikleri elbette var, ancak arka plandaki dünyayla olabildiğince iç içe geçmiş durumdalar. Krizin ortasında kendine yeni bir normal yaratmış olan bu dünyada bireysel çatışmalara ve iç buhranlara çok da yer yok.
Murat’ın hayata karşı isteksizliği ve umutsuzluğu, yasını tuttuğu bir kayıpla ve geçmişle açıklanıyor zaman zaman. Ancak dizi, Şule karakteriyle bu klasik kahraman hikâyesini dengeliyor. Benzer bir geçmişin yasını tutan Şule, adeta Murat’ın panzehri. İlk olarak Murat’ın bir fantezisi, “betondan sıyrılan bir kardelen”, bir umut ışığı olarak tanıtılan Şule gitgide olabildiğine gerçek bir karaktere dönüşüyor. Kaybın ve yasın her zaman hareketsizliğe ve içe kapanmaya değil, bazen de politik bir mücadeleye ve adalet arayışına dönüşebileceğinin kanıtı bir nevi Şule. Öte yandan, panzehir oluşu Murat’ı “iyileştirmesinden” değil. Tam tersine onu daha bile hasta ediyor belki. Kahramanımızın kendine layık gördüğü kurtuluşa ulaşmasını engelliyor, “senden, bizden daha büyük şeyler var” diyerek onu harekete geçiriyor. Dolayısıyla panzehir oluşu biraz anlatısal bir denge sağlayışından. Faşist bir “olağanüstü hâl” kurumu olan Salgınla Mücadele Kurumu’nun (SMK) hüküm sürdüğü güvenli bölgeye sığınarak görünmez olmayı seçmiş Murat ile bu yasanın geçersiz olduğu, tehlikeli fakat özgür 6. Bölge’den Şule karşı karşıya geliyor. Aralarındaki aşk ise yasın, dayanışmanın ve çatışmanın filizlendirdiği bir “kardelen” olarak ortaya çıkıyor ancak.
Şehir, Kelimeler ve Anlam
Dizinin salgın sonrası dünyayı inşa ederken başarıyla icra ettiği şeylerden bir tanesi, İstanbul’u ve genel olarak şehri kullanma şekli. Şehrin üzerine sadece birtakım özel efektlerin atılıp, renk filtresiyle distopik hale getirildiği bir tasarım yok karşımızda. Güvenli bölgenin Sovyet mimarisini andıran toplu konutlarından, karantina bölgesindeki abuklara ayrılmış “mülteci çadırlarına”; bir yandan tamamen bu dünyadan yola çıkan, bir yandan ise onu distopik bir gözle yeniden hayal eden bir şehir tasarımı var Sıcak Kafa’nın. Dizinin yaratıcısı Mert Baykal, özellikle SMK’nın hüküm sürdüğü bölgelerde “soğuk, mesafeli ve beton bir dünya” yaratmak istediğini söylüyor. Altıncı Bölge ise, SMK’nın faşist politikalarına karşı çıkan ve salgına bir tedavi arayan direniş organizasyonu Artı Bir’in karargahının da yer aldığı bölge. Buluntu materyallerle kurulmuş, her tarafından “yaşanmışlık” akan bu karargâh, SMK’nın soğuk ve steril dünyasının tam karşıtı. Şehrin ara bölgeleri, özellikle de Altıncı Bölge’nin tehlikeli sularına girdiğimiz Aksaray Oteli gibi mekânlar ise yine distopik dünyanın gerçekliği adına başarıyla tasarlanmış. Bu kıyamet sonrası dünyanın kendine yarattığı normal sadece baskı ve direnişten ibaret değil. Çıkış yolunu bir tür hedonizmde bulanların kendilerine yarattıkları zevk ve şatafat dünyasına da yer açıyor Sıcak Kafa, yeraltında olsa da. Sevdiklerini salgına yitirmiş, kayıp ve yas hisleriyle boğuşan, dünyası tepetaklak olan bir insanlığın çözümü ve kaçışı nerede bulduğuna ya da bulması gerektiğine dair bir yargısı yok.
Öte yandan, her distopyada olduğu gibi, Sıcak Kafa’ya da bir gelecekten çok bir geçmiş hissi hâkim. Dijital teknoloji rafa kaldırılmış – en azından günlük hayatta. Analog bir dünyadayız, salgının “maskeleri” ise büyük, ses geçirmez kulaklıklar. Ancak bu analog dünyanın salt nostaljiye dayanmaması, bu zamanda geriye gidişin hikâye içerisinde bir işlevi olması önemli. Çok fazla riskli ses yayabileceği gerekçesiyle dijital teknoloji ve internet artık birer tehlikeye dönüşmüş durumda bu dünyada. Dolayısıyla Sıcak Kafa, birbirleriyle çok hızlı ve sürekli olarak iletişim kurmaya alışmış, belki böyle bir dünyanın içine doğmuş insanların dinlemeyi ve duymayı yeniden öğrenişlerinin hikâyesi bir yandan da. Baykal, özellikle “abuklama” eyleminin felsefesi üzerine çok düşündüklerini, her bir karakterin abuklayışını ayrı ayrı tasarladıklarını, hatta oyunculara 2,5 aylık bir “abuklama” eğitimi aldırdıklarını söylüyor. Abuklama eylemi, birbirine çağrışımsal olarak bağlı olmayan ve fonetik olarak benzemeyen kelimelerin bir araya gelişiyle gerçekleşiyor. Bilinç ya da bilinçdışı herhangi bir anlamın – en azından görünürde – olmadığı bir konuşma biçimi bu. Dizi bize birkaç defa şu soruyu soruyor: Peki ya bir şiiri abuklamadan ayıran nedir? Ya da bir şarkıyı?
Sıcak Kafa’nın hayal ettiği bu “semantik salgının”, bilimkurgu sinemasında görmeye alışkın olduğumuz salgın temsillerinden bir farkı var: Virüse yakalananlar ne ölüyorlar ne de öldürüyorlar. Bulaşıcılar, ancak tam olarak tehlikeli değiller. SMK’nın kendi otoriter uygulamalarını meşrulaştırmak amacıyla birer politik silaha dönüştürdüğü salgının ne olduğu belli ki tam olarak keşfedilmemiş. Dizinin cevaplamadığı sorulardan bir tanesi, abuklamanın ne olduğu. Bu sorunun cevabı belki de bilim kurgunun, özellikle de siberpunk’ın sormayı çok sevdiği bir diğer soruyla aynı: İnsanı insan yapan şey nedir? Ve bu elinden alınırsa ne olur? Ancak Sıcak Kafa’nın yine ucunu açık bıraktığı sorulardan bir tanesi de tam olarak bu soruyla ilgili: Abuklayanlar gerçekten de artık insan değiller mi? Söyledikleri şeyler anlamsız mı, yoksa bize bir şeyler söylüyorlar ve biz mi anlayamıyoruz? Hikâyenin Murat üzerinden kurduğu “umut ışığı” hikâyesini basit bir şekilde geçiştirmemesi; umudu ilaçta ya da hızlı bir tedavide değil, tam da hastalığı, hastaları ve virüsü anlamakta – duymakta, dinlemekte – bulması son derece anlamlı. Temelindeki politik çatışmayı çözümleme telaşıyla zaman zaman kısayollara sapsa da hem yarattığı dünya, hem karakterleri için ayrı ayrı ördüğü hikâyeler, hem de salgının pençesindeki bir dünyaya ait o yas ve kayıp duygusunu tüm sahiciliğiyle ifade edişiyle, televizyon tarihimizde yer edecek bir distopya Sıcak Kafa.
Bu içerik Dijital Medya Araştırmaları Derneği’nin bir operasyonu olan NewsLabTurkey tarafından desteklenen bir medya geliştirme projesinin parçası olarak yayınlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamen Ters Ninja’ya aittir ve hiçbir koşulda Dijital Medya Araştırmaları Derneği’nin duruşunu yansıtmamaktadır.