“Şimdiye kadar sessizce şakırdayan yağmur, artık barajlar yıkacak bir taşkın halinde gökten boşanmaya başlamış, daha alçakta bulunan alanlara doğru yılankavi dar kanallar kazarak zaten sular altında boğulmakta olan toprağı kaplamıştı. Camdan artık hiçbir şey göremediği halde dönmedi, çürümüş tahta çerçeveye ve duvarda alçının döküldüğü yere bakıp durdu ve birdenbire camda silik bir şekil fark etti, bir insan yüzü belirlendi, fakat korkuyla bakan bir çift göz görünceye kadar kim olduğunu anlayamadı. Nihayet gördü, “kendi yıpranmış çehresi”ni, şaşkınlıkla ve acıyarak tanıdı. Zamanın, yüz hatlarını ileride tıpkı şimdi kendisinin camın üzerinde dağılıp aktığı gibi silip geçeceğini hissetti; utanç, gurur ve korkunun birbiri üzerine yerleşmiş katmanları, ışın gibi üzerine doğru hareketlendiği anda, bir çeşit büyük, yabancı zavallılık yansıyordu bu görüntüde.”
Bazen niyetinizin ne olduğundan çok karşınızdakine hissettirdiğiniz duygu daha önemlidir ya da bir yönetmenin bir sahneyi çekerken neye niyet ettiğinden daha önemli olan, izleyende uyandırdığı duygudur. Aldığım bir yoruma göre; Irimiás’ın yağmurlu, çamurlu ve o zorlu yoldaki yürüyüşü Béla Tarr’ın bir dönem Macaristan’a hâkim olan baskıcı yönetime karşı direnişinin temsiliydi. Béla Tarr, o sahneyi çekerken gerçekten yaşadığı toprakların baskısına direniyor muydu bilemem ama Şeytan Tangosu’nu sinemaya uyarlamayı ilk defa 1985’de aklından geçirdiği halde yaşadığı ülkenin politikası imkân sunmadığı için hayalini ancak 1994’de gerçekleştirdiğini biliyorum. Beri yandan ülkesinin demokrasiye 1989’da hatta Ekim sonunda adım attığını ve Şeytan Tangosu’nun iki gün sürecek hikâyesinin Ekim sonunda başladığını, Béla Tarr’ın ise filmine ancak 1990’da başlayabildiğini düşündüğümde bu okumalar haksız değil…
Şeytan Tangosu üzerine felsefi, siyasi, psikolojik ve elbette sanatsal/sinemasal pek çok okuma yapmak mümkün ancak kişisel olarak; Estike’nin, halkın zorbalığa ve hor görüye maruz kalan yanını temsil ettiği gibi ya da meyhanedeki dans sahnesinin hangi şifrelerle yola çıkılarak çekildiği gibi analizlere girmeyi tercih etmediğimi belirtmek isterim. Zira her iki eser, okuyucusunu ve izleyicisini kendi belirlediği zamanın içine hapsedip, ruhunu abluka altına alıyor. Béla Tarr’ın veya László Krasznahorkai’nin duygu ve düşüncelerini tam olarak ifşa etmediği ama bir manada şiflerle sunduğu eserlerden herkesin kendi namına çıkaracağı yorumlar var.
Fakat yine de defterimden notlar;
László Krasznahorkai’nin, romanın bütününde iç ses üzerine kurulu anlatımı ve hikâye örgüsünün, Béla Tarr’in eserine yansıma halini kelimelere dökmek kolay değil. Bir görsel şölene dönüşen filmden alacağınız haz ile hayal gücünüzü belki de daha önce hiç deneyimlemediğiniz kadar canlı tutan romandan alacağınız haz farklı. Romanda iç seslerle karakterleri takip ederken filmde aynı anların eyleme dönüşmüş haline şahitlik ediyoruz. Zaman zaman okumayı da seyri de yavaşlatan yapı, iki eserde de bir hayli ilgi çekici. Romanda kimi cümleler bir sayfa boyu sürdüğü halde bir nefeste okunabilirken, filmde de dakikalar boyu süren, mesela Estike’nin kedi ile bitmek bilmeyen boğuşması veya meyhanede (neredeyse Fabrice Du Welz’in Calvaire’sindeki dans sahnesi kadar ürkütücü) kasabalıların dans edişi ya da Irimiás’ın ahaliye konuşması nefes almadan izleniyor. Şeytan Tangosu, her iki alanda da tekdüzeliğe boğuluyormuş hissi verirken aynı zamanda yarattığı atmosfer ile edebi olarak da görsel olarak da şiir gibi akan, büyüleyen, izleyiciyi de okuyucu da kendine hapseden iki eşsiz yapıt.
Gözleriniz Béla Tarr’ın kamerası gibi, yağışlı, çamurlu kasaba meydanına dakikalarca sabitlenecek. Daha ilk andan duygusal ve fiziksel olarak kasabaya dâhil olacaksınız. Birkaç yatay kamera hareketi dışında aynı noktaya mahkûm olacak, kasveti bir havayı, yıkık dökük evleri, çamur deryası içinde oradan oraya giden hayvanları izleyeceksiniz. İzlerken sıkılacaksınız, yüreğiniz daralacak, sıklıkla saatinize bakacaksınız ve sonra gökyüzüne… Yağmurun ne zaman dineceğini düşüneceksiniz, o kasvetten kaçmanın hayallerini kuracaksınız, bir kurtarıcı gelmesini dileyeceksiniz, tıpkı site halkı gibi bıkkın, bezgin, amaçsız kalacaksınız. Terk edilmiş bir kasabada ya da terk edilmiş bir kasabanın terk edilmemiş bir mahallesinde, yaklaşık 10 kişilik bir ahalinin kasvetli yolculuğuna içeriden biri olarak şahitlik edeceksiniz.
Béla Tarr, roman karakterlerinin iç dünyasına daha çok eylemsel olarak yaklaşırken kesmesiz sahneleri ile her birinin iç çekişmelerine, duygu dünyasına, ruhsal sarsıntılarına ulaşmamızın yolunu açıyor. Üstün görüntü yönetmenliği ve müzik çalışması ile de koşulsuz, sinema sanatına 7 saat süren çok etkili film hediye ediyor. İki günlük hikâyesine rağmen Şeytan Tangosu zaman akışına da meydan okuyor. Bitmeyecekmiş gibi hissettiren dakikalar, en ağırlaştığı anlarda dahi izleyicisini kendinden uzaklaştırmıyor. Yanı sıra Estike’nin kedi ile olan kavgası iki eserde birbirine hem yakın hem uzak. Béla Tarr’ın yorumuna büyüleneceğinizin sözünü veriyorum, meyhanedeki uzun dans sahnesi için de aynısını belirtmek istiyorum ve daha birçok sahne için…
Paylaşmadan geçemeyeceğim bir ayrıntı da; filmin müzik çalışmasına imza atan Mihály Víg’in gerek Irimiás olarak gerekse müzikal katkısıyla bu eşsiz sinema eserini zirveye taşıdığıdır.
Bütünüyle kişisel önerim ise; filmin büyülü atmosferine kapılmadan önce romanın okunmasından yanayım. O akıcı, şiirsel edebiyatın girdabında kaybolmalısınız önce, sonra Béla Tarr’ın Dünyası’nda kasvetli ve yağmurlu kasabada dolaşmalısınız. Biliniz ki yazarınız tersini yapmış olmanın ağır pişmanlığını yaşamakta…