Seyirşinas Landlord Çelebi’nin 47. Altın Portakal Film Festivali süresince izlediklerinin, yediklerinin, içtiklerinin, gezip gördüklerinin; haddizatında topyekün başından geçenlerin 32 kısım tekmili birden hikâyatıdır.
Ey okur! Seni Paçacı Şemsi’de bırakmıştık en son. Çorbanı afiyetle içmişsindir şimdiye. Yoo, öyle hemen kalkmak yok. Şu dükkanın önüne yığılmış koca koca kabakları görmedin galiba. Onlar süs “gabağ” değil sayın okur! Yicen onları! Yi ninja yi!
Antalya’nın en güzel kabak tatlısını da burada yiyebileceğimin tüyosu, yemek ve lezzet işini ciddiye alan bir kardeşimden, Tuncay Gülcü’den geldi. Yiyeceğim kabakları çorbamı içerken görmüştüm zaten. (En azından kardeşlerini!) Dev gibi olduklarını ve ayrıca şekil olarak da alıştığımız balkabaklarına pek benzemediklerini söyleyebilirim. Daha uzunlamasına büyümüşlerdi sanki ama öyle standart bir şekilleri de yoktu. Lezzetli görünüyorlardı orası kesin. Şekeriydi, pişim süresiydi, kıvamının ayarlanmasıydı, zaten endişeye mahal yok. Ustalar ustalığını çorbayla kanıtlamışlardı. Bu sefer ne kadar güzel bir şey yiyebileceğimin hesabını aşağı yukarı yapabiliyorum.
Ama yok, bendeki hesap tabaktakini yine tutmuyor. Antalya usülü kabak tatlısının asıl ayırt edici özelliği ve güzelliği tahinle servis edilmesi. Önden söyleseler kesin, ‘O da ne ya!’ diye burun kıvırırdım. Yemek konusunda tutucuyum, azizizm, ne yapayım! Ama ilk çatal, ilk aşk! Kesinlikle birbirine yakışan lezzetler topluluğu. Ne BM ne AB tarihleri boyunca böyle bir bütünlük ve güzellik sergileyememişlerdir, inanın. Arzu edenin üstüne bol ya da az ceviz kırığı döktürdüğü bu muhteşen lezzetin katalizörlerinden olan tahinin, Antalya lezzet turunda karşıma son çıkışı değildi bu.
Çoğunluk, Gölgeler ve Suretler’e Karşı
Ulusal Yarışma’ya Venedik Film Festivali’nde kazandığı Genç Aslan Ödülü ile gelen Çoğunluk’u daha seyretmeden yarışmanın galibi gibi görüyordum. Jürinin bu ödülün etkisinde kalacağını düşünüyordum. Seren Yüce imzalı Çoğunluk’u seyrettikten sonra En İyi Film seçilmek için Venedik torpiline hiç de ihtiyacı olmadığı belli oldu. Film milli bir sosyal yaraya işaret ediyor gibi yapsa da aslında insanoğlunun inşa ettiği dünyada yaygın olan “güçlü çoğunluk-zayıf azınlık çatışmasına” çeviriyor kamerasını. Çoğunluk örneğini biraz uç noktadan seçse de, iyi örnekleri görmezden gelmeyi tercih etse de, anlatılanın Türkiye’nin de hikayesi olduğu gerçeği değişmiyordu. Filmin naturalist hikayesinin bazı ayrıntıların gerçekle çok da örtüşmediğini söyleyenler var elbette. Bana çok öyle gelmedi açıkçası, ikna olmadığım, kendi hayat deneyimlerimle ve sağduyumla çatışan bir şeye denk gelmedim.
Son tahlilde, Çoğunluk incelikle yazılmış, ustaca oynanmış; yeni gerçekçi tarzda sunduğu derdini tüm boyutları ve elemanlarıyla, hem de seyirci üstünde bir Mayıs Sıkıntısı yaratmadan ortaya koyan bir dünya filmi.
SİYAD jürisi ise Derviş Zaim’in Gölgeler Ve Suretler’ine verdi ödülünü. Son yıllarda sinema yazarların bu kadar ikiye bölen başka bir film daha görmemiştim. Kimi üyeler filmi başyapıt olarak değerlendirirken, bir kısmı da “müsamere gibiydi” demeye varan eleştiriler getiriyordu filme. Ben ortada bir yerdeyim sanırım. Gölgeler ve Suretler’in ne yarışmanın ne de Zaim’in en iyi filmi olduğu kanısında değilim. Taraf olmasına rağmen Kıbrıs olaylarına takdire şayan bir soğukkanlılıkla ve nesnellikle yaklaşmış olmasının yanı sıra, yüksek gerilimli ve hareketli final bölümüyle büyük bir iş başardığı muhakkak Kıbrıslı yönetmenin. Görsel anlamda da yetkin bir çalışma var yine karşımızda üstelik. Ama ben, Nokta ve Cenneti Beklerken ile başlayan üçlemenin son ayağı olan bu filmde, eksene yine geleneksel bir sanat oturtulmuş olsa da (bu kez Karagöz Hacivat); bu sanatın ve devamında bu sanattan türetilen felsefe ve mistisizmin hikayeye tam yedirilemediğini, dolayısıyla da seyirciye de tam olarak aktarılamadığını düşünüyorum. Belki entelektüel kapasitesi arş-ı alaya değenler vakıf olmuştur bu gize, o ayrı.
Ayrıca hikayenin giriş gelişme bölümündeki sık tekrarların (birinin birini gözlemesi, izlemesi gibi) bir yaratım ve anlatım sıkıntısına işaret ettiğini düşünüyorum.
Antalya’nın bir yazı, bir de piyazı!
Tuncay’ın “Senle bir gurme turu yapalım mı?” demesiyle başlamıştı her şey. “Olur,” dedim. Körün istediği bir göz, e Allah vermiş iki göz, bu garip bayram etmez mi?
“Sen hiç Antalya piyazı yedin mi?” diye sordu sonra. Nasıl yani? Piyaz işte. Antalyalı kuş mu konduracak. “Yok,” dedim, “Yiyelim, bakalım,” dedim biraz kuşkuyla ve küçümsemeyle. “Hadi o zaman piyazcıya!” dedi Tuncay. “Köfteciye” diye düzelttim. “Piyaz dediğin köftenin yanında yenir di mi?” Bu kez Tuncay küçümsercesine baktı. “Ben köfteyle piyazın tadını bozmam. Sen istersen yersin.”
Hadi bakalım. Bu ne piyazmış yahu. Kafamda sorular, midemde gurultular Şişçi İbo’nun yolunu tuttuk. İlk şaşkınlığımı şiş köftelerle piyazlar masaya gelince yaşadım. Gerçekten piyaz o tabaktan taşan haliyle köfteden daha çok ana yemek tabağı gibi duruyordu. Fasulyeler, iri yumurta parçaları lezzetli olduğu görünüşünden belli bir sıvının içinde yüzüyordu. Yanında soğan da geldi. Soğanı ister piyazın içinde ister yanında alıyormuşsunuz.
Görüntüye diyecek bir şey yoktu. O konuda kuş kondurulmuştu hakkaten. Ama tadına bakmak lazım bir de değil mi diyerek ilk kaşığımı alıyorum. Ondan sonraki görüntü şu: masadaki ekmeği, köfte tabağindaki pideleri, kısaca buğday unundan yapılan her şeyi seri ve hızlı hareketlerle önce piyazın suyuna banan ardından ağzına götüren; fırsat buldukça ya da hatırladıkça da köftesinden alan, ilkel bir mağara adamı. Dışarıdan bakanlar üç gündür bir şey yemediğime ikna oluyorlar. Yanılıyorlar tabi, üç gündür çok şey yedim, ama 30 küsur yıldır böyle piyaz yemedim. (Kendimi öyle kaptırdım ki fotoğraf çekmeyi bile unutmuşum!)
Köfteye de haksızlık etmeyelim. Son derece lezzetli bu et yığınının da tadına varmak şart. Anlamadığım tek şey bir esnaf lokantasında porsiyonun bu kadar küçük olması. Et zamları onları da vurmuş sanırım.
Gelecek kısımda: Gelin Bohçası, yanık sütten dondurma, Zefir, Kar Beyaz, Zafer gazozu vs.