“Amca, bir şeyiniz mi var?”
Yedi yaşındaki kız çocuğunun sesi korku yüklüydü. Bir şeyler mırıldanarak basamakları inerken beni görünce duraklamıştı. Üzerinde göğsünde Rintintin amblemi olan pembe bir eşofman vardı. Üst kat komşumun Serap adlı kızı beraber yemek yediği, defalarca sohbet ettiği adamı tanımamıştı haklı olarak. Apartman sahanlığındaki bir yabancıydım. Çok yaşlıydım. Bitkindim. Kapının ağzında yığılmış durumdaydım. Kapım aralık durmaktaydı. Kız beni herhalde benim babam falan sanmaktaydı. Parmağımı bile oynatacak halim yoktu, ama yine de kızı korkutan bir şeyler vardı halimde.
“Biraz yorgunum da. Burada şey yapıyorum,” dedim güç bela.
Sesim öyle ölgündü ki, Serap ne dediğimi belki de telepatiyle anlamıştı. Başını salladı. Kararsızca durdu. Yanımdan geçip aşağıya inmekle, yukarı çıkıp eve durumu bildirmek arasında bocalıyordu. Belki de annesi aşağıdaydı kızın. Çocuk hangi taraf daha güvenli hesabı içinde de olabilirdi yani. Sonunda çocuk kararını yukarı çıkmak şeklinde verdi. Biraz sonra kapının kapandığını duydum. Annesi yukarıda olmalıydı. Kız aşağıdaki posta kutularına bakmak için yollanmıştı herhalde. Neriman hanım birazdan gelip cesedimi bulacaktı. Gecikirse cesedimden arta kalan tozları.
Neriman saçını kırmızıya boyatmış bayağı hoş bir kadındı. Otuz bir yaşındaydı. Serbest muhasebeciydi. Evde çalışıyordu. İki buçuk yıldır kocasından ayrıydı. Ben bu apartmana taşınalı üç ay oldu. Kadınla aramızda flört yaşıyorduk. Geçen hafta evlerinde yemek bile yemiştim. Mercimeği fırına vermemize az kalmıştı yani. Kadını çok beğenmekteydim. Serap da çok şirin bir kızdı. Onlarla bir yuva kurmayı istiyordum. Artık hepsi bir rüya.
Yarım saat öncesine kadar çok farklıydım. Bu kadar kısa zamanda kırk, elli yıl birden yaşlandım. Tongaya düşürüldüm. Madiklendim, ama bütün bunları yaşamak çok benzersiz bir deneyimdi. Bu tür olayların öykülerde ve filmlerde kapalı duran hayal tozları olduğunu düşünürdüm eskiden. Şimdi gerçek olduğunu biliyorum.
Adım Ferhat Keskin. Her şey başladığında 57 yaşındaydım. Karımla altı yıldır ayrıydık. Çocuğumuz olmamıştı. Yeniden evlenmemiştim. Bir sevgilim de yoktu. Bütün bunlar için çok geçti artık. Lenf kanseriydim ve en iyimser tahminle bir yıl kadar ömrüm kalmıştı. Bir sigorta şirketinden emekli olmuştum. Annem ve babam yıllar önce öldü. Kardeşim yoktu. İş nedeniyle çok sık İstanbul dışında olduğumdan pek arkadaşım da yoktu. Yalnızdım. Günlerimi internette sörf yaparak ve gücüm varsa yürüyerek geçirmekteydim. Sık sık ağlama nöbetlerine kapılıyordum. Hayat denen panayırdan böyle sessiz sedasız, kimsesiz, işe yaramaz bir eşya gibi gelip geçtiğimi düşünerek hüzünleniyordum.
Bir kış sabahı Özgürlük Parkı’nda yürüyordum. Hava soğuktu. Daha saat sekiz olmamıştı. Buna rağmen spor yapanlar, köpek gezdirenler vardı. Gece üçte girmiştim yatağa. Sabah altı civarında gördüğüm bir kâbus uykuyla bağlarımı tümden kopartınca yatakla boğuşmayı bırakıp kendimi sokaklara vurmuştum.
İyi giyinmeme rağmen üşümeye başlayınca eve geri dönmeye karar verdim. Fener yolu tarafındaki kapıdan çıkarken beynim elektriklendi. Zihnim sınırsızca genleşmişti sanki. Bir ses ‘Dakikası 111 misli kıymetli,’ dedi. Bu cümlede milyonlarca terabitlik bilgi vardı adeta. Eve vardığımda yapacağım şeyi A’dan Z’ye bilmekteydim. Zihnimde tereddütün T’si bile mevcut değildi. Yıllardır hayal ettiğim bir şey gerçekleşmiş gibiydi. Giderayak buz dağı büyüklüğünde bir umudun sahibiydim artık. Yaşama şansım vardı.
İşim çok basitti. Tanıdığım tanımadığım kimselere telefon edip bir dakika konuşacaktım. 24 saat içinde aynı kimseye ikinci kez telefon etmek yasaktı. Bunun karşılığında 111 dakika benim olacaktı. Her konuşmamda 111 dakika gençleşecektim yani. Zihnimin ücra köşelerinden bir yerde ‘Böyle bir şey gerçek olamaz, olsa bile bu sana hayır getirmez’ diyen bir yan vardı, ama aldırmıyordum. Denize düşen bırak yılanı, ejderhaya bile sarılırdı. Diğer yandan şiddetli bir hipnozun içersindeydim. Eylemimi sorgulama güdüm çok güdüktü.
Eve gelir gelmez telefona sarıldım. Sadece tanıdıklar değil, internetteki ilanlardan bulduğum her numarayı arayacaktım. İlk üç kerede lafa dalıp bir dakikayı geçtim. Gözüm saatimin saniyeleri gösteren ibresindeydi, ama insan tanıdığı kimselerin suratına telefonu pat diye kapatamıyor. On beş yirmi saniye fazlalıktan bir şey olmaz diye düşünmekteydim. Üçüncü konuşmadan sonra başıma şiddetli bir sancı saplandı. Ara sıra başım ağrırdı, ama böyle bir ağrı cinsiyle daha önceden hiç tanışmamıştım. Birisi paslı bir tornavidayla nöron vidalarımı sıkıyordu sanki. Öleceğimi sanmıştım. Neyse ki, bir saat sonra acı geldiği gibi gitti. Hipnozun içindeydim hâlâ. Bunun telefonda konuşurken bir dakikayı geçmek nedeniyle başıma geldiğini anladım. Giyinip sokağa çıktım. Bir spor mağazasından bir kronometre satın aldım.
Eve dönünce kendime koyu bir kahve hazırladım ve internetten iki yüz adet kadar telefon numarası bulup bir kağıda not ettim. İnsanın tanımadığı biriyle konuşurken telefonu yüzüne kapatması daha kolaydı.
Gece ona kadar harıl harıl bütün numaraları aradım. Cep telefonumu kullanıyor ve sadece cep telefonlarını arıyordum. Öyle isteniyordu. Numaram karşıda görünmüyordu. Görünse de bir sorun yoktu. Çünkü karşımdaki insanlara son derece masum sorular soruyor ve sonra birden hattı kesiyordum. 59. saniyede kırmızı tuşa dokunuyordum. Saat onu birkaç geçe işi bıraktım ve listeyi inceledim. Konuştuklarımın üstünü çiziyordum. Acaip yorulmuştum, ama tam 222 adet başarılı konuşma yapmıştım. 3 adet 2’nin toplamı 6’ydı. 6 uğurlu rakamımdı. Doğru yoldaydım.
Kendimdeki değişikliği ilk bir ay hissetmedim. Bütün gün yüzlerce kişiyi aramakla meşguldüm. 3 Martta başlamış ve şimdi 2 Nisana gelmiştim. Konuştuğum dakikaları topladım. 8640 dakika olmuştu. Bu da tam tamına 6 gün etmekteydi. Yine 6’yı bulmuştum. Kalbim heyecanla çarpıyordu. 6 x 111 = 666 gün ediyordu. Neredeyse 2 yıl ederdi. Ben o kadar gençleşmiş miydim?
Aynada kendime baktım. Yüzümü her gün görmekteydim zaten. Alıcı gözle bakınca ilk kez sağlıksız tenimde bir dirilme gördüm. Farkında değildim, ama daha enerjiktim artık. Kalbimde bir sevinç pınarı çağlarken doktor arkadışımla 59 saniyelik bir konuşma yaparak bir randevu ayarladım. O gün muayenehanesine gittim. Beni en son dört ay önce görmüştü. İçeri girdiğimde yüzünü hayret bürüdü. ‘İyi gördüm seni’ Bu sözcük tılsımlı bir şeydi artık. Beni testler yaptırmak üzere özel bir kliniğe yolladı. Testlerin sonucu mucize ışıyordu. Bedenimde kanserin K’sı bile yoktu. Doktor arkadaşım bu konuyu görüşmek için defalarca aradı, ama onunla konuşmadım. Çünkü heyecanla ağzımdan bir şeyler kaçırabilirdim. Daha büyük bir hedefin peşindeydim artık. Bunu tehlikeye atamazdım. Bir ayda 1,82 yıl gençleşirsem, bir yılda ne ederdi? Bu sorunun cevabı başımı döndürmekteydi.
Bir yıl sonraki 3 martta hayatımda inanılmaz bir değişiklik olmuştu. En az yirmi yıl gençtim artık. Kimse yaşımı otuz beşten fazla tahmin etmiyordu. Saçlarım yeniden eski rengini almış ve gürleşmişti. Fizik gücüm kendini inanılmaz derecede toparlamıştı. Otuz beş yaşındayken top atlet değildim, ama haftada iki kez fitnese giden, yediğine içtiğine dikkat eden biriydim. Sonra yavaş dağıtmağa başlayıp iyice koyuvermiştim kendimi.
Tabii bu değişim nedeniyle bir seri önlem almam gerekti. Oturduğum daire kendi malımdı. Onu sattım ve başka bir semte taşındım. Telefon numaramı yeniledim. Pek arkadaşım yoktu. Onlarla ilişkimi kesebilmem çok kolay oldu. Son yıllarda asık suratlı, sinik espriler yapan, sürekli her şeyden yakınan tatsız tuzsuz biri olup çıkmıştım. Yokluğumu kimsenin özleyeceği filan yoktu yani. Tek tehlike eski karım ve yakın tanıdıklarının beni bu jilet gibi halimle görmesiydi. Bunun için bıyık bıraktım. Numarasız renkli gözlük kullanmaya başladım. Kıyafetlerimi iyice sportifleştirdim. Bu tedbirler yeterli geldi son aylarda tek bir sorun yaşamadım.
Bu bir yılda verdiğim telefon paralarını hayal edin. Bazı aylar neredeyse emekli maaşım kadardı. Şu ana dek bankada birikmiş paramla idare edebilmiştim. Ama her şeye değerdi. Yeniden genç ve sıhhatli olmak başlı başına kapitaldi.
Bu arada dakika arakçılığı yapmak zihnimi de etkilemişti. Geçen aydan itibaren spor toto, piyango, sayısal gibi oyunlara yöneldim. En büyük ikramiyeyi kazanamadım, ama 5 haftada 5 bin lira kazandım. Bu harcamalarım için fazlasıyla yeterliydi.
Bu arada plan yapmaktaydım. Kaç yaşına kadar gençleşmeliydim. Ölümsüzlüğün kokusu taze kan kokusu almış bir köpekbalığına çevirmişti beni. Yeniden 18 olsam ve bu yaşam deneyimimle hayata yeniden başlasam diye kuruyordum. Kimlik kartı, ehliyet, TC kimlik numarası gibi sorunları nasıl aşacaktım?
Bu arada yaşamıma kadınlar girmekteydi. Evlenmek isteyen taliplerimin sayısı giderek artmaktaydı. Harika bir duyguydu. Günün her saniyesinde melatonin salgılayan bir organizmaydım artık.
Neriman hanımı tanıyınca fikrimi değiştirdim. Tekrar 18 yaşında olup kendimi tehlikeye atmayacak, bu otuz sonları halimle yeniden aile kuracak ve bununla yetinecektim. Ayrıca gerekirse telefon mesaisine yeniden başlayabilirdim. Hat sonsuza kadar kullanımıma açık gibi bir his salmıştı içime, ama bir hata yaptım. Bu hatadan sakınabilir miydim? Sanmıyorum. İnsanın en acımasızı bile yüreğinde vicdan denen bir kabahatölçer aparatı taşır.
Ömürlerinden dakikalarını aldığım kimselerin ne hissettiğini merak ediyordum. Bu denli gençleşmeyi bizzat idrak edince bu duygum giderek çok şiddetlendi. Ve dayanamayıp bir test yaptım. Bu sonum oldu.
Mantığım gayet basitti. Yeni bir telefon satın aldım ve birini sol kulağıma, diğerini sağ kulağıma dayayarak kendimi aradım. 59 saniye sonra hattı kapattım. Ben öyle sanmıştım. Beni hipnoza sokarak bu anları bekleyen kimsenin hattı açıktı. Birden bu kadar zamanda biriktirdiğim bütün gençleştirici birikimim o hattan uçup gitmeye başladı. Bir yıl boyunca günde yüzlerce kişiden çaldığım birer dakikalar yarım saat içinde elimden uçup gitti. Tekrar eski yaşıma döneceğim sanmakla yanıldım. Öyle olmuyor. Çaldığım her dakikaya 111 mislini veren, birikimimi 111 kere 111 misli fazlasıyla ve hızla geri alıyor.
Bu işi başıma açan kimseyi az önce gördüm. Serap basamakları çıktıktan az sonra sessizce basamakları indi. Orta boylu incecik bedenli bir delikanlı gibiydi. Siyah deri pantolon ve önü kapalı siyah motorcu ceketi vardı üzerinde. Kısa siyah, saçlı, soluk tenli yüzü ve karar gözlükleriyle bir çizgi roman figürü gibi. O’ydu. Yanı başıma geldi ve gözlüklerini çıkartarak bana baktı. Kırmızı gözbebekleriyle beni süzdü. Gözlüğünü taktı ve aralık duran kapımdan içeri girdi. Ben bu işe girdiğimden beri nereye gitsem benle birlikte olduğunu düşündüm. ‘An Vampiri ‘bu yaratık. İnsan falan değil. İnsan şekli onu görebileyim diye büründüğü bir kalıp. Beni bir işe alet etti. İnsanlardan dakikaları çaldım. Kumbarası gibiydim. Şimdi birikmiş bütün dakikaları benim sahip olduklarımla birlikte geri aldı. Kimbilir benim gibi daha kaç kurbanı var.
Burada kapının önünde ölmekle kalmayacağım. Bütün hücrelerim de hızla çürüyecek. Bedenimdeki su buharlaşacak. Kanım, kemiğim, iliğim ve etim atomlarına ayrılarak bu apartman sahanlığına yayılacak. Geriye belki şimdi yığıldığım yerde duran küçük bir leke kalacak. O leke benim eylemim.