Senik Ateş’in huzursuzluğu su yüzeyinin bir metre altında duran iri bir şamandıra gibi ısrarcıydı. Her an görünür alana çıkabilirdi. Bedbelirtiler gırlaydı. O şey olmak üzereydi. Bu kalp yerindeki dingin anları tükenmek üzereydi. Sonrasını düşünmek dahi istemiyordu. Belirsizlik tütüyordu çevresinde.
“Zenik, bir kafe lütfen. Orta olsun.”
Senik kapıya yakın masada oturan kadına başıyla bir işaret yaparak ocağa doğru yöneldi. Patronun küçük oğlu Ethem kulağında mp3 dünkü gazetedeki bir habere dalmış ve kendini her türlü sesli haberleşmeye kapamıştı. Krem rengi bermuda, bordo renkli tişört giymiş ve aynı renkten kasket takmıştı. Zoraki burdayım takılıyordu.
Senik alışkın hareketlerle su, kahve ve şekeri karıştırıp yeterli ısıyla köpüklü ve nefis kokan bir sıvı haline getirdi. Pembe güllü fincana döktü. Bir bardak suyla birlikte bir tepsiye koyarak sarışın kadına götürdü. Mor kapaklı bir kitaba dalmış olan kadın geldiğini farkedince bakışlarını ona yöneltti.
“Kahveniz bayan Caroline.”
“Thank you Zenik.You are good.”
“İyi dedin di mi? Yes. I good. Çok good hem de.”
Caroline’nin gülümseyerek bakan gözlerinde bir anlam duraklaması olmuştu. Dudakları sırıtmaya devam ediyordu, ama iri mavi gözleri dalgınlaşmıştı. Tarıyordu. Senik’i derinden kavramaya yönelik otomatik bir davranıştı. Onu bir türlü yeterince kategorize edememenin rahatsızlığını yaşıyordu. İç mimar olan kanadalı kadının hassas bir yapısı vardı. Su yüzeyinin hemen altındaki şamandırayı tutan ipteki gerilimi hissediyordu. Yirmi iki gündür tahta evlerdeydi. Hergün Olympos kahvesine gelmekteydi. Bildiği Türkçe üç beş kelimeydi, ama Senik’in çevresinde yarattığı etkiyi iyi tartabiliyordu.
“Afiyet olsun Caroline.”
“Thank you Zenik.”
Senik ocağın yakınlarındaki lekeleri silerken yan gözle Kanadalı kadına baktı. Kadın kitabına dalmıştı yine. Dikkati üzerinden çekilmişti. Evvelsi gece beraber olduğu hukuk öğrencisi delikanlı kendine kadından on beş yaş genç bir Hollandalı sevgili bulmuştu. Elli yaşını azıcık aşmış olan Kanadalı kadının buna fazla aldırdığını sanmıyordu. Görmüş geçirmiş hayatı iyi tanıyan biriydi Caroline. Üstelik yaşına göre vücudu bayağı iyi sayılırdı. Çevresindeki yerli taliplerden birini seçerdi bu akşam.
Senik Ateş 2002 mayısından beri Oliympos kahvesinde çalışıyordu. Pantolonunun sol arka cebindeki nüfus cüzdanına göre 1961 Kumluca doğumluydu. Kendi hakkında verdiği bilgiler de epey sınırlıydı. Askerliğini Kayseri’de piyade eri olarak yapmıştı. Bekardı. Çocuğu yoktu. Bir mayısta işe başlıyor, ekim ortasında köyüne dönüyordu. Senik duvara asılmış küçük aynaya baktı. İri kahverengi gözlü, etli dudaklı bir adam. Kısa saçlarına ak düşmüş, orta boylu, ince yapılı yüz binlerce kahve garsonundan biri. Öyle değildi. Bu bilgilerin hiçbiri doğru değildi. Çünkü artık kim olduğunu biliyordu. Amorti sayesinde.
Senik’in kışı geçirdiği köyü, akrabaları, tanışları falan yoktu. Onun minik evreni bu ağaç evlerden kurulmuş küçük turistik kamptan ibaretti. Ekim ortasında buradan adımını attıktan birkaç saniye sonra bir sonraki yılın mayıs başında kapıdan içeri giriyordu. Yedi yıldır beş aylık yıllık çevrimler yaşamaktaydı.
Kendine bir ada çayı hazırladı. Ayakta yüzü kahvenin girişine çevrik yudumlamaya başladı. Saat sekiz buçuktu. Kahve henüz tenhaydı. Sıcak bir ağustos sabahının son serin dakikalarının tadını çıkarmaktaydılar. Sol eliyle pantolonunun üzerinden cebindeki kağıt parçasına dokundu. Bugün Senik’in bu minik evrendeki son günü olabilirdi. Çünkü bedbelirtiyi cebindeki kağıdın üzerindeki numara olarak cebinde taşıyor olabilirdi pekâlâ.
Yedi yıl önce işe başladığında kahve personelinin milli piyango bileti alma alışkanlığına o da uymuştu. Her ay tam bir bilet alınıyor ve çekilişe kadar hayal dalgalarında sörf yapılıyordu. Senik’in aldığı ilk bilete 150.000 lira çıkmıştı. Burada günde on dört saat çalışıp, arkadaki kulübede yatarak aldığı aylık maaşın yüz katından fazlaydı. Senik hiç kimseye bir şey belli etmemiş ve bileti minik parçalara yırtıp çöpe atmıştı. Ondan sonra aldığı her bilete bir şey çıkmıştı. 80, 150, 300, 500, 1000 lira. Geçen çekilişe kadar iki ters uç noktaya hiç raslamamıştı. Geçen ay biletine ilk kez amorti çıkmıştı. Bunun kendince bir anlamı vardı. Şu anda cebinde olan bilet belki de en büyük ikramiyeye gebeydi. Belki sözcüğü fazlaydı. Bunun daha öte olan anlamı çıkıştı. En büyük ikramiyeyi kazanan oyundan çıkardı.
Senik şu ana kadar kazandığı ikramiyelerin bir kuruşuna bile dokunmamıştı. Bu tatil yerinde haftada yedi gün çalışmaktaydı. Sezon sonunda biriken parasıyla kapıdan adım atıp göz açıp kapayana dek yeni sezon başında boş ceplerle dönmekteydi. Kimse Senik Ateş’in aslında kim olduğunu sorgulamaya kalkmamaktaydı. Biraz saf, zaman zaman garip, ama anlamlı sözler eden, birkaç tahtası eksik bir halk filozofu gibi algılanmaktaydı. Sözleri turistler de anlasın diye kaç dile çevrilmişti şimdiye kadar. Mendebur istisnalar, cerahatli ruh, heyecan muhiti, gözlerinde fikir ıslaklığı, kahır osilatörü, karakter sirkeleşmesi, beyin hücreleri göçü, bakış kokutanlar gibi sözleri sürekli müşterilerin dilindeydi hâlâ.
Kırk sonlarında, lise mezunu, bekar ve kaçınık bir adam imajı tutmuştu. İnternet ve cep telefonu kullanmayan Senik bu kahvenin sadece ağır işçisi değil, aynı zamanda da maskotuydu. Her çevrim başında kahveye ilk geldiğinde patron onu tepeden aşağı bir süzer ve “İyi ki geldin be maskot’ derdi. Bu gözde statü nedeniyle aldığı ücreti artmazdı ama. Maaşı eşeğin kuyruğu gibi sabitti. Çünkü patron onun gözünün parada olmadığını bir şekilde sezmekteydi. Ünü nedeniyle başka kafelerde kolayca iş bulabileceği halde burayı yeğlemesindeki nedene muhtevasını bilmeden güvenmekteydi.
Senik diğerleri gibi ilkokula, üniversiteye gitmemiş, İstiklâl marşı söylememiş, askere gitmemiş ve bu kafeden önce hiçbir yerde bırak çalışmayı bulunmamıştı bile. İstanbul, Diyarbakır, Trabzon Sirius yıldızı kadar uzak yerlerdi. 2002 yılında ansızın belirdiği yerde her yıl mayıs ile ekim ayları arasında ziyaretçi olarak geliyordu. 1961 doğumlu falan da değildi. Tek kesin bildiği şey buralıydı. Hep buralı kalmıştı.
Milli Piyangonun her çekilişinde ikramiye kazanması ciddi bir ipucuydu. Raslantısallık içinde düzenlilik. Her yıl buraya gelen gelen Demir adlı felsefe öğretmeninin sık kullandığı bir sözdü. Senik’i bu döngüye sokan saik böyle bir şey olmalıydı. Kader denen şey sayı dizileridir demişti alkolizmin eşiğindeki adam. Sayılar Senik’i bulunduğu yerden koparıp bu yere sokmuştu. Yoksa her çekilişte bir ikramiye kazanması nasıl açıklanabilirdi. Amorti alt uçtu. En büyük ikramiye üst uç. İki uç tamamlanırsa döngü bitecek ve buralara elveda diyecekti.
Senik bu eğreti hayatı sevmişti. Yeniden yıldızları görmek, çiçekleri koklamak, ölümlü bir organizmanın davranışlarını sergilemek, düşünmek ve de hayal kurmak tabii, bunları terketmek istemiyordu. Cebindeki bilete en büyük ikramiye vurursa final gongu çalacaktı. Bilet almaması mümkün değildi. Sistemin soluk alması, kurulması için bu şarttı.
Geceleri uykusu hafifti. Dün gece ilk kez rüyasında başka bir hayat görmüştü. Bir kale evdeydi. Etrafı kuşatılmıştı. Alevler onu ve ailesini yutmak üzereydi. Hınçla bağırıyordu. Burasıydı. Bu kahveye yakın bir yerdeydi. Adının neden Senik Ateş olduğunu biliyordu artık. Esas adı Zeniketes’di. Bu kahvede sayısız kereler bahsini duyduğu korsandı. Bir aralar Olympos’un astığı astık, kestiği kestik hükümdarıydı. MÖ. 78 yılında Sicilya’daki Roma valisi Servilius Vatia’la yaptığı deniz savaşını kaybetmiş ve teslim olmaktansa az ötedeki kalesinde ailesiyle birlikte canlı canlı yanmayı yeğlemişti. Sonra bir şey onu kahveci çırağı olarak buraya getirmişti.
Sayıların hikmetiydi her şey ve bu akşam çekiliş vardı. Eğer cebindeki bilet sandığı şeyse yarın sabah doğan güneşin altında Senik Ateş diye biri olmayacaktı. Sezgileri iradesinin atıl olmadığını ısrarla vurgulamaktaydı. Geceleri kulübesindeki hamakta uyumaya çabalarken aralık duran kapıdan gelen sesleri dinlerdi. Kampın hemen arkası koruluktu. Hayvan sesleri, böceklerin hışırtıları, yerinde rahatsız olmuş kuşların kıpırtıları ve doğal hayat içinde birlikte olmak isteyen çiftlerin fısıltıları kulağına dolduğunda eski hayatından kopuk kopuk sahneler canlanırdı gözünde. Bunlar zamanla epey seyrekleşmişti. Eski hayatını artık neredeyse hiç hatırlamıyordu. İçinden artık bunu istemediği için çağrışım köprüleri azalmış olmalıydı. Rüyalarında burada geçirdiği son yazlar vardı. Eskiyi hiç hatırlamadığı halde aldığı biletlere ikramiye çıkmaya devam ediyordu. Çevrimler sorunsuzca sürmekteydi. Burada bir ipucu vardı, ama ne? Sol eliyle pantolon cebindeki kağıda dokunurken birden zihni parladı. Oyundan çıkılma zamanı geldiyse ve bu kaçınılmaz bir şeyse bunu kendi istediği şekilde yapacaktı.
*
“Haydi milli piyango bu akşam çekiliyor.”
Kahve hınca hınç doluydu. Elindeki tepsiyle boşları mutfağa götüren Senik’in yüreği hopladı. Adımları hızlandı. Tepsiye eyvedeki boşları iterek açtığı yere koydu. Patron Hilmi fincanlara kahveleri üleştirirken göz göze geldiler. Senik heyecanını ve sabırsızlığını belli etmeden gülümsedi. Dört fincan kahve, dört bardak suyu temiz bir tepsiye yükleyerek geri döndü. Kahve servisini yapınca piyangocu Servet’e doğru yürüdü. Niyeti cebindeki bileti verip bir başkasını almaktı.
Bu daha önce hiç yapmadığı bir şeydi. Çok büyük bir ihtimalle yeni biletine hiçbir şey çıkmayacak ve çevrim tökezleyecekti. Tökezleyecek, ama bozulmayacaktı. Çünkü yedi yıl içinde dünyanın dört bir yanından sayısız insanla konuşmuş, fotoğraf çektirmiş, fimlerinde yer almıştı. Yüzlerce insanın belleğinde yeri vardı artık. Bu bellek kayıtları sayesinde çevrim kendini yenilerken piyango bileti ile kurulan zembereği terkedecek ve inşallah normal bir varoluşa indirgenecekti. Elle dokunulabilir, seri numarası Allah bilir gerçek olan bir nüfus cüzdanı vardı. Ana adı Hatice, baba adı Kerim yazıyordu. Çevrim kendini yenilerse belki kışın kaldığı bir evi, belki bir karısı, hatta çocukları olacaktı. Ve de elli yıllık bir geçmişin belleğindeki izleri. Can gölgesi yeniden ölümlülük yoluna düşecek ve o ömürde nasibi ne kadarsa o kadar zamanı eskiterek bitecekti. Ölünce diğer ölüler ne yapıyorsa onu yapacak, ama bir daha asla buraya gelmeyecekti.
Servet onu görünce yüzü aydınlandı. Sadece kronik müşterisi değil, aynı zamanda bilet sattırıcı bir katalizörüydü adamın. Orta boylu, orta yaşlı, kısa saçları bembeyaz esmer bir adamdı. Beyaz pantolon ve beyaz gömlek giymişti herzamanki gibi. Beyaz giymenin insanlara olumlu etki yaptığını ve aldıkları bilete bir şey çıkacakmış zannı verdiğini söylemişti bir keresinde. Sezon sonuydu. Kahve tenhaydı. Başbaşaydılar. Adamın basit ama etkili taktiğine hayran kalmıştı.
“Senik, baksana bir dakka.”
Felsefeci Demir’di seslenen. Siyah gömlek ve krem rengi pantolon vardı üzerinde. Her yaz bir öncekine göre daha çökük görünen adama sempatisi vardı Senik’in. Yaşları aşağı yukarı aynıydı, ama bir abi hissi verirdi. İsveçli üç turist ve karısıyla sokağa bakan masalardan birinde oturmaktaydı.
“Buyur abi.”
“Hepimiz birer piyango bileti almak istiyoruz. Tam o ara senden söz ediyordum. Kahır osilatörü sözcüğünü İngilizceye çevirmiştim. Biletleri Senik çeksin dediler. Şans getirsin diye. Sana da bir tane alacağız. Altı tane al yani.”
“Olur abi.”
Senik’in içinde bir sevinç bombası patlamıştı. Bu olanları raslantıyla izah etmesi mümkün değildi. Kayra böyle bir şeydi. Çevrimi zıplatacak, ama dağıtmayacak bir fırsat yakalamıştı. Üzerinde beyaz rakamla 26 yazılı olan bordo renkli bir tişört giymiş sarışın uzun boylu adamın adamın uzattığı yüzlük banknotu aldı. Diğerleri paylarını ona ödemişlerdi.
“Thank you mister.”
Adam bir şey deyince başını iki yana sallayarak Demir’e baktı.
“En büyük ikramiyeyi isteriz diyor,” dedi.
Senik hislerini bastırmak için gayret sarfederek gülümsedi ve “Söz veriyorum,” dedi. Demir sözlerini tercüme edince parayı veren adam sevinçle ellerini çırptı. Demir hariç diğerleri de bunu taklit etti. Diğer masalarda oturanlar ne olduğunu merak etmişlerdi.
Patron onlara bakmaktaydı. Senik’in çektiği ilgiden memnundu. Yüzünde bir ifade daha asılıydı. Ben bu adamı nerden buldum yahu? Nereden çıktığını şu anda görüyor, ama kavramıyordu haklı olarak.
“Altı adet tam bilet rica ediyim Servet beyciğim.”
Adamın dudakları memnuniyetle genişlerken, gözleri bu hisse uyumda biraz isteksiz kalmıştı.
“Altı ha. Çek bakalım.”
Senik elindeki boş tepsiyi sağ eliyle tutmaktaydı. Diğer eliyle önce parayı uzattı ve altı bilet çekti. Servet paranın üstünü verirken elindeki biletleri sol cebine koydu.
“Haydi bakalım rasgele.”
“Sağol”
İsveçlilerin masasına gidince önce paranın üstünü adama verdi. Sonra elindeki tepsiyi masanın üstüne koydu ve sol cebinden altı adet bilet çıkardı. Kendisinin dün aldığı bilet en üstte duruyordu. Yeni biletlerden biri cebindeydi. Biletleri yelpaze şeklinde açınca kendi bileti en solda kaldı. “Haydi çekin bakalım,” dedi.
Demir’in sözlerini tercüme etmesine gerek kalmamıştı. Parayı veren adamın sağındaki karısı ya da sevgilisi en sağdaki bileti çekti. Diğer adam onun yanındakini aldı. Senik’in kalp atışları hızlanmıştı. 26 numaralı tişortlü adam biraz tereddüt ettikten sonra en soldaki bilete dokundu, ama vazgeçip yanındakini aldı. Demir’in kendi öğretmen olan karısı ortada duran bileti çekti. Sona iki bilet kalınca Demir sen önce işareti yaptı. Senik sağdaki bileti alınca diğer bilet Demir’in olmuştu. Senik biletini cebine koydu. Abartılı bir şekilde soluğunu salmamak için kendini güçlükle engellemişti. Heyecandan elleri titremekteydi hafifçe.
“Çok teşekkür ederim.”
“No thanks.”
“Sağol Senik.”
Senik yüzünden bir şey belli etmemek için hemen tepsiyi kaptı ve işe girişti. Onların bilet seronomisi sayesinde başkaları da piyango bileti almaya talip olmuştu. Servet zevkten sekiz köşe olmalıydı, ama yüzünde bir durgunluk, asıklık diyebileceği şeyler görmüştü sanki.
İşe koyulunca zaman hızla akmaya devam etti. Sıcak öğleden sonra yerine sıcak bir akşama bıraktı. Gelenler gidenler oldu. Hızla gece yarısını buldular. Saat yarımda kahvenin yarısı hâlâ doluydu.
“Senik telefon.”
Elinde boş tepsiyle mutfağa doğru yürüyen Senik hayretle patrona bakakaldı. Yedi yıllık çalışma hayatında kimse onu telefonla aramamıştı. Kendisi cep telefonu kullanmıyordu. Patron da şaşkındı. Gözleri tecessüsle parlamaktaydı.
“Kim?”
“Söylemedi.”
“Biletleri ne yaptın?”
Servet’in sesini tanımıştı. Tınısı öfke ve şaşkınlık yüklüydü.
“Tuvalete atıp sifonu çektim.”
Patron her sözünü dikkatle dinlemekteydi. O yüzden bilet lafı etmemişti. Birisi el işareti yapınca adam isteksizce o tarafa yöneldi. Oğlu iki liseli tipli kızla beraber bir masada oturmuş sohbet karmaktaydı.Kahveyle ilişkisi yokmuş gibi davranmaktaydı.
“Ne?”
“İmha ettim.”
“O masada oturanlardan birine verdin değil mi? Bana yalan atma.”
Servet’in sesindeki paniği açıkça hissetmekteydi. Birden zihninde kıpırtısız yatan bir yan dirildi. Adamın tam ismi Servet Vatal’dı.
“Ne olmuş verdiysem?”
“Ahmak. Oyunu bozdun. Ahmak. Bunu ödeyeceksin.”
“Sen ilk taksiti ödedin gibi sanki sayın Servilius Vatia.”
Telefonda bir sessizlik oldu. Ardından öfkeli tını yine belirdi.
“Bu adı anma.”
“Neden?”
“Çünkü… Aman tanrım… Görüyor musun Zeniketes? Gök… Gök yanıyor…”
Senik yüzünü sakin tutmaya çabalayarak kahvenin kapısına doğru yürüdü. Patron hem müşterinin birine laf yetiştiriyor, hem de yan gözle onu kesiyordu. Olağanüstü bir şeylerin kokusunu almıştı. Senik dışarıya toprak alana çıktı. Ve başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Yıldızlar, havadaki kebap kokusu, ayaklarının toprağa yaptığı baskı, her şey normaldi.
“Bu defa sen kaybettin Servilius.”
Karşı taraftan cevap gelmedi. Karşı taraf artık mevcut değildi. Piyangocuyla ilişkisi kesilmişti. Artık ölene kadar buralıydı. Cebi biraz para da görecekti herhalde. Çünkü Demir abisi yarın zengin biri olacaktı. Senik yıllar sonra ilk kışımı icra edeceğim diye düşünerek içeri girdi ve telefonu patrona geri verdi. Yarın adamdan ilk kez zam isteyecekti. Ölümlü olmak kolay değildi. Hiçbir zaman olmamıştı.