I.
Alfonso Cuaron’un “kişisel” tarihinden yola çıkarak meydana getirdiği Roma, baştan sona bir “anımsama” filmi. Dünde, bugünde, yarında; Mexico City’deki Roma’da veya bir başka ülkede, şehirde, mahallede değil, zihinde yaşayan, hiç bitmeyen, sürekli yeniden kurgulanan ve yorumlanan anıların filmi. Suya yansıması düşen uçağın geçişindeki kusursuzlukta, Cleo ile Fermin’in, baba ile oğulun denk gelişlerinin zorlama tesadüfiliğinde, arabanın kapıya sığamayışındaki abartıda, köpeğin dışkılama sıklığında, tüm ailenin sahildeki kenetlenişinin tablovariliğinde zihnin gerçeküstü müdahalelerini ve kendi kusursuz hatıralarını yaratma arzusunu görmek mümkün. Peki, müdahale edilen, pürüzleri törpülenen, kusursuzlaştırılan bu küçük anılar nasıl oluyor da son dönemde karşımıza gelen en sahici ve doğal filmlerden birini oluşturabiliyorlar? Cevap Camus’nün “unutmak için hızlanır, hatırlamak için yavaşlarız” sözlerinde, galiba. Cuaron da, kendisinin ve ülkesinin unutabilmek için sürekli hızlandığı, düşünmemek için hiç soluklanmadan ilerlediği bir dönemi gün yüzüne çıkarmak amacıyla bir anda koşmayı bırakıyor, öylece durup arkasına dönüyor. BirHarry Potter filmi çekmesinin, Children of Men’de kıyamet sonrasına gitmesinin, Gravity’de uzaya çıkmasının arkasında bu kaçış, gerçekler yerine fantezilere sığınma arzusu var sanki, ve artık kaçmıyor. Cuaron geçmişe dönerken kendisiyle beraber kamerasını da yavaşlatıyor, eski aile albümüne bakan birinin dalıp gitmesini andırırcasına her bir fotoğrafın üzerine uzun uzun duruyor, içlerinde usulca salınıyor. O anda, bizler de Cuaron’la beraber yere oturup aile albümüne bakmaya, hafızaya kazınan olayların, Cleo gibi zaman geçtikçe etkisi büyüyen figüranların öyküsünü dinlemeye başlıyoruz. Cuaron öyle bir anlatıyor ki, o fotoğrafların gerçeğin ta kendisi olduğuna ikna oluyor, hakikat denen o tuhaf, görebildiğimiz ama dokunamadığımız hayaletlere inanmaya başlıyoruz. Zaten bir yönetmenin en büyük başarısı, izleyicileri kendisine inandırmasıdır, anlattıkları gerçek olmasa bile.
II.
Roma, erkek egemen bir dünyada silikleştirilen, birer hayalete, siluete dönüşen kadınların filmi aynı zamanda. Üst orta sınıfa mensup, eğitimli, “beyaz” bir Sofia’nın da, beş yüz yıldır katledilen ırka ait, köklerinden kopmuş, hizmetçi Cleo’nun da o dünyada Fermin kadar yeri yok. O dünya, ardında dört çocuk bırakma pahasına eşini terk eden veya karşısında rahme yeni düşmüş bir bebek bile olsa kaçıp giden erkeklere ait. Ve yıkmak, öldürmek için eğitilen bu erkekler, gösteri yürüyüşünde başka erkekleri acımasızca öldürürken kadınları vurmayacak kadar gururlu, arabayı daracık yere park etmekle tatmin olacak kadar “basitler”. Cuaron bir yandan, yansımalarda var olabilen, geri plana atılmış bu kadınların trajik öykülerini perdeye taşırken diğer yandan erkeklikle, bir türlü büyüyemeyen, bir insana can vermeyi de bir insanın canını almayı da oyun gören erkeklerle acımasızca dalgasını geçiyor. Bunu yaparken de hedefe erkekleri değil, erkekliği yerleştiriyor, kadınlara gösterdiği şefkati o insanlardan da esirgemiyor. Erkeklerin ardından bakakalan, onların gösterilerini sessizce izleyen kadınlara da iğneyi batırmayı da ihmal etmeyen Cuaron, filmin dört bir yanına sinen yalınlığı, binlerce yıldır idrak edilemeyen, sade bir gerçeklikle buluşturuyor, çocukluğunun gerçek kahramanlarına iade-i itibarda bulunuyor.
III.
Roma, eşine kolay rastlanmayan, denk geldiğinizde de sahip olduğu eşsiz güzelliği ilk bakışta anlayacağınız filmlerden; yalın, doğal ve vurucu, her anıyla büyüleyici… Sinemanın altın çağından kopup gelmişçesine nostaljik, sinema sanatının geleceği için umutla dolduracak kadar modern, ve hepsinden öte bir his filmi; ilmik ilmik örülerek meydana getirilen, bireyin kaderini çizen coğrafyanın aşılmazlığından tutun da sıradan insanların hayatını biricik kılan detaylara kadar her şeyin özenle planlandığı enfes senaryosuna ve bir ressamın fırça darbelerini andıran sinematografisine ilave olarak kalbe de dokunan, izleyiciyle gönül bağı kuran türden bir eser. Kâh kolu her tarafa uzanan Amerika’ya kâh gidilemeyen başka diyarlara, yaşanamamış alternatif hayatlara dönüşen o uçaklar kadar heybetli, ormanda astronot kostümü giyerek kendi uzayını yaratan veya toprak bir sahada dünyalara diz çöktüreceğine inanan çocuklar kadar saf ve acımasız, hiç rol yapmadan öfkesini, sevgisini, hayal kırıklığını ortaya döken kadınlar kadar içten, yüzlerce erkeğin beceremediği hareketi tek seferde yapan Cleo kadar yetkin bir film. Daha iyileri elbette defalarca karşımıza geldi, gelmeye de devam edecek lâkin Roma gibi “özel” filmler nadir gözlenen doğa olayı gibi, en azından benim için, fırsat varken de kıymetini bilmek lazım.