Robert Bresson’un literatürde en çok öne çıkan filmlerinden biri olan “Bir İdam Mahkumu Kaçtı” (Un condamné à mort s’est échappé ou Le vent souffle où il veut, 1956); Nazi işgali altındaki Fransa’nın Lyon kentindeki bir hapishanede geçer. Adından da anlaşılacağı üzere, Fontaine (François Leterrier) adındaki bir idam mahkumunun kaçışına odaklanır film.
Ercan Dalkılıç
Yönetmen “Yankesici”de (Pickpocket, 1959) yaptığı gibi, filmin büyük bir bölümünde eksen karakterin bilinç-akışıyla baş başa bırakır bizi. Fontaine’nin hücreye girişiyle birlikte başlar bu bilinç-akışı. Dış ses olarak da işlev kazanan karakterin bu iç-sesi, başta teslimiyetin derin izlerini taşırken, Fontaine kaçış kararını verdiği andan itibaren daha kararlı bir tona geçiş yapar.
Film boyunca çok ekonomik bir sinema dili kullanan Bressson’nun, girizgahta hücreyi santim santim adeta Dostoyevskyen bir biçimde betimlemesi ayrıca dikkat çekicidir kanımca. Sanki Fontaine, Rasnolnikov’dur ve mahallin detayları inceler bu sahnede. Bu dakikadan sonra Fontaine’nin eylemlerinden başka bir şeye değmez, ekonomik olanı görür deyim yerindeyse Bresson’nun gözü.
“Stalag 17” (1953) ve “Büyük Kaçış” (“The Great Escape”, 1963) gibi ‘Nazi elinden kaçış’ filmi olmasının yanı sıra ana-akım Amerikan başyapıtı Esaretin Bedeli (The Shawshank Redemption, 1994) ile de müthiş derecede paralellikler taşır film. Özellikle ana karakterler Andy Dufresne (Tim Robbins) ve Fontaine arasındaki benzerlikler had safhadadır. Andy Dufresne, minyatür bir çekiç; Fontaine ise bir kaşık vasıtasıyla, bu mucizeyi gerçekleştirebileceklerine inanmışlardır. Ellerinde umut etmekten başka bir güç yoktur karakterlerin -kaşık ve minyatür çekici saymazsanız.
Her iki karakterin de suç unsurlarını –Andy’nin duvardan kazıdığı kum, Fontaine’nin tahta kapıyı yontarak çıkardığı kıymık- dışarı aktarması hayli ilginçtir. Andy, pantolonuna doldurduğu kumu voltada usulca toprağa bırakırken; Fontaine, kıymıkları –ve cam parçalarını- temiz su sırasında kirli suyla dolu kovayla kuyuya boşaltır. Bununla beraber ikisi de, hapishanedeki gündelik ilişkileri dışında, özel bir iletişim kurdukları yaşça daha ergen bir dosta sahiptir. Fontaine, yan hücrede kalan Blanchet (Maurice Beerblock) ile kaçma planı dahil olmak üzere büyük bir paylaşım içindeyken, Andy Dufrese, kimsesi olmayan siyahi dostu Red’d (Morgan Freeman) bir gelecek önerisi bile sunar. Nitekim, finalde her iki karakterimiz de esaretin pençesinden kurtulmayı başarır zor da olsa.
‘Hapishaneden kaçış’ olarak kategorize edilebilecek bu filmlerin temelde kurdukları çatışma bellidir. Kaçma eylemini daha komplike etmek suretiyle gerimi arttırabildikleri ölçüde de başarılı olurlar genelde. “Bir İdam Mahkumu Kaçtı” filmi de bu gerilimden bir nebze beslenir. Fakat burada asıl olay mahkumun kaçıp kaçamaması değil, mahkumun içinde bulunduğu ruh halinin etraflıca analizidir. Dramatik çatı da büyümez filmde, sözgelimi “Esaretin Bedeli”ndeki gibi tecavüz vakası yahut müdür ile Andy arasındaki sürtüşmeye benzer motifler kullanmamıştır Bresson. Tek bir argüman mütemadiyen tekrarlanır durur; Fontaine kaçacaktır, hepsi bu! Hapishane arkadaşları arasında da yayılır bu argüman dalga dalga.
Alışageldiğimiz İkinci Dünya Savaşı filmlerinin o provakatif –ki örtülü de olsa çoğunda mevcuttur- havasına da rastlamayız “Bir İdam Mahkumu Kaçtı”da. Havalandırmada, su sırasında ideolojik ayrılıklar üzerine ufak tefek birkaç olay yaşanır ama filmin tamamına sirayet etmez bu. Fontaine’nin kaçışının, 1943-Lyon’da yaşanmış, 10.000 kişinden 7.000’inin ölümüyle sonuçlanan gerçek olaylardan alıntılanmış olması yeterince politik bir tercih değil midir zaten?
Bütün yalınlığı ile sadece özgürlüğe yakılmış bir türküdür “Bir İdam Mahkumu Kaçtı”! Bütün gücünü Fontain’nin hükmü ve kaçışı sırasındaki hissettiklerinden alan, kurmacadan alabildiğine uzak, karakterle kurulan müthiş özdeşliğe rağmen asla arınma yaşamadığınız, bütün çıplaklığı ve şiddetiyle gerçeğin sularına itildiğiniz, sinema tarihinde eşine ez rastlanır bir deneyimdir. Fontaine, kaçar kurtulur finalde ama siz kurtulmazsınız. Bresson sizi gerçeğin ağına düşürmüştür bir kere…