2010, biraz da, çoğunlukla 60’larda ortaya çıkan ve sinemanın temellerini sarsarak “başka türlü birşey”in hayalini kuran sinemacları yitirdiğimiz yıl olarak anılacak. Anısına dosya hazırladığımız Arthur Penn ve isyan kuşağına Easy Rider gibi bir klasikle katkı koyan Dennis Hopper dışında, güldürü sinemasının simge figürlerinden Blake Edwards da geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz yönetmenler arasındaydı. (Liste; Chabrol, Rohmer, Corneau, Monnicelli gibi isimlerle genişletilebilir.
Edwards’ın Unutulmaz Parti’si
Yazımıza konu olan Blake Edwards sinemaya 50’lerin ortasında başlamasına rağmen, asıl şöhrete –Audrey Hepburn’un filmografisinde de özel bir yere sahip olan- Breakfast at Tiffany (Tiffany’de Kahvaltı, 1961) ile ulaşır. 1963 yılında Peter Sellers’la kimi zaman çalkantılı, kimi zaman da çok verimli bir işbirliğinin ilk adımlarını oluşturacak olan The Pink Panther’i çekmesi, yönetmenlik kariyerinde bir dönüm noktası olacaktır. 1982’de (sonuncusu Sellers’ın arşiv görüntülerinden faydalanarak çekilmiş) altı filme ulaşacak olan seri, sinema tarihinin en başarılı güldürüleri arasında yer almaktadır.
Edwards’ın klasikler arasında anılan bir diğer yapıtı, yine Sellers’la işbirliğinden doğan The Party olmuştur. 1968 yapımı olan film, yönetmenin kısa bir öyküsünden uyarlanmış ve Türkiye’de Tatlı Budala adıyla gösterime girmiştir.
Yanlış zamanda ve yanlış yerde bulunan sakar bir adamın maceralarını konu aldığı söylenebilecek filmin ana karakteri Hintli sinema oyuncusu Hrundi Bakshi’dir. Biraz da tesadüf sonucu Hollywood üstün yapımlarından birinden rol kapan kahramanımız, sakarlığı sonucu yapımı kabusa çevirir; milyon dolara mâl olmuş bir patlama sahnesini zamanından önce (ve kameraların çekim yapmadığı bir anda) gerçekleştirir!
Artık Hollywood’un en lanetli şahsiyeti olarak sektörün kara listesine girmiştir; ancak ismi, yapımcının düzenleyeceği bir partiye ‘kazara’ dahil olunca işlerin çığrından çıkması kaçınılmaz hale gelir. Yerini bulamayan bir ayakkabı, sarhoş garsonlar, ikiyüzlü davetliler, ‘sulu’ şakalar ve Uzakdoğu’dan esintiler taşıyan bir filin etrafında dönüp duran bu yanlışlıklar komedyası, izleyiciye unutulmaz anlar yaşatacaktır.
Yapılan kimi araştırmalarda dünyanın en komik filmlerinden biri olarak değerlendirilen Tatlı Budala, içerdiği temalar anlamında (başta Kemal Sunal olmak üzere) Türk sinemasının güldürü örneklerine de kaynaklık etmiştir.
Ve Recep İvedik Olayı
Recep İvedik, geçtiğimiz yıl vizyona giren üçüncü bölümüyle toplamda on milyonu aşan bir izleyiciyi kitlesine ulaşmış ve bu alanda (kırılması kısa vadede oldukça zor görünen) bir rekorun sahibi olmuştur. Yapımcılar, büyük bir değişiklik olmazsa, serinin dördüncü filminin 2011’in son aylarına yetişeceğini duyurmuşlardır.
Halk Kahramanı sıfatına sahip olan filmin kahramanı, genel geçer özellikleri itibarıyla ‘yanlış zamanda ve yanlış yerde’ bulunmaktadır. Nitekim ilk film, İvedik’in, zengin bir otel patronunun cüzdanını bulup teslim etmesi ve mükafat olarak bir süreliğine otelde konaklamasını konu edinmektedir. Farklı şekilde söylersek, The Party’nin davetsiz misafiri, bu filmde zorunlu konuk’a dönüşmüştür.
Güldürünün Dayanılmaz Yıkıcılığı
Kuşkusuz anılan filmler, kaba güldürüyü çıkış noktası yapan ne ilk ne de son örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna karşın, izledikleri yol ve ulaştıkları hedef bağlamında ortaya çıkan tablo, mizah seviyelerini çok iyi betimlemektedir.
Bakshi, ait olmadığı bir evrende ‘kazara’ gerçekleştirdiği yıkıcı eylemleri ile sınıfsal bir tavrı ortaya koymaktadır. Öyle ki; bu süreçten nasibini alanlar, (söz konusu Hollywood olduğu için) sektörün işbilir yapımcıları ve onların yardakçı yönetmenleri, yakından bakıldığında yaldızı dökülen oyuncular ya da davetlileri (sözde) koruma altına alan lüks konut olmaktadır. Kahramanımızdan zaman zaman rol çalan garson figürü de boşuna seçilmemiştir. O da tıpkı Bakshi gibi bu evrenin sonunu getirmek için yaratılmış bir figür işlevi görmekte, aristokratların başına sık sık çorap örmektedir. Sürecin Bakshi dışında tek kazananı, yönetmenin ağına düşürmeye çalıştığı genç bir kızdır ve Hintli’nin gazabına uğramak şöyle dursun, kendi içinde bir uyanış yaşama şansı yakalamıştır.
Sözü edilen formül; Max Linder’den Chaplin’e, Laurel & Hardy’den Max Brothers’a, sinemanın sessiz dönemlerinden itibaren uygulanmış bir anlayışı ortaya koymakta ve biraz da bu yüzden güldürünün, “alt sınıfları en iyi ifade eden sinemasal form” olarak nitelendirilmesine yol açmaktadır. (Hatırlayınız: Türk sinemasının Kemal Sunal’lı, İlyas Salman’lı örnekleri.)
Benzer bir yıkıcı etki beklentisi, doğal olarak Recep İvedik’in ilk bölümünde de ortaya çıkmıştır çıkmasına ama…
Beklentinin Son Bulduğu An
Bir Modern Zamanlar sayısında (Sayı:14-“Cem Yılmaz’ın ve Yeni Mizahın İzini Sürmek”) böylesi bir beklentinin yol açtığı sonuca değinen Veysel Atayman, İvedik’in, yaklaşık iki on yıldır horgörülen magandanın (aşağının), üste (neredeyse politik bilinçli) tepkisi olarak okunduğuna işaret etmektedir. Gerçekten de, Hollywood asilzadeleri için yeteneksiz bir Hintli oyuncu ne anlama gelmekteyse, orta/üst sınıf adına İvedik de benzer bir karşılığa sahip bulunmaktadır. “Oysa İvedik, sivil kamusal alanın her düzlemine yönelik “kabalığıyla” (kendi aidiyetinin sosyal katmanının temsillerini de esirgemeyen küstahlığıyla) yetmişli yılların “politik angajmanlı” olma çabasındaki Kemal Sunal filmlerinin bölüm bölüm hissettirdiği sınıfsal engelleri etkisizleştirmiştir… Elbette tepkisini de masallaştırarak. İvedik böylece, hiç bir sınıfsal gerilime takılmadan, hiç bir itilme yaşamadan, Yeşilçamın arabulucusuna bile ihtiyaç duymadan dolanıp durmuş, gülünen de yine burjuva sınıfı değil, sınıfsal aidiyeti bile silinmiş maganda İvedik olmuştur.” (Atayman, a.g.e.)
Tam da bu anlamda, ait olamama durumunu kaba güç gösterileri ile savuşturan, sistemin savunucusu otel müdürüyle, aynı otelde çalışan emekçiye fark gözetmeksizin, aynı ölçüsüzlükle saldıran Recep İvedik’in eylemselliği karşısında “medenileş(tirileme)miş ötekinin intikamı” söylemi etkisiz kalmaktadır. Bakshi, içinde yer almak istediği evrenin farkına varınca harekete geçmekte ve “düzenin ipliğini pazara çıkarma” sürecine girmektedir. İvedik ise “medeni dünya”nın içine girmeyi hep istemekte; ancak oyunu kendi kurallarıyla oynama arzusu taşımaktadır. Ulaşılan sonuçlar Hintli’yi “onurlu bir geri çekilişe” götürürken, Halk Kahramanı İvedik’in eylemlerini sürdürmeye çalışması tesadüfi sayılamaz. Bakshi için yozlaşmış ortamdan kız kaçırarak yoluna gitmenin en büyük erdem sayıldığı noktanın İvedik’e yetmesi olanaksızdır. O, (yer bulunamadığı zaman ‘alçak’ bir sandalyede misafir edilmesine karşın) masadaki yerinin her daim hazır olmasını istemekte, canı sıkılınca etrafı kırıp dökmesine rağmen sofranın yeniden yeniden hazır edilmesine ses çıkarmamaktadır.
Bütün bunların güldürünün evrensel niteliği ile çelişmesi/çatışması kaçınılmazdır ve Recep İvedik en çok da bu yüzden, yalnızca günü kurtaran ve yarına ulaşması olanaklı olmayan bir sinema anlayışını temsil etmektedir. Gelecek kuşakların “bir zamanların en komiği” olduğuna inanmak istemeyeceği bir kahraman ile “sisteme çomak sokarak” sonsuza doğru yol alan adamın arasındaki büyük ve tarihsel bir farktır bu!
Biraz da bu yüzden, asla gerçekleşemeyecek sinemasal bir fantazi (lütfen başlığı yeniden okuyunuz), gerçeklikle ilgisi olmasa bile umut dolu bir temenniye dönüşmüştür. Ve “hayali cihan değer” dedikleri tam da burasıdır!